18 Aralık 2008 Perşembe

TAKVA EĞİTİMİ VE TAKVAYI SAĞLAYAN AMELLER...


Takva; insanın Allah’tan korkması, bütün benliği ile Allah’a dönmesi isyandan ve her türlü günahlardan kendini muhafaza etmesidir.

Takva; insanı Allah’a kavuşturan ve O’nun sevgisine vesile olan en güzel sıfatlardan biridir. Dünyada huzur ve saadetle yaşamak, ahirette de sonsuz nimetlere nail olmak, ancak takva ve amel-i salih ile mümkündür. Allah-ü Teala’nın imandan sonra en çok sevdiği ve razı olduğu amel takvadır. Elbette ki müttaki bir müminin imanı ile, günahlardan kendini muhafaza edemeyen bir insanın imanı bir değildir. Kendini başta büyük günahlar olmak üzere, günahlardan muhafaza eden bir müminin kalbi aydınlanır, ruhu huzur bulur, imanı kuvvetlenir ve daima inkişaf eder.
Zira, takva sahibi olanlar, Kur’an-ı Kerim’i kendine rehber edinip, onun ahkamına göre hayatını tanzim eder, başına gelen bela ve musibetlere karşı sabırla mukavemet eder ve kendisine bahşedilen lütuf ve ihsanlara karşı da şükür ve hamd ile mukabele eder.
Bütün peygamberlerin en üstün seciyesi olan takva ve istikamet, evliya, mürşit ve müçtehitlerin yolu ve şiarı, bütün abitlerin manevi rızkı, şakirlerin basiret nuru ve kamil mü’minlerin de maksad-ı alasıdır.

Nimet-i uzma, saadet-i kübra ve cennet-i ala ehl-i takva içindir. Nurani bir libas olan takva, insanı günahlardan ve ahiret azabından muhafaza eder ve cennete girmesine vesile olur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ve cennet müttakiler için yakınlaştırılmıştır.”1 “ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de kalbi beşere hutur etmiş” olan cennetin çeşit çeşit ve ebedi nimetleri, küfür ve günahlardan sakınan müttakiler için için hazırlanmıştır. Cennet ehli için ebedi sürür ve neşe vardır. Dünya ve içindekiler insan için yaratıldığı gibi, cennet de müttakiler için hazırlanmıştır. Dolayısıyla müttakiler, cennetin çiçeği ve süsüdürler.

Ehl-i takva mukaddes bir zümredir ki, onların da büyükleri nebiler ve mürsellerdir. Her meselede olduğu gibi, takvada da bütün mürsellerin seyyidi, nebilerin serveri, müttakilerin senedi, ehl-i takvanın imamı, bütün kainatın fahr-i ebedisi, ins ve cinnin peygamberi olan Hazret-i Muhammed’dir. (s.a.v)
Yine başta dört halife olmak üzere, bütün sahabe-i kiram hazretleri, tabiin ve müçtehidin ehl-i takvanın önderleri ve mürşitleridir. ,

Takva ve salih amel hem şeriata, hem akla, hem de vicdana muvafık olan meziyetlerdendir. Böylece hayatını haram ve günahlardan muhafaza eden bir kimse, insan-ı kamil olmaya liyakat kesbeder ve müttakilerden olur.
Kur’an-ı Kerim’de takvanın ehemmiyetini ve faziletini belirten yüz elli kadar ayet-i kerime vardır. Bu ayetlerde Cenab-ı Hak takva sahiplerinin güzel meziyetlerini belirtmiş ve onları övmüştür. Bunlardan birkaçını zikredelim:
“Allah, ibadetleri ancak müttaki müminlerden kabul buyurur.” 2
“Allah, kendisini küfürden ve isyandan muhafaza edenleri sever.” 3
“Biliniz ki, Allah’ın yardımı her cihetle müttakilerle beraberdir.” 4
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilden korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.”5
“İman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde, (haram kılınmadan önce) taptıklarından dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır). Allah iyi ve güzel yapanları sever.” 6
Bu ayette iman ve amel-i salih, iki kere ve takva üç mertebe olarak zikredilmiştir. İnsanın iman edip şirkten korunması mahiyetinde olan ilk mertebe kişinin kendi nefsi ve vicdanı arasında olan bir takvadır. İkincisi, insanın kendisi ile diğer insanlar arasındaki hususlarla ilgili olan takvadır ve üçüncüsü de, insanın kendisi ile Allah arasındaki takvası ve imanıdır. Bu ayette takvanın bu üçüncü derecesini Hamdi Yazır Efendi “ihsan” olarak zikretmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’e (s.a.v) “İhsan nedir?” sorulunca şöyle buyurmuştur: “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi hareket etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da, şüphesiz O seni görmektedir.”

