15 Temmuz 2008 Salı

Zikrullâh ve Murâkabe Eğitimi...

..:: 1 ::..
"Kalbler ancak zikrullâh ile itmi'nâna (hakîkî huzura) erişir" (er-Ra'd, 28)
"İnsan" kelimesi, menşe itibâriyle bir görüşe göre "nisyân"dan gelir. "Nisyân", zikrin (hatırlamanın) zıddıdır ve unutkanlığı ifâde eder ki, insanoğlunun en büyük zaaflarından biridir. Bu hakîkat halk arasında, "Hâfıza-yı beşer nisyân ile mâlüldür." darb-ı meseliyle de ifâde edilegelmiştir. Nisyânı asgarîye indirebilmenin en esaslı yolu zikirdir.
İnsanın yaratılış maksadına muvâfık yaşayabilmesi için, rûhların Bezm-i Elest'te1 Rabbiyle yapmış olduğu ahd ü mîsâka sâdık kalarak Yaratıcı'sını aslâ hatır ve gönlünden çıkarmaması îcâb eder. İşte bu sebeple, insanda fıtrî olarak mevcûd bulunan "nisyân"dan doğan zararların telâfîsi için "Allâh" ve ona karşı "kulluk" idrâkinin dâimâ canlı ve zinde tutulması maksadıyla her şeyden önce "zikr"e ihtiyaç vardır. Zîrâ her tekrar, tekrar edilen şeyin idrâk ve iz'ândaki yerini kuvvetlendirir.
Cenâb-ı Hak, kulunun sûret yapısına değil, kalbine nazar eder. Bu bakımdan her mümin, ilâhî nazarların tecellî ettiği kalbini gafletten koruyup, zikir ile meşgûl etmeyi vazîfe bilmelidir. Kulluk vazîfeleri içindeki bu husûsî ehemmiyeti sebebiyle, zikir kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de iki yüz elliden ziyâde yerde geçmektedir. Cenâb-ı Hakk'a hakîkî mânâda kulluk yapabilmek ve bu sûretle mârifetullâha ulaşmak, zikrin kalbde kazandığı mevkî ve hissedilişindeki derinlik nisbetinde gerçekleşir. Bu yüzdendir ki "mârifetullâh", yâni Rabbin hakîkatine kalben nâil olmak, ilmin en fazîletlisi sayılagelmiştir. Çünkü insana asıl lâzım olan bilgi budur. Cenâb-ı Hak, kullarının, zikrin rûhâniyetinden gâfil bulunmamaları için bu husustaki âyetlerin bir kısmında şöyle buyurmuştur:
أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَن تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ
"Îmân edenlerin, zikrullâh ve Hak'tan inen Kur'ân sebebiyle kalblerinin huşû içinde ürperme zamanı henüz gelmedi mi?" (el-Hadîd, 16)
"Allâh'ı zikretmek; elbette en büyük (ibâdet)'tir." (el-Ankebût, 45) "Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, nankörlük etmeyin!" (el-Bakara, 152) Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-'ı Firavun'a tebliğe gönderirken dahî: "Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi götürün. İkiniz de beni hatırlayıp anmakta gevşeklik göstermeyin." (Tâhâ, 42) buyurarak, zikirden gâfil kalmamalarını emretmiştir. Allâh'ı zikretmek, hiç şüphesiz ki "Allâh" lafzının sâdece kelime olarak tekrarlanması değil, onun tahassüs merkezi olan kalbde mekân bulmasıdır.Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar: "Allâh'ı zikreden kimseyle zikretmeyenin misâli, diri ile ölü gibidir." (Buhârî, Deavât, 66) "Allâh'ı sevmenin alâmeti, Allâh'ı zikretmeyi sevmektir." (Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, II, 52) Nitekim zikirden uzak kimseler, Allâh sevgisinden de uzak oldukları için ilâhî tehdîd altındadır. Âyet-i kerîmede buyurulur: "Allâh'ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!.." (ez-Zümer, 22)
Zikrullâh ve Murâkabe
..:: 2 ::..
Bu tehdîdden sâlim olabilmek için, devamlı zikir hâlinde bulunmanın lüzûmu, Cenâb-ı Hak tarafından şu şekilde beyân buyurulmuştur: "Rabbini, kendi içinde (kalbinde), yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle, gece-gündüz zikret! Gâfillerden olma!" (el-A'râf, 205)
Yine âyet-i kerîmelerde zikirden uzaklaşmanın tehlikesini ifâde maksadıyla şöyle buyurulmuştur: "Kim Rahmân (olan Allâh)'ı zikretmekten gâfil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. Şeytana dost olan o kimse, sonunda bize (huzûrumuza hesab vermeye) gelince, arkadaşına: "-Keşke, benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı! Meğer sen, ne kötü bir arkadaşmışsın!.." der." (ez-Zuhruf, 36-38) "Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun hakkı dar bir geçimdir ve biz onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. (O zaman) O: "- Rabbim beni niçin kör olarak haşrettin? Hâlbuki ben daha önce gören bir kimseydim." der. Allâh Teâlâ: "- Evet öyleydi. (Hani dünyâda) sana âyetlerimiz gelmişti de sen onları unutmuştun. İşte bugün de sen öylece unutulursun." buyurur." (Tâhâ, 124-126)
Güzel ahlâk ve hasletler, ancak Cenâb-ı Hak'tan korkan, O'nu çok seven ve çok zikredenlere mahsûstur. Allâh Teâlâ buyurur: "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O'nu tesbîh eder. O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur… Ne var ki siz, onların tesbîhini anlayamazsınız! O, Halîm'dir, bağışlayıcıdır." (el-İsrâ, 44)
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de zikir ve zikir meclislerinin fazîleti hakkında bir kudsî hadîsinde şöyle buyurmuşlardır: "Allâh Teâlâ buyuruyor ki: Ben kuluma, benim hakkımdaki zannına göre muâmele ederim. O beni zikrettiğinde ben onunla berâberim. O beni, kendi içinde zikrederse, ben de onu zikrederim. O beni bir topluluk içerisinde zikrederse, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içerisinde anarım." (Buhârî, Tevhid, 15) ,
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün ashâb-ı kirâma hitâben: "- Amellerinizin Allâh katında en temizini, derecelerinizin en yükseğini, altın ve gümüş sadaka vermenizden daha hayırlısını, düşmanlarınızla karşılaşıp boyunlarını vurmanızdan ve onların da sizin boynunuzu vurmasından daha hayırlısını haber vereyim mi?" diye sordu. Onlar da: "- Haber ver, ey Allâh'ın Rasûlü!" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Allâh'ı zikretmektir." buyurdu. (Tirmizî, Deavât, 6)