Yüce Allah, Bakara Suresinin ilk ayetlerinde, takva sahibi olan muttaki insanları övmüş ve onların çeşitli vasıflarını belirtmiştir. Buna göre takva sahibi olan insanlar, hiç tereddüt etmeden hidayet ve kurtuluş yolu olarak Kur’an’ı seçerler; gaybe inanır, beş vakit namazlarını kılar ve helal yoldan elde ettikleri mallarını Allah’ın yolunda harcarlar. Bütün mukaddes kitaplara iman eder, ahirete inanır, onun hazırlığı içinde olurlar. Bu şekilde hareket eden takva sahipleri, aynı zamanda Allah tarafından övülmüş, hak yolda bulunan ve felaha kavuşacak olan insanlar olarak haber verilmişlerdir.

Başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadır:
“Allah’ın nazarında en üstün olanınız takvada en ileri olanınızdır. Muhakkak ki, Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.” 7
Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, insanlar mahiyet itibariyle birbirlerinin aynıdır. Birbirlerine üstünlükleri ne rütbe, ne makam, ne de zenginlikle olmayıp, ancak iman, takva ve amel-i salihin dereceleri nisbetindedir. Zira insanların kemali ve fazileti ancak takva iledir.

Hz. Muhammed (s.a.s) de veda hutbesinde aynı durumu şöyle izah etmiştir: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Hepiniz Adem’densiniz ve Adem de topraktandır, Allah’ın yanında en üstün olanınız takvası en fazla olanınızdır. Araplarla Arap olmayanların birbirine karşı üstünlüğü ancak takva iledir.”
“Allah’a karşı takva sahibi olmanızı tavsiye ederim.”
“İnsanın Cennete girmesine en çok sebep olan şey, onun takvasıdır.”
“Helal belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır. Şüphelilerden korunan, dinini ve iffetini temiz tutmuş olur. Şüphelilere düşen, harama da düşer. Nasıl koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardır. Haberiniz olsun ki, her hükümdarın koruluğu vardır. Allah’ın korusu da haramlardır.”

Takva, Yüce Allah’ın inanan kulları için işaret buyurduğu bir toplanma ve yardımlaşma noktasıdır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “İyilik ve takvada yardımlaşın. Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın..”8
Cenab-ı Hak melekleri akıl ve nurdan, insanları ise, şehvetle birlikte akıl nurundan yaratmıştır. İnsanoğlu akıl cihetinden meleklere, şehvet yönünden ise hayvanlara benzemektedir. Eğer insan, nefs-i emmaresine mağlup olmayıp, takva ve amel-i salih dairesinde yaşarsa daima terakki eder, ala-yı illiyyine çıkar ve meleklerden üstün olur. Eğer nefs-i emmaresine tabi olup her türlü kötülüğü işlerse, esfel-i safilin tarafına gider, hayvandan daha zelil ve daha aşağı bir derekeye düşer.

Büyük alimler buyurmuşlar ki, her kim şunları kendisine farz bilip yapmadıkça takva sahibi olamaz:
1- Beş vakit namazı vaktinde kılmayı birinci vazife bilmek.
Namaz; insanın kabiliyetlerini canlandırıp, ruhun hassasiyetini ve kalbin temizliğini temin eder. İmandan sonra ibadetin en ulvisi, en mukaddesi ve en mükemmeli namazdır. Zira, Allah’a karşı şükrün en mükemmel şekli ve O’nu ta’zim ve tesbih etmenin en güzel yolu namazdır. Allah’ın rızasını temine en güzel vasıta da yine namazdır. Hayatını huzur ve saadetle devam ettirmek isteyen bir insan, namaza devam etmelidir. Zira, “Namaz müminin miracıdır.” Hayatını namaz ve diğer ulvi ibadetlerle geçiren bir insan, ne kadar bahtiyar ve ne kadar huzurludur!
Namaz içinde insana huzur veren öyle büyük bir sır vardır ki, tarif edilmez. Cenab-ı Hak kullarını günde beş defa kendi manevi huzuruna davet ederek onlarla adeta sohbet ediyor, onların manevi derecelerini arttırıyor ve huzuru ile onları şereflendiriyor. İnsan için Allah’a muhatap olmaktan ve O’nunla böyle ulvi bir sohbet etmekten daha büyük bir huzur, daha büyük bir izzet ve şeref düşünülebilir mi? Böyle bir davetin ulviyetini ve kıymetini anlayan bir insanın şevk ile o huzura koşması icab eder.

2- Gıybet etmemek
Gıybet, bir kimsenin gıyabında hoşlanmayacağı sözler söyleyerek onu arkasından çekiştirmektir. Diğer bir ifadeyle; kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir sözü, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmaktır.
Allah-u Teala, gıybetin ne kadar çirkin olduğunu, onu yasaklayan şu ayetle ifade etmiştir:
“…Birbirinizin gıybetini yapmayın. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Bundan tiksinirsiniz öyle değil mi? Muhakkak ki, Allah tövbeleri çok kabul edendir ve çok merhametlidir.” 9
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyamet gününde insanların önünde rezil rüsyav eder“.
“Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyamet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder.“

3- Mümin kardeşine su-i zan etmemek ve kimseyi kötü bilmemek.
Hüsn-ü zan, bir kimse hakkında iyi niyetli olma halidir. Hüsn-ü zan, kalb-i selim ashabında bulunan yüksek bir haslettir. Zira hüsn-ü zan sahibi bir mü’min, insanlar ve hadiseler hakkında daima güzel düşünür ve hoş olmayan hareketleri bile hayra yorar.
Cenab-ı Hak, bir ayette mealen: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının; çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.”10 buyurarak, insanların su-i zandan kaçınmalarını emretmiştir. Zira su-i zan, ihtimal üzerine verilmiş bir hükümdür. Söylenilen veya düşünülen şey, o kişide yoksa ona iftira edilmiş olur.

4- Kimse ile alay etmemek.
Bir kimseyle alay etmek, onun ayıplarını ve kusurlarını kötü bir tarzda söylemek, dil ile zem etmek ve bir insanı kerih göreceği bir lakap ile çağırmak İslam nazarında çirkindir ve haramdır.

5- Haram’a nazar etmemek.
Bütün kainattaki güzellikleri temaşa edip ibret alan bir göze paha biçilemez.
Evet göz; “Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütelaacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı san’at-ı Rabbaniyyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı” dır.11
İnsana verilen maddi ve manevi bütün cihazlar birer emanettir. Dolayısıyla insan, bunları dilediği gibi kullanamaz. Eğer insan, bu emanetleri Cenab-ı Hakkın rızasına uygun kullanır ve her bir azayı O’nun emrettiği şekilde istimal ederek şükrünü eda ederse, emanete riayet etmiş olur ve cennete layık bir kıymet alır. Eğer bu harika cihazları, nefis hesabına çalıştırıp hakiki sahibine satmazsa en kıymetli cihazları en kıymetsiz şeylerde sarfettiğinden emanete hıyanet cezası görür ve esfel-i safilin tarafına gider.
“Göz bir hassedir ki, ruh, âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur.”12

Demek ki, herkes kendisine emanet edilen şeyleri muhafaza edip etmediğinden ahirette hesaba çekilecektir. Onun için insan bütün ömrünü Allah’ın rızası yolunda geçirmeli ve özellikle gözünü harama bakmaktan sakınmalıdır.
Kur’an-ı Kerim’in nazarında imandan sonra takva ve amel-i Salih gelir. Takva, saadet ve faziletlerin temelidir. Amel-i salih, Allah’ın emirleri dairesinde hareket ederek kulluk vazifesini yerine getirmektir. Cennete girmenin en büyük vesilesi de yine takva ve amel-i salihtir. Takvanın en büyük esası Allah korkusudur. Çünkü, Allah’tan korkmak insanı her türlü kötülükten, zarar ve günahtan muhafaza eder.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1 Şuara Suresi 26/90
2 Maide Suresi ,5/27
3 Tevbe Suresi, 9/4
4 Bakara Suresi 2/194
5 Âl- i İmrân Suresi 3/102
6 Maide, 5/93
7 Hucurat Suresi, 49/13)
8 Mâide Suresi, 4/2
9 Hucurat Suresi, 49/12
10 Hucurat Suresi 49/12
11 Sözler
12 Sözler

12 Aralık 2008 Cuma

Hz. PEYGAMBER (S.A.V) VE ŞİİR:

Konu: Hz. PEYGAMBER (S.A.V) VE ŞİİR: 12.05.2007
H.z Peygamberin şiir hakkındaki tavrı, şiirin yöneldiği gaye ve hedefe bağlı bir durumdur. Eğer şiir bir irfan ve hikmet vasıtası olarak kullanılıyor ve nefsanî arzulara değil de rûhanî iştiyaklara hitap ediyorsa bu açıdan teşvik edilmesi gereken bir sanattır. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem: “”Bazı şiirler ne güzel hikmettir” buyurmuştur.( Ubeyy radıyallahu anh. Buhârî.)
Yine bir başka hadisi şerifte şöyle geçmektedir: “Bir bedevi, Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme geldi ve yanında konuştu. Peygamberimiz "Şüphesiz, bazı konuşmalarda büyü gücü vardır, bazı şiirlerde de faydalı anlamlar mevcuttur (İbn Abbas radıyallahu anh. Ebû Dâvud.)
Ancak şiir, edepten uzaklaştığı ve dinleyende kötü temayüller meydana getirdiği takdirde Kur’ân tarafından ayıplanan bir uğraş hâline gelivermekte. Nitekim Şuarâ Sûresi’nde bu tür şiirler yazan şairlerden bahisle şöyle buyrulmuştur: “(Hak’tan uzak) şairler(e gelince), onlara da ancak sapkınlar uyar. Görmez misin, onlar her vadide şaşkıncasına dolaşırlar ve yapmayacakları şeyleri söylerler? Ancak; Îman edip iyi işler yapan, Allâh’ı çok çok anan ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunan şairler başkadır...”(ŞuarâSûresi,224-227)
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âyetin nüzulünden sonra şiirle meşgul olan sahabîlerine İslâm’ın şiir çerçevesini çizmiş ve bir hadis-i şerifte şiirin Allah yolunda nasıl bir vesile olacağı sadedinde şöyle buyurmuşlardır: “Muhakkak ki mü’min canıyla, kılıcıyla ve diliyle cihad eder. Nefsim elinde olana yemin ederim ki sizlerin onlara söylediğiniz şiirler ve hicivler tıpkı oklar gibidir.” (Müsned, VI, 387)
Peki özel mânâda Peygamber Efendimiz’in şiirle alâkası nasıldı şiire özel merakı varmıydı? Peygamber Efendimiz’in şiirle olan alâkası noktasında ilk akla gelen isim, Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh-’tır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz onu şiir yoluyla müşrikleri hicvetmesi yani şiir söylemesi yolunda sürekli desteklemiştir. O şiir söylerken onu teşvik babında Peygamberimiz: “Kul yâ Hassân ve’r-Rûh meake: Söyle yâ Hassân; Cebrail seninle.” buyurmuştur.
Hattâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hassân bin Sâbit’e Ravza-i Mutahhara’da kürsü yaptırmıştır. Yani Peygamber’den sonra, Mescid-i Nebevî’de kürsü sahibi olan tek kişi, bir şairdir. Ashâb-ı kirâmın hayatında şiir mühim bir yer tutuyordu. Uhud’da düşmanla karşı karşıya gelindiğinde, Hendek kazılırken, Mekke’ye umretu’l-kaza için girilirken Hassân bin Sâbit, Ka’b bin Mâlik ve diğer Peygamber şairlerinin mü’minleri coşturan şiirler söylediğini biliyoruz. Mûte şehidlerinden Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh- da Peygamber Efendimizin şairlerinden idi.