Zikrullâh ve Murâkabe
..:: 3 ::..
Zikrullâh ferdî olarak yapılabildiği gibi topluluk hâlinde de yapılabilir. Nitekim Muâviye -radıyallâhu anh- mescidde halka hâlinde oturan bir cemaatin yanına geldi ve: "- Burada niçin toplandınız?" diye sordu. "- Allâh'ı zikretmek için toplandık." diye cevap verdiler. O tekrar: "- Allâh aşkına doğru söyleyin. Siz burada sadece Allâh'ı zikretmek için mi oturdunuz?" diye sordu. "- Evet, sadece bu maksatla oturduk." dediler. Bunun üzerine Muâviye -radıyallâhu anh- şöyle dedi: "- Ben sizin sözünüze inanmadığım için yemin vermiş değilim.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e benim kadar yakın olup da benden daha az hadis rivâyet eden yoktur. Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- halka hâlinde oturan sahâbîlerinin yanına geldi de onlara: "- Burada niçin oturuyorsunuz?" diye sordu. "- Bize İslâmiyet'i nasip ederek büyük bir lutufta bulunması sebebiyle Allâh'ı zikretmek ve ona hamdetmek için oturuyoruz." diye cevap verdiler. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Allâh adına doğru söyleyin. Gerçekten siz burada sadece Allâh'ı zikretmek için mi oturdunuz?" diye sordu. "- Evet, vallâhi sadece bu maksatla oturduk." dediler. Bunun üzerine Allâh'ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Ben size inanmadığım için yemin vermiş değilim. Fakat bana Cebrâil gelerek Allâh Teâlâ'nın meleklere sizinle iftihar ettiğini haber verdi de onun için böyle söyledim." buyurdu." (Müslim, Zikir, 40)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kalbî eğitim husûsunda ashâb-ı kirâmın istîdâdına göre zikir tâliminde bulunurdu. Ümmü Hânî ile arasında geçen şu konuşma bunu ne güzel misâllendirir: Ebû Tâlib'in kızı Ümmü Hânî -radıyallâhu anhâ-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e mürâcaat ederek: "- Yâ Rasûlallâh! Ben ihtiyarladım ve zayıfladım. Bana oturduğum yerde yapabileceğim bir ibâdet tavsiye eder misin?" diye sordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: "- Yüz defâ "sübhânallâh", Yüz defâ "elhamdülillâh", Ve yüz defâ "lâ ilâhe illâllâh" de!" buyurdular. (İbn-i Mâce, Edeb, 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 344)
Zikirler içinde bilhassa kelime-i tevhîdin topluluk hâlinde zikredilmesinin husûsî bir yeri vardır. Nitekim sahâbeden Şeddâd bin Evs -radıyallâhu anh-'ın rivâyet ettiği şu hadîste bu husûsa işâret buyurulmuştur: Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanında bulunduğumuz bir sırada bize hitâben: "- Aranızda yabancı biri var mı?" diye sordular. Buradaki "yabancı" ile Ehl-i Kitâb'ı kasdetmişti. Biz de: "- Hayır, yoktur yâ Rasûlallâh!" dedik.
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kapıların kapatılmasını emrederek şöyle buyurdu: "- Ellerinizi kaldırın ve Lâ ilâhe illâllâh deyin!" Şeddâd bin Evs -radıyallâhu anh-, bu zikir meclisinin devâmını şu şekilde anlatır: "- Ellerimizi bir müddet kaldırıp söylenildiği şekilde (Lâ ilâhe illâllâh! diyerek) zikrettik. Müteâkıben Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ellerini indirdi ve şöyle duâ etti: "- Allâh'ım sana hamd olsun! Rabbim, beni "bu cümle" ile gönderdin. Onu (söylemeyi ve gereğini yerine getirmeyi) bana emrettin. Buna karşılık bana cenneti va'd ettin. Sen va'dinden asla dönmezsin!"

Zikrullâh ve Murâkabe
..:: 4 ::..
Daha sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına şöyle buyurdu: "- Müjdeler olsun size! Muhakkak ki Allâh Teâlâ sizi bağışladı." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 124) Bir başka hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulur: "- "Lâ ilâhe illâllâh!", Allâh katındaki yeri ve değeri pek büyük olan bir kelimedir. Kim tam bir ihlâs ve sadâkat içinde onu söylerse, Allâh onu cennete koyar. Kim de onu inanmadığı hâlde sadece diliyle söylerse, canı ve malı korunur; lâkin yarın Allâh'a kavuşunca, Allâh da onun hesâbını görür." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 26) ,
Her an zikrullâh ve murâkabe şuuru içinde bulunmanın lüzûmunu ifâde eden şu hadis-i şerîf de câlib-i dikkattir. "Allâh'ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allâh'ı unutarak yapılan çok konuşmalar kalbi katılaştırır. Allâh'tan en uzak olan kimse ise kalbi katı olandır." (Tirmizî, Zühd, 62) buyurmuşlardır. Görüldüğü üzere zikrullâh, bizzât Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından pek çok vesîleyle tâlim, teşvîk ve telkîn edilmiştir. Bu denli tervîc edilen bir ibâdetin feyzinden uzak kalmak ne büyük bir kayıp ve hakkıyla edâ edildiğinde nâil olunacak uhrevî nîmetlere mukâbil, ne acı bir mahrûmiyettir.
Bu dünyâ hayâtında Rabbimizi ne kadar çok ve ne ölçüde derinden hissederek anarsak, yarın âhirette ilâhî vuslata o nisbette nâil olacağımız muhakkaktır. Sevenler sevdiklerini, duydukları muhabbetin şiddeti nisbetinde yâd etme ihtiyâcı hissederler. Diğer taraftan o yâd ediş de, sevilene karşı duyulan muhabbeti artırır. Îmân halâvetinden (lezzetinden) nasîb alanlar da bu istikâmette merhaleler kat ettikçe, Cenâb-ı Hakk'a olan iştiyâkları kadar zikredişleri de artar.
Nefsânî iştihâlarla rûhânî iştihâlar arasında tatmîn yönünden de bir fark vardır: Yemek içmek gibi nefsânî iştihâlar tatmîn oldukça sönerken, rûhânî iştihâlar ise artıp çoğalır. Bu, susuzluğunu gidermek için âdetâ tuzlu su içmeye benzer. Her içilen su, iştihâyı biraz daha artırır. Böyleleri her hâl ve fırsatta dâimî bir zikir hâlinde bulunup göklerin ve yerin yaratılışındaki ince ve dakîk hikmetlere dalarlar da: "…Yâ Rabbî! Sen bunları boşuna ve abes yaratmadın; Sen'i tesbîh ederiz. Bizleri cehennem azâbından koru!" (Âl-i İmrân, 191) diye tefekkür ve niyâzda bulunurlar. Hayatı îman ve itmi'nânla idâme ettirmenin, ilâhî neşveler ve safâlara erişmenin ve nihâyet kâmil bir îmanla Hakk'a kavuşmanın yolu, dâimî zikirden geçmektedir. Zîrâ insan nasıl yaşarsa öyle ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur. Nitekim, hadîs-i şerîfte de buyurulduğu üzere: "İnsanlar kıyâmet gününde öldükleri hâl üzere diriltileceklerdir." (Müslim, Cennet, 83) Hiçbir şey, insanın tahassüs ve tefekkür iştiyâkını, kâinâtın Hâkim ve Nâzım'ı olan Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd'un varlığına vukûf ve O'na muhabbet derecesinde tatmîne medâr olamaz. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere: "Kalbler, ancak zikrullâh ile itmi'nâna (hakîkî huzura) erişir" (er-Ra'd, 28)

12 Temmuz 2008 Cumartesi

EĞİTİM VE TASAVVUF

"Nefsi (insan benliğini, kişiliğini) düşün… Onun nasıl (yaratılış) amacına uygun şekillendirildiğini… Nasıl ahlâkî zaaflarla olduğu kadar Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle de donatıldığını... Her kim nefsini arındırırsa, kesinlikle saadete erişecektir. Onu (fenalıklara) gömen ise hüsrandadır.” (91/Şems, 7-10)

İnsân-ı kâmil:

Eğitim/terbiye, en genel mânâda, “bir şeyi tedrîcen (basamak basamak, yavaş yavaş) geliştirerek kemâline ulaştırmaktır.” İnsanda fıtrî olarak mevcut bulunan kemal sıfatları geliştirip nâkıs özellikleri azaltmaktır.

Tasavvuf, insan ilmidir. İnsan hakikatlerinin kapısıdır. Tasavvufun hem konusu hem de gayesi doğrudan insanla ilgili olduğu için insan, insan psikolojisi, terbiyesi ve yönlendirilmesi açısından ortaya koyduğu esaslar asırlardan beri konu ile ilgilenenlerin dikkatini çekmiştir.

Tasavvuf insana önce kendini, ardından Rabbini tanımayı öğretir, rûhî hayattaki nefsânî (iç) problemleri çözmeye çalışır, insanın insanlarla ilişkilerindeki problemlerine çözümler üretir ve ferdi rûhî olgunluğa eriştirmeyi hedefler.

Nurettin Topçu; “İslâm’ın ideali, insan idealidir. İnsan ideali ise kalp tekniğine muhtaçtır.” demektedir. Nitekim insanın nefsini ve rûhunu alâkadar eden her hususla ilgilenen tasavvuf, öncelikle nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi sayesinde ham insandan kâmil insan hüviyetine ulaşma seyrinde şâhid olunan merhale ve hâlleri mevzû edinir.

Seyyid Hüseyin Nasr’ın ifadesiyle, tasavvufun amacı; “İnsanın, varlığının bütün genişliği ve derinliği ile, evrensel insanın (el-insânu’l-kâmil) tabiatında mündemiç bulunan enginliği içinde bütünleşmesidir.” Hz. Peygamber’e tam bir ittibâ ile “insan-ı kâmil” yetiştirmektir.

İnsanın bütünlüğü

İnsandaki ‘organik’, ‘zihinsel’ ve ‘ruhsal’ olmak üzere üç boyut birbirinden bağımsız değildir; birlikte etkindir. Birinin eksikliği diğerlerini de eksik kılar. Bu nedenle amaç, her üç boyuta da hitap edebilecek, çatışmalara yol açmayacak; aksine aralarındaki uyumu sağlayacak veya sürdürecek bir yapılanmaya sahip olmak zorundadır.