Bu noktada ikinci hâdise olarak akla Kâ‘b bin Züheyr gelmektedir. Kâ‘b, hidayete ermeden önce yani müşrikken şiir yoluyla İslâm’a karşı mücadele ettiği için katline ferman verilmiş bir şairdir. Ancak sonradan hakikati görmüş ve kendisine hidayet nasip olmuştur. Hidayete erdikten sonra da şiirlerini nebevî muhabbete hasretmiştir. Hattâ Bânet Suâd Kasîdesi’ni Peygamber Efendimiz’in huzurunda okumuştur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu şiirden o kadar memnun kalmıştır ki, “ve’l-afvu inde Rasûlillâhi me’mûlu” (Allah Rasûlü’nün katında affedileceğimi umuyorum) ifadesinin geçtiği beyte gelince üzerinden kendi hırkasını çıkararak ona hediye etmiştir.
Hâsılı, şiir; gönle hitap ettiği ve hakikî aşkı terennüm ettiği takdirde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tasvip ve teşvikini almış mukaddes bir meşgaledir. Hattâ O’nun teşvîk ve takdiri, yaşadığı zamana has değildir. Bu hakikatin sonraki devirlerde de tecellîsini görmekteyiz. Bunun en bariz örneği İmam Bûsırî Hazretleri’nin Kasîde-i Bürde’sidir. Hikâyesi şöyledir: İmam Bûsırî Hazretleri ilk zaman devrin meliklerini, padişahlarını, devlet adamlarını medihle başlamış işe. Bir gün Şeyh Ebû’r-Recâ Hazretleri, önüne çıkmış:“Yâ Bûsırî, Hazret-i Muhammed Mustafâ’yı rüyanda gördün mü?” diye sormuş. O da:“Görmedim.” demiş. Ondan sonra geçmiş-gitmiş. Bundan, o zaman Şeyh Ebû’r-Recâ Hazretleri’nin ona bir nazar ettiği, şairin kalbine bir ok attığı ifadesi anlaşılır. Daha sonra İmâm Bûsırî Hazretleri bir hastalığa tutulmuş. Ama henüz aşk vadisinde değil... Tedaviler tesir etmiyor. Daha sonra Peygamber Efendimiz’i medhetme, O’nu anlatma niyetiyle Kasîde-i Bürde’ye başlamış. 161 beyit... Kasîdeyi bitirdiği gece Peygamber Efendimiz’i rüyasında görmüş. O’nun huzurunda kasîdeyi okumuş. Rivayetlerde anlatıldığına göre İmâm-ı Bûsırî, Kasîde-i Bürde’yi okurken, Peygamber Efendimiz, meltemde tatlı tatlı sallanan ağaç dalları gibi hafifçe sağa sola sallanıyor imiş. Bir beytin ikinci mısraı aklına gelmemiş. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ikinci mısrayı tamamlamış. Kasîdenin bitmesinden sonra da Efendimiz rüyada o felçli uzuvlarını mesh etmiş. O günün sabahında uyanmış, bir bakmış ki vücudunda hastalık nâmına hiçbir şey yok, bütün ağrılar, sızılar kesilmiş. O gün sabah namazına giderken Şeyh Ebû’r-Recâ Hazretleri yine karşısına çıkmış:“–Hazret-i Muhammed Mustafâ’yı methettiğin şiiri getir.” demiş ve şiirin ilk beytini okumuş.Bu hâdiseden sonra Kasîde-i Bürde’nin şifa niyetine okunduğu vâkîdir. Ben de birkaç sefer hasta olan, felçli olan dostlarıma Kasîde-i Bürde’yi okudum. Onların Allâh’ın izniyle şifa bulduğunu gördüm. Bu tesir Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya olan muhabbetin neticesidir.

KAHVE’NİN KAVRULMASI İLE İNSANIN EĞİTİMİ ARASINDAKİ EĞİTİM İLİŞKİSİ

KAHVE’NİN KAVRULMASI İLE İNSANIN EĞİTİMİ ARASINDAKİ EĞİTİM İLİŞKİSİ
(MANEVİ YÖNDEN EĞİTİM)
Çiçekleri beyaz ve hoş kokulu , kirazı andıran kırmızı meyvasının içinde iki çekirdek bulunan, dikildikten yaklaşık 3 yıl sonra meyve vermeye başlayan ve 30-40 yıl boyunca aralıksız meyve veren bir ağaç türüdür.Doğal haline bırakıldığında 8-10 metreye kadar uzayan ağaç, meyvelerin kolay toplanabilmesi için sürekli budanarak 4-5 metre uzunluğunda bir çalı boyutunda tutulur.Soğukta ağaç ölür, ayrıca ani ısı değişiklikleri de ağaca zarar verir. Nemli ortamı sevdiğinden, kahve ağacının düzenli yağışın olduğu tropik bölgelerde yetiştirilmesi gerekir.Bol yağışların ardından kahve ağacı, yılda iki ya da üç kez bembeyaz muhteşem çiçekler açar. Güçlü ve keskin kokuları kimi zaman yasemini kimi zaman portakal ağacının çiçeğini andırır. Yeni çiçek vermeye başlamış bir ağaç, dallarında bir yılda toplam 20-30 bin çiçek taşır.Kahve çiçekleri açtıktan birkaç saat sonra solmaya başlar ve yavaşça meyve olmak için hazırlanırlar.
Bazı kahve ağaçlarının meyvesinden iki yerine bir tane çekirdek çıkar. Bu çekirdek (peaberry), diğerlerine göre çok daha yuvarlak bir şekle sahiptir. Tek olarak çıkan çekirdekler, diğerlerinden ayrılarak üretim sürecinden geçirilir. Genellikle fiyatları da normal kahveye göre çok daha pahalıdır.Kahve meyvelerinin çok düzenli kontrol edilmeleri gerekir, çünkü olgunlaştıktan sonra 14 gün içinde çürümeye başlarlar
Toprak , aldığı su, güneşlenme zamanı ,nem kahvenin tadını ve aromasını değiştirmektedir. Eğer kahve yanardağın eteğinde yetiştiriliyorsa kül kokuyor. Muz ağaçlarının gölgesinde yetişiyorsa daha aromatik bir tadı oluyor.
Kahve’nin anavatanı olan Etiyopya’nın yüksek yaylaları, yabani kahve bitkisinin doğal olarak yetiştiği bölgelerde yerli halk bu bitkinin tanelerini un haline getirip bir çeşit ekmek yapıyordu meyveleri kaynatıldıktan sonra suyu içilmek suretiyle tıbbi amaçlı kullanılıyor ve "sihirli meyve" olarak adlandırılıyordu.Kahve, ünüyle birlikte hızla Arap Yarımadası'na yayıldı ve 300 yıl boyunca Habeşistan'da keşfedilen yöntem ile içilmeye devam edildi. 14. yüzyılda ise yepyeni bir keşif ile ateşte kavrulan kahve çekirdekleri, ezildikten sonra kaynatılarak içime sunuldu.
Kahve, kısa zamanda itibarlı bir içecek olarak saray mutfağında yerini aldı ve büyük ilgi gördü. Saray görevleri arasına "kahvecibaşı" adında bir de rütbe eklendi. Padişahın ya da bağlı olduğu devlet büyüğünün kahvesini pişirmekle görevli olan kahvecibaşı, sadık ve sır tutmasını bilenler arasından seçilirdi. Osmanlı tarihinde kahvecibaşılıktan sadrazamlığa yükselenlere bile rastlandı.



Kavrulması
Kahve üretim sürecinde en kısa süren ancak en önemli ve en dikkat gerektiren aşama kavurmadır. Bu işlem büyük bir sorumluluk gerektirir. Çünkü bir anlık dikkatsizlik zaman ve para kaybına yol açarak tarladan üretime yüzlerce insanın sarf ettiği emeği boşa çıkarabilir. Kavurma sırasında uygulanan ısı ile yeşil kahve çekirdekleri, orijinal açık yeşil renklerinden kahverengiye dönüşürler. Hacim olarak artarak su kaybederler. Bu işlem öncesinde hiçbir aroma ve kokuya sahip olmayan kahve çekirdekleri, kavrulma sırasında içlerinde gizli olan 900'den fazla aromayı açığa çıkarırlar.
Her kahve türü aynı şekilde kavrulmaz. Bu nedenle kavurma bir sanattır. Tecrübe, bilgi, birikim ve uzun yıllara dayanan bir uzmanlık ister. Tecrübeli bir kavurucu, belirli kahvelerin hem potansiyellerini hem de sınırlarını bilir. Ancak bu sayede kahvenin niteliklerini olabildiğince en üst seviyeye geliştirebilir
Kaliteli bir kahvenin gizli lezzetlerini, kavurma aşamasında ortaya çıkardıktan sonra fincanlara taşıyabilmek için bir aşamadan daha geçirmek gerekir: "öğütme". Her kahve türü ayrı şekilde öğütülür. En inceden kalına doğru; Türk Kahvesi, Espresso, Filtre kahve.Türk Kahvesi diğer kahve türlerine göre çok daha zor bir öğütme aşamasından geçer. Çünkü çok ince olması gereken kahvenin, oldukça hassas ayarlarla ve ustalıkla takip edilmesi gerekir. Bu yüzden de sadece özel değirmenlerde öğütülebilir.
Kahve hangi süreçlerden, her ne şekilde geçerse geçsin; nihai kalite tek bir faktöre bağlıdır: "tazelik". Kahve çekirdekleri kavrulduktan sonra oksidasyon süreci başlar ve bayatlamaya neden olur. Bu nedenle satılacağı şekle göre çekirdek olarak veya öğütülerek hemen paketlenmeleri gerekir. Kahvenin, tüketileceği zamana kadar oksijen, nem, koku gibi çevre koşullarından etkilenmemesi ve havasız bir ortamda tamamen korunarak nefis lezzetini ve eşsiz kokusunu kaybetmemesi için çeşitli birden fazla paketleme yöntemleri geliştirilmiştir.