Tasavvuf, hakîkatte bir insan ilmidir. İslâm ilimlerine mensup olan hiçbir âlim, insanı tasavvufun anladığı kadar iyi, güzel ve mükemmel olarak anlayamamıştır. Buna sebepledir ki tasavvuf, eğitim alanında da derin bir etki meydana getirmiştir. Zira onun başlıca çabası, sahip olduğu tüm gizli yeteneklerini (potansiyel) gerçekleştirip mükemmelleştirinceye değin, bireyi bir bütün olarak eğitmektir. Zaten ancak bütünlüğünü koruyarak insan velî olabilir.

İslâm eğitim düşüncesi ve Tasavvuf

Allah Teâlâ, peygamberi Hz. Muhammed’in(sav) temel görevinin eğitim ve öğretim olduğu bildirmektedir: “Size aranızdan öyle birisini peygamber gönderdik ki, âyetlerimizi okuyacak, sizi tezkiye edecek, size Kitâbı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek.” (2/Bakara 151)

Hz. Peygamber’in, âyette belirtilen eğitim görevleri arasındaki “tezkiye etme” ve “hikmeti öğretme”yi, İslâm eğitim tarihinde tasavvufun üstlendiği bilinmektedir. Hatta; hikmetin öğretilmesiyle birlikte zikredilen “Kitâb’ın öğretilmesi” ve “bilinmeyenlerin bildirilmesi” dahi tasavvufla yakından ilişkilidir.

Tasavvufî eğitimde yetiştirilmek istenen insan tipi ‘ideal bir dindar’ kişidir. Bu sebeple, tasavvufî eğitimden geçmiş ve bu eğitimi başarıyla ikmal etmiş bir şahsa “insan-ı kâmil” denmektedir. İnsan-ı kâmil, din adına şahısta aranan bütün ideal vasıflara sahip olmak mânâsındadır. O halde tasavvufî eğitimin yetiştirdiği insan tipi, dinin de yetişmesini arzu ettiği tiptir denilebilir.

İslâm dini, kendi perspektifinden genel bir eğitim için kaideler ve ölçüler vazederken, tasavvufî eğitim ise, özel bir eğitim programını gerçekleştirmek için seferber olur. İnsanlar kabiliyet ve güçleri itibâriyle muhtelif seviyelerde yaratılmışlardır. Tasavvuftaki eğitim, sâlikin kalbî kabiliyet ve güçleri ile mîzâcına göredir. Tasavvufta sâlike, fertten ferde değişen terbiyevî metotların kullanılması yolu kabul edilmiştir.

“Tasavvufî eğitim, din eğitiminin psikolojik zeminine daha çok ağırlık veren tâlî bir eğitim sistemidir. Çünkü tasavvufî eğitim, din eğitiminin bir parçasıdır.” denilmektedir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki tasavvufî eğitimde “mürid” adını verdiğimiz öğrenci, söz konusu eğitimden geçmeden önce, “şeriat” denilen dinin zâhirî hükümlerini öğrenip tatbik etmek zorundadır. Tabiîdir ki, bu da ciddi bir din eğitimi ve öğretimi gerektirir. Dolayısıyla tasavvufî eğitim, din eğitiminin ileri bir merhalesidir.

TALHA SÖYLEMEZ

GÜNAH HASTALIKLARIMIZA KARŞI GÖNÜL İLACI VE EĞİTİMİ....

Bayez’id-i Bestamî Hazretleri ilaç yaparken rastladığı bir hekime
“Ey tabib! Sende benim hastalığıma da ilaç var mı? dedi.
Hekim sordu:
“Hastalığın nedir?”
Bayezid Bestami hazretleri:
“GÜNAH HASTALIĞI….” Cevabını verdi.
Hekim ellerini iki yana açarak:
“-Ben günah hastalığının ilacını bilmem.” Dedi.
O esnada orada bulunmakta olan meczûb bir genç söze karışıp:
“-Baba. Senin hastalığının ilacını ben biliyorum.” Dedi.
Bayezıt Bestami hazretleri de sevinçle:
“-Söyle ey delikanlı!” dedi.
Halkın meczup gördüğü, ancak hakikatte bir arif olan genç, günah ilacını şöyle tarif etti.
“-On dirhem tevbe kökü ile on dirhem istiğfar yaprağı al. Bunları kalp havanına koy! Tevhid tokmağı ile döv. İnsaf eleğinden geçir. Göz yaşlarıyla yoğur. Aşk fırınında pişir. Böylece oluşacak olan macundan her gün beş kaşık al; hastalığından eser kalmaz…”
Bunları dinleyen Bayezıd-i Bestami hazretleri, içini çekti ve:
“-Senin gibi ariflere mecnun diyerek kendilerini akıllı sananlara eyvahlar olsun!..” dedi.
Mevlam bu ilacı kullanmayı hepimize nasip etsin


GENÇLİĞİN ÖNEMİ VE ÖNÜNDEKİ TUZAKLAR!

Gençlik Çağı
Yaratılmış en değerli varlık insandır. (Kur’ân-ı Kerim, 95/4) Hayatın en verimli çağı da gençlik yıllarıdır. İhtiyarlık gelip çatmadan, ‘keşke’ demeden önce gençliğin kıymeti bilinmelidir. Ahir zamanda ‘mümin genç’ olmak kolay olmasa da imkânsız değildir. Hesap günü insanlara sorulacak sorulardan biri de gençliğini nerede geçirdin sorusu olacaktır.Gençlik; buluğ çağıyla başlayan, yirmili yaşların ortalarına kadar devam eden, çocukluktan erişkinliğe köprü olan dönemin adıdır. Heves ve heyecanın zirveye ulaştığı bu döneme delikanlılık da denir.

Gençlik, insanın bir daha asla elde edemeyeceği bir fırsattır. Gençlik dönemi kıymeti bilinmesi gereken bir dönemdir. Sanki hiç tükenmeyecekmiş gibi gelse de bir bakarsın ki elden gitmiş.

Dinamizm, heyecan, coşku, aksiyon, açık sözlülük, yüreklilik, gibi özelliklere sahip olan genç bu özelliklerini hayırlı yerde kullanabileceği gibi, yanlış mecralarda kullanma eğiliminde de olabilir. Her gencin birtakım zafiyetleri yanında güzel yönleri, üstün özellikleri de vardır.

Gençlik, bir nevi belirsizlik, arayış ve şekillenme dönemidir. İsyankârlık, macera, kuruntu, alınganlık, tepkisellik ve dağınıklık gibi davranışlar görülebilir. Gençlerin genellikle gönülleri hassastır, kırılgan bir yapıya sahiptirler. Kendini topluma ispatlama çabası vardır. Mantıklı hareketten ziyade hisleriyle hareket eden kimselerdir. Hisler ise gözü kör eder, mantıklı düşünmeyi ve geleceği görmeyi engeller. Esiri olunan geçici zevkler geleceği karartabilir. Şuurlu bir genç, idealleri uğruna fedakârlık yapabilendir. İdeali olmayanlar ise rotasız bir yelkenliye benzer ki ne kadar kuvvetli eserse essin rüzgâr ona fayda etmez.

Gençlik, kontrolsüz ve gelişi güzel geçirilen bir dönemin adı olmamalıdır. İyi veya kötü alışkanlıkların kazanıldığı, kişilik yapısının oluştuğu bir zaman dilimi olan gençliğin önemi; yaşlılık dönemi için değil ölümden sonraki sonsuz bir hayat için hazırlığın yapıldığı bir dönem olmasındandır.İnsanın yapısında hayır ve şerre yönelme istidadı birlikte bulunmaktadır. İnsan hangisini geliştirirse o baskın olur. Hayırdan habersiz yetişen gençliğin kaçınılmaz durağı şer olacaktır. Aile, okul, arkadaş çevresi, yazılı ve görsel medya ile sürekli bir etkileşim söz konusudur. Gençler kişilik bunalımı, gayesizlik, uyuşturucu, kötü alışkanlıklar (içki, kumar gibi), toplumla ilişki kuramama gibi problemlerin hedefidir.

Ailenin Önemi:

Kişiliğin ilk şekillenmeye başladığı yer ailedir. Gençlerin sorunlar yaşamaması, kimi tuzaklara düşmemeleri için en başta iyi bir aile terbiyesi verilmelidir. Karmaşık çok sayıda sorunla karşılaşabilecek olan gençliğe en başta aileler anlayışla yardımcı olmalıdırlar.

Gençlere tavsiye edilen doğruları aileler öncelikle kendileri yapmalıdır. Yasakladıklarını da kendileri yapmıyor olmalıdır. Aksi takdirde yapılan nasihatlerin tesir ve etkisi ya hiç olmaz ya da sınırlı seviyede kalır.Terbiye, ressamın resim yapmasına benzeyen bir beceridir ve ancak ilimle mümkündür. Bunun için de çocukluk dönemi ve gençliğin ilk yılları son derece önemlidir. Aksi halde sonraları zorlaşır. Doğru bilgi ve doğru alışkanlıkların çocuklara verilebilmesi için ailenin kendisi yeterli bilgi, şuura ve doğru bir yaşayışa sahip olmalıdır. Aile, çocukları ile doğru bir iletişim kurabilmelidir. Ancak sağlam atılan temeller üzerine sağlıklı binalar kurulur. Bu gün Avrupa gençliğinin problemlerinin ana kaynağı, aile müessesesinin zayıflığıdır. Aileyle ilgili bir diğer gençlik sorunu da, evlenme sorunudur. Bilindiği gibi İslâm meşru evliliği kolaylaştırıp teşvik etmiştir. Günümüz şartlarında kendini çağdaş zanneden gençlerin çoğu evlilik konusunda, ana-babalarını devre dışı bırakma eğilimindedirler. Hatta giderek zorlaşan hayat şartlarını bahane göstererek evlilik dışı hayatı tercih edenler bile vardır. Burada elbette ki çağdaş Batı’da yaşanan ve adına cinsel özgürlük denen hareketlerin de büyük etkisi vardır. Bazı kesimler, gençliği istismar pahasına bu eğilimleri körüklemekte ve her türlü sefahat ve fuhşun teşvikiyle, gençlerin adeta şehevî duygularını tatminden başka bir şey düşünmesini engellemektedir. Böylece; gençlerimiz uyuşturucu ve fuhuş sektörlerinin kirli tuzağına düşmekten kurtulamamaktadır.Gençler kendilerine örnek, model ararlar. Bu meyanda öğretmenlerinden ve arkadaşlarından da etkilenirler. Bu model, ailede anne-baba, okulda öğretmen olabilir. Özellikle bu yaşlarda arkadaş seçimi çok önemlidir.

Efendimiz (s.a.v.) “Kişi, dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin” buyurmaktadır. (Ebû Dâvûd, Edep 4833) Gençler, kötü arkadaşlıkların ve alışkanlıkların edinildiği mekânlardan uzak durmalı, buna karşılık iyi arkadaşlar edinmelidir. Çünkü yalnız kalan insanı şeytan daha kolay aldatabilir. İki kişi olursa zorlanır. Üç kişi olurlarsa şeytan güç yetiremez.

Eğitim:

Eğitimciler, taşlar üzerine yapılan nakış misali isterlerse gençlere istedikleri şekli verirler. Gençlerin farklı özellik ve güzelliklerini fark edebilmek ve buna göre strateji belirlemek eğitimcinin ve davetçinin görevidir. İlim öğreniminde ve öğretiminde cinsiyet farkı gözetilmez.Sadece pozitif ilimlerle yetinilmemeli, yeterli bir dini eğitim de alınmalıdır.

Sadece pozitif ilim insanı şüpheye götürür. Eğitimle gaye, ahlaki değerleri benimseyen, vatanını ve milletini seven, topluma faydalı, Rabbimizin razı olacağı birer fert yetiştirmek olmalıdır. Eğitimcilerimiz ve eğitim kurumlarımız, gençliğimizin gönül ve ruhlarını da geliştirmek ve güçlendirmekle görevlidirler. Gazeteler, dergiler, radyo, televizyon sinema ve internet gibi araçlar da her insanı olduğu gibi gençleri de daha çok etkilemekte ve onların hayatlarına yön vermektedirler. Ailelerin dikkatli olmaları gereken işlerden birisi de kitle iletişim araçları konusunda temkinli ve uyanık bulunulmalı, çocuklarını zararlı meşguliyetlerden sakındırmalıdırlar.

Gençleri Bekleyen Tuzaklar

İçki:

İslâm, kişinin dinini, aklını, canını, neslini ve malını korumayı esas almıştır. Gençliğin önündeki en büyük tuzaklardan biri olan alkol ve uyuşturucu ile mücadele konusunda Kur’ân’da bunların birer pislik oluşu ve uzak durulmasının gereği üzerinde durulmuştur. (Kur’ân-ı Kerim, 5/90–91) İçki kötülüklerin anası olması sebebiyle bir dizi kötülüğe de (sigara, adam öldürme, kapkaç, hırsızlık, fuhuş gibi) başlangıç ve potansiyel oluşturmaktadır. Bu konuda Allah’ın emirleri gözetilmeli ve bu tür tehlikelerden uzak durulmalıdır.

Arkadaşlar arasında dışlanmayayım bir defadan bir şey olmaz gibi anlayışlar doğru değildir. Her kötü ahlak bir defa yapmakla başlar. Günümüzde cadde ve sokaklar gençler için tuzaklarla dolu. Uyuşturucu kullanma yaşının 10 yaşın altına düştüğünü üzülerek izlemekte ve okumaktayız. Genellikle dini şuurdan yoksun kişilerde kendini gösteren bu olumsuzlukların izalesi de bu konudaki gayretlerden geçmektedir.FuhuşGençlik için önemli bir tehlike de neslin muhafazasını tehlikeye sokan ahlâkî erozyondur. Bir toplumu yozlaştırmanın en kestirme yolu, toplumun can damarı olan gençleri yozlaştırmaktır. Fuhuş nesil emniyetini bozmakla kalmaz, bir sürü ölümcül hastalıkların yanında psikolojik sorunları da beraberinde getirir.

Gençlerimiz, Efendimizin (s.a.v.) tavsiyelerine uymalı. Gücü yeten evlenmeli, yetmeyen de insanı fuhşa yaklaştıran sebeplerden uzak durmalı ve çokça oruç tutmalıdır. Meşru daire keyfe kâfidir denilmiştir. Helal dairesi geniştir, harama girmeye gerek yoktur. Haram kılınan da bilinmelidir ki bizlerin yararınadır.HırsızlıkGençliğimizi bekleyen sosyal problemlerden biri de mala karşı işlenen gasp ve hırsızlık gibi suçlardır. Birbirimizin mallarını hırsızlık, kumar ve gaspla yemememiz dinimizin bir emridir (Kur’ân-ı Kerim, 2/188). İşsizlik gibi ekonomik nedenler kimi gençleri gasp, hırsızlık, fuhuş gibi daha birçok suç ve günaha açık hale getirmektedir. İşsizlik ve geçim sıkıntısının bir sonucu olarak karşımıza köşe dönmecilik felsefesi çıkmaktadır. Tahsilini bitirdiği, belli bir yaşa geldiği ve hatta evlendiği halde; hâlâ geçinebilecek bir iş bulamayan gençlerin büyük bir kısmı potansiyel olarak suça hazırdırlar. Her şeye rağmen alın teri ile helâl kazanma esas olmalı, işin kolaycılığına kaçılmamalıdır. Her ne kadar sistem ve toplum bu konuda iyi örneklik veremese de zorluklara talip olunmalıdır. Burada devlete ve zenginlere de vebal vardır ve onlara bu konuda önemli görevler düşmektedir.Gençlerimiz, sürü psikolojisi ile kalabalıkların peşine takılıp giden bireyler olmayıp, topluma doğru zeminde kılavuzluk yapacak liderliğe aday olmalıdırlar. Gayesiz bir yaşantı özgürlük olarak algılanmamalıdır. Çünkü biz başıboş bırakılmadık (Kur’ân-ı Kerim, 67/2)

11 Temmuz 2008 Cuma

Kalbte İman Ve Yakin Nasıl Kuvvetlenir?


Kalbte İman Ve Yakin Nasıl Kuvvetlenir?
Arifler demişlerdir ki: Kalp, Allahu Teala‘nın, ğayb hazinelerinden bir hazinedir. Her mü‘minin kalbinde, iman, ilim ve akıl bir arada bulunur.Yakin onlara bağlıdır. Onların zayıflaması ile yakîn zayıflar, onların kuvvetlenip ortaya çıkması ile kuvvetlenir. Çünkü bu üç şey, yakînin mekanıdır. Bu üç cevher, bir araya geldiğinde, kalpte yakin parlar ve etkisini gösterir.Kalp, bu manevî destek ve cevherlerle kuvvet bulur, temizlenir tasfiye olur. imanı güzel, ilmi düzgün, aklı kuvvetli olan kalbin yakini kuvvetli ve parlak olur. Şüpheli ve haram olan şeylerden kaçınma, zikir, tefekkür, takva ve edeb üzere yaşama, Allah korkusu ve dünyadan gönlü çekmekle iman kuvvetlenir; iman kuvvetlenince kalp de kuvvet bulur, yakinin nuru artar. İlim, insandaki tevhid anlayışını geliştirir. Tevhid ehlinin ilmi arttıkça yakini ve tevhid nuru da artar. Allahu Teala ayet-i Kerimede şöyle buyurmuştur:
“Bil ki; Allah‘tan başka ilah yoktur.“( Muhammed, 47/19)Bir diğer ayette de:“Biliniz ki, bu Kur‘an ancak, Allah‘ın ilmiyle (bilgisi dahilinde) indirilmiştir. O‘ndan başka ilah yoktur.“( Hud,114)Allahu Teala, bu ayetlerde, ilmi tevhidden önce zikretmiştir. Buna göre ilim, tevhidin evveli olmaktadır. Şu halde, kalb, her ne zaman Allah‘a aid bilgi ve marifetle genişler ve dünya sevgisinden tamamen yüz çevirirse, iman ve yükselmesi artar. Çünkü bu yükselme anında o, başkalarının görmediğini görür ve ilahi marifetle genişleme anında, diğer insanların bilmediklerini bilir, işte mü‘min bu şekilde manen gelişir ve olgunlaşır. Bu da, onun iman ve manevi kuvvetini artırır? Sonra, iman ettiği her şeyi gözle seyreder bir duruma gelir. Buna “ihsan makamı“ denir. Bu sayede nefsinde manevi bir kuvvet oluşur ve her şeyde Allahu Teala‘nın tecellilerini seyredecek bir hale ulaşır.( Geniş bilgi için bkz: el-Mekki, Kutu‘l-Kulub, l, 174 vd)Arifler demişlerdir ki:
“Her kulun, Allahu Teala‘nın azamet ve kudretinin tecellilerini müşahededeki nasibi, tevhid ilminden ve nurundan nasibi kadardır. Tevhiddeki nasibi, yakini miktarıncadır. Yakîni de Cenab-ı Hakk‘a yakınlığı nisbetindedir. Kulun Allahu Teala‘ya yakınlığı, Allahu Teala‘nın onun kalbine yakınlığı miktarıncadır. Allahu Teala‘nın kalbe yakınlığı, ondaki marifet ilmi ve ilahi bilgideki genişliği kadardır. Kalbin iman ve marifetle genişlemesi, Allahu Teala‘nın ihsanı miktarıncadır. Allah‘ın kuluna ihsanı, ona yaptığı inayeti ve tercihi kadardır. Bundan öte, Allah‘ın ilmi vardır. Bütün bunlar, bizlere kapalıdır; onlar ilahi kudretin sırrı ve bilemediğimiz tecellileridir.Kul ne kadar gaflete düşerse o kadar ilahi ilim ve hikmetlerden cahil kalır, mahrum olur. İnsan dünyayı sevdiği kadar gaflete düşer; heva ve hevesine ne kadar düşkünse o kadar dünyayı sever. Heva ve hevesin kula hakimiyeti nefsin sıfatlarını ortaya çıkarması ölçüsünde olur. Kalbte iman ve yakin nuru zayıfladığı ölçüde nefsin kötü sıfatları ortaya çıkar. Bu zayıflık da kalbin Allah‘tan gayri şeylerle perdelenip kulun Rabbinden uzaklaşmasıyla meydana gelir.Kalbin perdelenmesi ve Hakk‘tan uzaklığı, kibir ve kalp katılığını meydana getirir. Kalp katılığı, günahlara dalmaya götürür. Günahlara alışmak ve devam etmek, Hakk‘tan yüz çevirmenin alametidir. Bu hal, o kulun üzerinden ilahi yardımın çekilmesinden ve Cenab-ı Hakk‘ın ona rahmet nazarıyla bakmamasından ileri gelmektedir. Bundan öte sadece Cenab-ı Hakk‘ın bileceği kaderin sırrı geçerlidir. Bize orada söz hakkı yoktur.“( el-Mekki, Kutu‘l-Kulub, l, 125)Hangi derde düşersek düşelim onun bir sonu vardır. Allahu Teala hangi hastalığı yaratmışsa onun bir de ilacını yaratmıştır. Hastalık ile ilacını buluşturan kimse, iyi olur, dertten kurtulur.Bize düşen tavazu ve ümitle Yüce Rabbimize yalvarmak, rahmetini istemek, emirlerini yapmaya sabretmek, kusurlarımıza tevbe, iyi hallere şükretmektir. Kul duaya sarılır, gerisi Hûda‘ya kalır.

HİZMET VE ADABI

HİZMET VE ADABI:
Allah dostları “Hizmet mühimdir, lakin hizmette edeb daha mühimdir” buyurmuşlardır. Yani yapılan hizmetin makbul olması için kalpteki ihlas ve samimiyet önemlidir.
Nitekim Kur’an-ı Kerîmde Hz. Peygambere ihlas ve takva etrafında kurulan Kuba Mescidinde namaz kılması, ancak münafıkların fitne ve nifak üzerine kurdukları Mescid-i Dırarı yıkması emredilmiştir. Dıştan bakınca bunların ikiside mescit ama batınen cennetle cehennem arasındaki kadar fark vardır.
HİZMETTE İŞİ ZAMANAGÖRE SAĞLAM VE GÜZEL YAPMAK:
Hizmet insanı sağlam ve kaliteli bir hizmet sunabilmek için kendini geliştirmelidir. Hizmette önemli olan, zamanın şartlarına göre hizmetin yapılış şeklidir. Mevlana bunu şöyle söylemiştir: “Düne ait ne kadar söz varsa, dünle beraber gitti Cancazım; şimdi yeni bir gün, öyleyse yeni şeyler söylemek lazım.”
Hz. Ali(r.a) efendimiz: “Çocukları ve gençleri kendi yaşadığımız zamana göre değil, onların yaşayacakları zamanı dikkate alarak yetiştirin” buyurmuşlarıdır.
En güzel ve sağlam yapılan hizmetler, hiçbir zaman zayi olmaz. Nitekim Allah Teâlâ “Biz yaptığını en güzel şekilde yapanın amelini asla zayi etmeyiz.(el-Kehf,30) buyurmuştur.
Peygamberimizde:”Allah Teala yaptığı işi en güzel ve sağlam bir şekilde yapan kimseyi sever (Deylemi, müsned) buyurmuştur.
HİZMET HEYECANINI YİTİRMEMEK VE HİZMETTE DEVAM VE SEBETKAR OLMAK:
İnsanı hizmetlere koşturan ve onun zevkle yerine getirilmesini sağlayan ve gönüllerdeki aşk ve şevkle yapıldığı içindir.
Uzun süre hizmette bulunan bazı şahıslarda zamanla hizmete karşı bir durgunluk görülmektedirler. Bu durum hizmet ehli adına bir tehlike başlangıcıdır.
İnb-i Abbas (r.) rivayet etmiştir ki Allah münlerin kalplerinde gevşeklik ve durgunluk zuhur ettiği bir dönemde şu ayet inmiştir: “İman edenlerin Allahın zikri ve onun katından inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürperme zamanı daha gelmedi mi? (el-Hadid-16)
Bir mü’min hizmette ne görürse görsün, ne eksiklik görürse görsün hiç bir şeyden korkmamalı, aksine görülen bu aksaklıklara daha azimle hizmet etme gayesini gütmeli ve ümitsizliğe düşmemelidir. Nitekim Allah, iman edipte hizmet edenlerin gevşekliğe düşmemelerini şu şekilde buyurmuştur:
“Ey mü’minler! Sakın gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten müminlerseniz üstün gelecek sizsiniz (Ali imran,139)
Hizmet ehli problem üretici değil, problem çözücü olmalıdır. Sıkıntılar karşısında tıkanıp kalmamalı, yılgınlık gösterip kenara çekilmek, bir acizliktir. Acizlik ise bir müslümana yakışmaz. Hizmette bulunan bir kimse, Allah ve Rasulünün şu sözünü unutmamalıdır:
“EyRabbim, Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, takatsizlikten sana sığınırım.”(Buhari)
Hizmet, gelip geçici bir sevda değildir. Son nefese kadar kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın hizmet eden kimse ilmiyle, canıyla, malıyla insanlara faydalı olmayı her şeyden üstn tutacaktır.hemen her şeyde bir aksaklık gördüğünde kendisine verilen vazifeyi bırakıyorum gibi sözlerle ümitsizliğe düşmeyecektir. Bu itibarla hizmet ehlinin azığı sabır dayanağı Mevla olmalıdır. Büyük Allah dostlarının hizmette birleştiği şu sözleri çok önemlidir:
Şu 3 sınıftaki insan Allahtan uzaktır:
1-Rahatını düşünerek hizmetten kaçanalr
2-Hassas olduklarını bahane ederek artık içim kaldırmıyor diyerek sohbet meclisinden uzakta kalanlar
3-Sefih ve fasıklarla olanlar
Hizmette görülen bir hatayı yapan kişinin şahsına değilde hatasına buğzetmelidir.
Bir gün Ebu Derda hz. Şamda kadılık yapıyordu. Halkın bir günahkara sövüp kötü sözde bulunduklarını gördü. Onlara “siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz ne yaparsınız? Diye sordu. Oradakiler ip salıp çıkarmayı düşünürüz” dediler.
Ebu Derda hz.leri dediki: Öyleyse günah kuyusuna düşmüş bu kimseye neden bir ip salıp kurtarmıyorsunuz?” diye sordu. Oaradakiler cevaben Sen bu günahkara düşmanlık duymuyormusun dediler?
Ebu Derda Hz.leri: Ben onun şahsına değil günahına hatasına düşmanım diye buyurdu.

Hz. Mevlana ne güzel buyurur:
Ay, geceden ürkmediği, karanlıklardan kaçmadığı içindir ki nurlandı ve ışık saçmaya başladı.
Gül de o güzel kokuyu dikenle hoş geçindiği için kazandı. Bu hakikati gül şöyle anlatırç dikenle beraber bulunduğum için neden kendimi gama ve üzüntüye vereyim ki? Ben gül olarak gülmeyi dikenin kötü huylarının bana batmasından ve o huylara katlandığım için elde ettim. Onun sayesinde aleme hoş kokular dağıttım.
HİZMET EDENLERİN BİRBİRLERİNİ KIRMAMASI,İNCİTMEMESİ...HİZMETTE TEVAZU VE ŞIMARMAMAK:
Bir kul, hangi nimet ve lutfa nail olursa olsun ister maddi olarak ister manevi olarak hangi makamda olursa olsun enaniyete dalarak kibirlenmekten kurtulmalıdır ve dostlarını kırmamalıdır. Hangi makam, mal, mülk, şöhret, meslek sahibi olursa olsun hizmetlerde enaniyet illetinden korunmamız için Allah Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurur.: Şımarma! Allah şımaranları sevmez(el-Kasas 76)
Nitekim Peygamberimizde: Ben Rasullerin kumandanıyım, lakin övünmek için demiyorum. Peygamberlerin sonuncusuyum, ilk şefaat edecek, cennete ilk girecek benim ancak bunları övünmek veya övünç vesilesi olsun diye söylemiyorum.(Darimi,mukaddime,8) buyurmuşlardır.
Hizmette bulunan kimse, hizmetteki aksaklıklardan dolayı başkalarını suçlamamalı, ayıp ve kusuru öncelikle kendinde aramalıdır. Hizmet edilenlerde görülen bir yanlışlık gördüğünde yüzüne söylemelidir
Hizmette bulunurken kendimizi kontrol etmeliyiz.
İmam Rabbani bir şeyh olan talebesine mektubunda şöyle yazmıştır: “irşad ettiğin talebelerden şikayetçi olduğunu ve onlara kırıldığını yazıyorsun. Oysa senin onlardan değil, onlara karşı kendi tutum ve davranışlarından kırılman ve şikayetçi olman gerekir.”(Mektubat,209. mektup)
Hizmette işin başındakiler daima fedakar ve önde olmalıdırlar. Bir hata gördüklerinde ister açıkça ister uyarı yoluyla olsun başkasını değil de kendisini uyarmalıdır.

MEVLANAYA GÖRE DİN EĞİTİMİNİN ESASLARI

MEVLANAYA GÖRE DİN EĞİTİMİNİN ESASLARI
“Ricâlullah” veya “Evliyâullah” denilen has kullar, öylesine bir ömür geçirirler ki, tüm hayatlarında, dahası tüm vakitlerinde ve hatta tüm anlarında Allah Teâlâ ile birlikte bulunmanın ve bu huzur halini daimi olarak yaşamanın gayreti ve çabası içinde olurlar.Onlar, Allah Teâlâ’nın, “Haberiniz olsun ki, Allah’ın dostları için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır. Onlar Allah’a iman eden ve kulluk şuuruyla hareket eden takva sahipleridir.” (Yunus / 62-63) diye vasıflandırdığı kıymetli kullardır.Onlar, vefatları anında meleklerden, “Korkmayın, endişelenmeyin ve geride bıraktığınız evladınız ve ailenizden dolayı da hiç mahzun olmayın. Bilakis size va’dedilen cennete kavuşacağınız için sevinin...” (Fussilet / 30) müjdesini alan bahtiyar kimselerdir.Onlar ki, kendileri hakkında, “Allah’ın öyle has kulları vardır ki, ne bir ticaret ne de alış-veriş onları Allah’ı anmaktan alıkoymaz” ( Nûr / 37) diye buyurulan er kişilerdir. Kim aşka dair bir şeyler bulmak isterse Hz. Mevlânâ’ya başvursun. Kim sevgiye, tasavvufa, kulluğa ve insan eğitimine dair bir şeyler almak isterse yine Hz. Mevlânâ’ya başvursun... Çünkü onun tezgahında bunların hepsini rahatlıkla bulabilirsiniz. Bu yazıda Hz. Mevlânâ’nın, insanın manevi eğitimine dair söylediği sözlerden bahsetmeye çalışacağız.
Hz. Mevlânâ’ya Göre Manevî Eğitimin Esasları
1. Gönlü Allah ve Resûlullah Aşkıyla Doldurmak
Hz. Mevlânâ, her şeyden önce, Allah’ın kitabını ve Rasûlünün sünnetini bilen bir şahsiyettir. İşte böylesine sağlam bir dinî birikime sahip olan Hz. Mevlânâ, adeta kendisini yetiştirmek ve eksik kalan kısımlarını tamamlatmak için Allah tarafından gönderilen gönül adamı ve aşk ummanı Şems-i Tebrizî ile karşılaşınca aşktan da nasibini almış, böylece ilimle aşkı mezc ederek, insanı tanıma ve kendine tanıtma vadisinde çift kanatlı bir hale gelmiştir. Yaşadığı halleri önce sadık müridi Hüsameddin Çelebi’nin anlayabileceği hale getirdi de öyle anlattı. O söyledi, Hüsameddin Çelebi yazdı ve ortaya 26.000 beyitlik Mesnevî gibi bir şaheser çıktı. Diğer eserleri de, uzun yıllar almış olduğu tahsilin, aşkla ve tefekkürle yoğrulan neticeleriydi...
İşte böylesine müstesna bir mücevher olan Hz. Mevlânâ’nın, insanın manevi eğitimi için tavsiye ettiği ve belki de ilk şart koştuğu esas, kişinin ilahi aşka sahip olması ve Allah’a olan sevgisi ve muhabbetinin, O’nun sevgili kulu ve rasûlüne de yönelik olmasıdır.Hepimizce malum olan bir beytinde şöyle der Hz. Mevlânâ: “Ben şu canı bu tende taşıdığım sürece Kur’an’ın kölesiyim. Ve ben Hz. Muhammed’in yolunun tozuyum toprağıyım.Birisi benden, bundan başka söz naklederse, o kişiden de uzağım, o sözden de...”Bir başka yakarışı ise şöyledir:“Allah’ım bana yerle gök arası genişliğinde bir dil ver ki, meleklerin bile hayran olduğu Muhammed Mustafa’yı anlatıp da durayım.”Böylesine bir aşkın sahibi olan Hz. Mevlânâ, bizlerin de dikkatini aşk bahsine mevzuuna çekmek ister ve der ki:
“Kâinatta ne varsa aşktan ibarettir. Aşk olmasaydı, bu kainat nereden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana yedirip senin vücuduna katılır ve sen olurdu? Bil ki ekmek, o aşk sayesinde kendini sana verdi ve sende fani olarak sen oldu.” “Bil ki, içi ilahi aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır. Belki hayvandan daha aşağıdır. Zira Ashab-ı Kehf’in köpeği dahi aşk ehlini aradı buldu, ruhani bir safaya erişti ve o has kullarda fani olarak cenneti kazandı.” “Vefatımdan sonra benim kabrimi aç ve içimin ateşi sebebiyle kefenimden nasıl duman yükseldiğini gör.”
Aşkla, bu şevkle dolu olan Hz. Mevlânâ, sadık ve sevgili müridi Hüsameddin Çelebi’nin ifadesine göre, soğuk kış gecelerinde dayanamadığı aşk ateşinin hararetiyle kendini dışarıya atar, sofada başını secdeye koyarmış... Hararetinin şiddetinden secde ettiği yerdeki buzlar erir su olurmuş... Tıpkı, secdelerde gözyaşları toprağı çamura çeviren Abdülkadir Geylani gibi... Ve tıpkı, uzun secdelerde gözyaşları sakalını ıslatacak kadar akan iki cihan sultanı Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz gibi...
2. Allah’a Kulluğun Şuurunda Olmak:
İnsanın, yüce bir Yaratıcı tarafından yaratılmış olduğunun ve ona kul olması gerektiğinin şuurunda olması, kulluğun en yüksek makamıdır. Bu aynı zamanda peygamberlikten de önce zikredilen bir vasıftır. Takdir edersiniz ki, kelime-i şehadeti okurken, bizler, peygamberimizden bahsederken “abduhû ve resûlühû” diyerek, önce onun kulluğunu sonra peygamberliğini tasdik ederiz. Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen bazı peygamberler de bize tanıtılırken “O ne güzel bir kul idi.” (Sâd/30,44) diye kulluğunun güzelliğine vurgu yapılarak örnekler verilir. Tüm bu anlatılanlar bir tek hakikate işaret ediyor ki, o da Yüce Mevlâ’mızın buyruğu olan “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat/56) fermanıdır.
Hz. Mevlânâ da, kulluğunun şuuruna vakıf olabilen müstesna bir şahsiyettir. Ona göre kulluk şuuruna sahip olmanın en güzel karşılığı vefa duygusudur. Vefayı dostluğun bir parçası olarak gören Hz. Mevlânâ, bir beytinde der ki:“Dosta karşı vefalı ol. Vefakar olmak Elest Meclisinde söz verdiğin borcunu ödemendir. Korkarım ölürsün de borçlu gidersin.” Bu beytiyle bizlere, adeta Allah Teala’nın, “Sizin Rabbiniz Ben değil miyim?” sorusuna karşılık bütün ruhların “Evet şahitlik ederiz ki, bizim Rabbimiz Sensin.” şeklindeki cevabından bahseden ayeti hatırlatır. Ancak onun Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk şuuru farklı bir çizgide tecelli eder. Bu çizgi kulluktan yana duyduğu şevk ve heyecandır. Gelin şu beyte kulak verelim:“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum.Ben aciz kul, kulluğumu ifa edemediğimden başımı önüme eğdim.Her köle azad edilince sevinir.İlahi! Ben ise Sana kul-köle oldum diye seviniyorum.” Hz. Mevlana, işte böylesine bir kulluk şuuruyla yaşadı ve Rabbine kavuştu. Ya bizler?... Kulluk borcumuzu nasıl ödüyoruz acaba?. Kıldığımız namazlardan hatırımızda kalan bir tekbir, bir de selam çoğu zaman... Namaz kıldığımızı zannettiğimiz, zaman diliminde ise, günlük işlerimizi, hesabı-kitabı, alacak-vereceklerimizi planlıyoruz. Sanki bizler için söylenmiş şu beyitler için gelin, kulak verelim Hz.Mevlânâ’ya:“Ömür, yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede. Gâfilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmada...Sen aklını başına al da, ömrünü şu içinde bulunduğun gün say. Bak bakalım bu günü hangi sevdalarla harcıyorsun?”
3. Gönül Dünyamızı Muhafaza Altına Almak
“Gönül” ve “Kalb” manevi eğitimde önemli kavramlardır. Gönül alemimizin en değerli varlığı kalb’dir. Bunlar öylesine önemli hususlardır ki, ayetler ve hadisler bizzat bu kavramlardan bahseder. Cenâb-ı Hak, İslam’ı bir türlü kabule yanaşmayan inkarcılar için, “Onların gözleri kör değildi. Lakin göğüslerindeki kalpleri, kalp gözleri kördü onların...” (Hacc / 46) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (sav) de “Haberiniz olsun ki, insan bedeninde bir et parçası vardır. O salih olursa beden de salaha erer. O fesada uğrarsa beden de fesada uğrar. Haberiniz olsun ki o kalb’dir.” buyurarak kalbin ehemmiyetine dikkat çekmektedir. Bir başka hadisinde ise şöyle buyurur sevgili peygamberimiz:“Şüphesiz Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza nazar etmez, değer vermez. Lakin O, sizin kalplerinize ve davranışlarınıza bakar ve değer verir.” Bundan dolayıdır ki, Tasavvuf erbabı da, kalb tasfiyesi ve nefis tezkiyesi mefhumlarına son derece önem verir. Masnevi’de bir beyitte şöyle denilir:“Ka’be bünyâd-ı Halîl-i AzerestDil nazargâh-ı Celîl-i Ekberest”(Ka’be Azer oğlu Halil’in yapmış olduğu bir binadır.Gönül ise Celîl-i Ekber, Yüceler Yücesi Allah’ın nazargâhıdır.)Bir başka beytinde ise şöyle seslenir mürşidine: “Gönlümde eğri bir huy varsa çek-çıkar, at onu... Zira bahçıvan da eğri dalları koparıp atar.” Gelin şimdi Hz. Mevlânâ’nın gönül alemiyle ilgili diğer tavsiyelerine kulak verelim:“Eğer gönül sahibiysen, gönül Ka’besini tavaf et. Topraktan, taştan yapılmış olan Ka’benin asıl manası gönüldür.Cenab-ı Hakk, görünen bilinen suret Ka’besini tavaf etmeyi, kirlerden temizlenmiş ve arınmış bir gönül Ka’besini elde edesin diye farz kıldı.”
4. Nefis Terbiyesine Talip Olmak Tasavvufun önemle üzerinde durduğu hususlardan biri de nefis terbiyesi ve tezkiyesidir. Kur’ân-ı Kerim bize bu konuda da ufuk açar. Şöyle buyurur Yüce Mevlâmız:“Doğrusu, nefsini tezkiye eden, temizleyen kurtuluşa ermiştir.” (A’lâ: 87/14)Nasıl ki sevgili Peygamberimiz (sav), cahiliye çağını yaşayan bir toplumu 23 yılda eğiterek, cennetle müjdelenen ve saadet asrını yaşayan insanlar haline getirdiyse, Hz. Mevlânâ da insanın eğitilebileceğini ve eğitimle ahlakının ve davranışlarının güzelleşeceğini düşünür. Bir beytinde der ki: “Yabani hayvanlar eğitilerek nasıl ki insanlara faydalı hale geliyorsa, insan nefsi de eğitilerek faydalı bir hale gelebilir. Ancak eğitimden istifade edilebilmesi için kişinin teslim olması şarttır.” Şimdi, nefsini eğitip-terbiye etmek, temizleyip-tezkiye etmek hususunda Hz. Mevlânâ’nın şu tavsiyelerine kulak verelim:“Bir bıçak, kendi sapını, başka bir bıçak olmaksızın nasıl yontabilir? Sen git de yaralarını bir gönül cerrahına göster. Sen onları kendin tedavi edemezsin.”“İki parmağının ucunu iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? Görmüyorsan bu alem yok değildir. Görmemek ayıp ve kusuru ancak nefsin uğursuz iki parmağına aittir. Sen evvela gözlerinden parmaklarını kaldır. Ondan sonra dilediğini gör.”“Hizmet harmanında yüce köy ağasına bir saman çöpü olabilseydin, seni bir kehribar yapardı.” Bir diğer beytinde ise “Külünk vurulmadıkça hiç maden altını gösterir mi?” diye sorar muhatabına...Burada Hz. Mevlânâ, kişinin maneviyat yolunda yol alabilmesi, gelişme kaydedebilmesi ve kendisinde olan kabiliyetleri ortaya çıkarabilmesi için benliğinden sıyrılması gerektiğini ifade etmektedir. Zira, madenleri dağdan kazarak çıkarıp belli ameliyelere tabi tutmadan, ısıtıp-tasfiye işleminden geçirmeden içindeki cevher ortaya çıkmaz.“Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini ve Hz. Peygamber’in hadislerini okumadan evvel kendini düzelt. Gül bahçesindeki güzel kokuları duyamıyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara.”Bir başka beytinde de Hz. Mevlânâ, eğitimciyi marangoza ve nefsini eğitmeye talip olan kişiyi de onun elindeki ahşaba benzetir. Ve der ki: “Marangozun ahşaba tatbik etmesi gereken bazı işler vardır. Dolayısıyla o ne keserden kaçmalıdır ne de çividen... İnsan da ahşap gibi benliğinden vazgeçmelidir. Ahşap parçası keserin düşüncesine aykırı hareket ederse, marangozun elinden kaçacak olursa bilmelidir ki, o ancak yakılmak üzere ayrılan bir odun parçası olarak kalacaktır.” Kendisi de babası Bahâüddin Veled başta olmak üzere, Seyyid Burhaneddin Veled, Muhyiddin Arabî ve Şems-i Tebrîzî gibi gönül ehli kimselerin dizi dibinde, kemal-i edeb ve tevazu ile oturarak zahirî ve batınî ilimleri tahsil etmiştir.
5. Gecelerin Kıymetini Bilmek“
Ayetlerimize iman eden müminler) geceleri yataklarını terk ederek korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler...” (Secde: 32/16)“Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya, birtakım ayetlerimizi gösterelim diye götüren Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir.” (İsra: 17/1)“Ey örtüsüne bürünen! Geceleri kalk ve ağır ağır Kur’an oku.” (Müzzemmil: 73/1-4)Hz. Mevlânâ’nın eğitim anlayışında da gecenin önemli bir yeri vardır. Gerek Kur’ân-ı Kerim’den aktardığı ayetlerle ve gerekse tarihte yaşanmış olayları hatırlatarak bu konuya dikkat çeker. Kur’ân’ın bir gece nazil olmaya başladığından, Hz. Musa’nın Rabbi ile gece vakti konuştuğundan ve Mi’rac yolculuğunun geceleyin yaşandığından bahsederek der ki: “Bütün eğlenceler geceleyin yapıldığı gibi manevi güzellikler de geceleyin cilvelenirler.” Yalnızlığın önemine dikkat çekerek bir beytinde şöyle der, Hz. Mevlânâ:“Aşık gönül derdinden sevgilisine bahsetmek için yalnızlık ister.” Hz. Mevlânâ’ya göre geceler insanı olgunlaştırıcı, maksuda erdirici bir değer taşırlar ve onlar dostluğa en layık olanlardır. Vuslat sabahına kavuşmak için geceyi kuşanmak gerek. Bir başka beytinde ise şöyle der, Hz. Mevlânâ:“Nasıl ki, susuz bir kimse uyuyamazsa Allah’a aşık olan kişi de geceleri uyumamalıdır.” 6. Birlikte Olunan Kişilere Dikkat Etmek
Her konuda olduğu gibi, manevi eğitim sürecinde de “arkadaş” ve “yoldaş” önemlidir. Beraber olunan kişi ya teşvik unsurudur ya da ayak bağı... “Ey iman edenler! Allah’a karşı takva üzere (kulluk şuuruyla) hareket ediniz ve sadıklarla beraber olunuz” (Tevbe / 119)Hz. Peygamber (sav) de şöyle buyurur:“Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde her biriniz arkadaşlıkta bulunduğu kimseye dikkat etsin.”Bir beytinde Hz. Mevlânâ şöyle bir örnek verir: “Su ateşin yanında durunca ısınır, kaynar ve ateşin tabiatını elde eder. Aynı şekilde can da ilahi nurdan etkilenerek meleklere kıble kesilir.” Hz. Mevlânâ, su ile ateşi örnek verirken karşılıklı etkileşimi gündeme getirmektedir. Su ateşin yanına konulduğunda ateşten etkilenerek o da yakıcı hale gelir. Ama ateşe su serpilince o yakıcı ateş bir anda söner. Birbirlerine zıt olmalarına rağmen ateş ile su birbirlerinden etkilenerek birbirinin huyunu kapar.Arkadaşlığın ve iyi kimselerle beraberliğin önemini ise şu beytiyle açıklar:“Ashab-ı Kehf’in köpeği, feyz-i ilahi sayesinde murdarlıktan kurtuldu. Ve padişahlar sofrasının başında oturdu. O köpek, Ashab-ı Kehf’in sohbetini tercih ettiği için mağara kapısı önünde çanaksız çömleksiz rahmet-i ilahiyye suyunu arifler gibi içti.”
7. Ümitsizliğe Düşmemek
İnsanoğlunun hayatta karşılaşacağı son derece “önemli” iki zaman dilimi vardır. Birisi günah işlediği zaman. Diğeri ise günahından dolayı Allah’ın rahmetinden ümit kestiği zaman. Bu iki zaman diliminde de başrolde şeytan vardır. Kula günahı ve isyanı telkin edip duran şeytan, bu emeline ulaşınca, ikinci tuzağıyla kulu büsbütün Allah’tan uzaklaştırmaya çalışır. Özellikle günahkarlık duygusuna eşlik eden bu “ümitsizlik duygusu” kişiyi Allah’a yeniden yönelmekten ve tövbe etmekten alıkoyar. İşte böylesi önemli durumlarda hatırlanacak olan tek şey, rahmeti herşeyi kuşatan, Rahman ve Rahim, Settar ve Gaffar, Tevvab ve Halim olan Allah Teala’nın hadsiz ve hudutsuz merhameti ve affı olmalıdır. İşte Hz. Mevlânâ da buna çağırıyor bizleri... Herkesin dilinde vird olan ve etkisi, İslam coğrafyasının dışına taşarak yeryüzüne yayılan söylemiyle şöyle davet eder Hz. Mevlânâ:“Gel, yine gel, ne olursan ol, gel!İster kâfir, ister mecusi, ister putperest ol.Bu kapı ümitsizlik kapısı değildir.Yüz defa tövbeni bozmuş olsan da, yine gel!...”Çünkü mukaddes kitabımız diyor ki:“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah’ın rahmetinden ümidini kesenler ancak inkarcılardır...” (Yusuf: 12/87)Öte yandan, Hz. Mevlânâ, Yüce Rabbimizin affını ve merhametinin enginliğini O’na iltica ettiği bir münacaatında şöyle dile getirir.“Benim bulunduğum yerde hatadan başka bir şey yok. Senin bulunduğun yerde ise bağışlamadan başka bir şey yok”“Rabbim! Eğer senin rahmetini yalnız salihler ümit edecekse, ya mücrimler kime gidip sığınsınlar.”İşte bunun için bizlere seslenip duruyor:“Ettiğin zulüm yüzünden ümitsizliğe düşme. Çünkü kerem deryası tövbeleri geri çevirmez, kabul eder. Günahını tesbih ibadeti haline getirir. Tövbeleri kabul etmede eşi-benzeri yoktur O’nun.” Allah’a kulluk hususunda örnek bir hayat yaşayan, aşkla ve heyecanla yerine getirdiği kulluğuyla Allah’a dost olmayı kendisine tek gaye edinen ve nihayet yine aşkla dolu bir anda ruhunu O’na teslim eden Hz. Mevlânâ’yı, bizlere herhalde en güzel şu niyaz anlatmaktadır: Allah’ım!... Beni kendine dost seçinceye kadar yaşat ve aşkınla yandığım bir anda canımı al ki, ölüm Sana olan aşkımın adı olsun.Nitekim O, Allah Teâlâ’ya “dost” olmak için kulluğunu “aşkla” ifa etti. Aşkla yandığı bir anda ruhunu teslim etti. Bu sebeple, Mevlâ’sına kavuştuğu geceye “düğün gecesi” adını verdi. Kısaca, ölüm onun “aşkının adı” oldu.Şefaatine nail olmak ümidiyle, Allah’ın rahmeti ve bereketinin, ikram ve ihsanının, bu yüce veli, Hak aşığı ve gönül insanı Hz. Mevlânâ’nın ve onu sevenlerin üzerine olması niyazıyla...

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...