AŞK...

KONU : AŞK 28.07.2007 RECEB-İ ŞERİF
Aşk kelimesinin aslı “IŞK” kelimesidir. Işk sarmaşık demektir. Sarmaşık nasıl sarıldığı yeri istil3a edip kaplarsa, aşk da girdiği kalbi ve vücudu öylece kapladığından, şiddetli sevgiye “aşk” denilmiştir.
Aşk lafzı Kur’an’da zikredilmemiş, ancak İbn Arabî’nin beyanına göre benzetme yoluyla geçmiştir. Kur’an’da “EŞEDD-İ HUBB” =Şiddetli Sevgi (Bakara suresi 165) ayeti aşka delil sayılmıştır.
Tasavvuf ehlince “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim, mahlukatı yarattım” şeklindeki kutsî hadisin delaletine göre, muhabbet yani aşk Allah’tan zuhur etmiş ve bütün alemin yaratılmasına sebep olmuştur.
Tasavvuf ehline göre her yaratığın aşkı kendi istidadı ve kabiliyetine göredir. Nefse galebe çalmak için ve nefis mücadelesi için en kestirme yol, aşk yoludur. Ancak aşk yaşayanın ve tadanın bilebileceği ama asla tarif edemeyeceği bir haldir. Nitekim kendisine “Aşk nedir?” diye sorulan Hz. Mevlanâ’nın: “Ben ol da bil.” cevabı bunu anlatmaktadır. Aşk öyle bir ateştir ki, bir parladı mı maşuktan başka her şeyi yakar.
Ehl-i tarîk aşkı, mecazi ve hakiki olmak üzere iki türde incelerler.
Mecazi Aşk: Geçici suretlerden birini sevmektir. Şehvetsiz, ilahi ve hakiki aşka götüren bir köprü olmak şartıyla, böyle bir aşk da hoş karşılanmıştır. Nitekim Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Tertemiz bir aşkla birine tutulan ve bu aşkını açıklamaya bile cesaret edemeden bu sevgiyle ölen, şehid olarak ölmüş sayılır.” (Keşfü’l-Hafâ,II,262,2538)
Herkeste ilahi aşka yani hakiki aşka kabiliyet olmayabilir. Bu yüzden mecazi aşk, hakiki aşk için bir köprü görevidir.ancak güzelliği ve ondan kaynaklanan aşkı ilahi aşka bağlamalı ve meşru sınırlar içinde kalması gerekir.
Hakikî Aşk: Allahü teâlâyı ve O'nun sevdiklerini çok sevmek. Buna hakîkî aşk denir. Hakîkî aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir; insanın kalbinde bir ateş olup, Allah sevgisinden başka her şeyi yakar, yok eder. Hak âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi doğru ve saftır. (İbrâhim Hakkı Erzurûmî)
Hakikî aşka eren kimse kendinden geçmiş, fenâfillaha ermiştir. Hakikî aşkın alâmeti, Allahü teâlânın emirlerine çok uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî). Bu aşkın temelini “MUHABBET” oluşturur. Şu üç muhabbet çok mühimdir: Birincisi, Allahü teâlâyı sevmektir. Bunun alâmeti, ibâdeti günaha tercih etmektir. İkincisi, kuvvetli bir îmân ile Resûlullah efendimizi sevmektir. Bunun alâmeti, Resûlullah'ın sünnetine yapışmaktır. Üçüncüsü ise Allah için mü'minleri sevmektir.Bunun alâmeti, mü'minlere eziyet etmemek ve onlara faydalı olmaktır. (Hâris el-Muhâsibî)
Allah’a olan aşkın ve muhabbetin kalbe yerleşmesini sağlamanın iki yolu vardır:
a) Nefsin başka şeylere meyil ve arzularını azaltarak gönülden masiva sevgisini çıkarmaktır. Bu da genellikle nefis tezkiyesi ve tasfiyesi ile olur. Kur’an’da: “Allah Teâlâ insanoğlunun göğsünde iki kalp yaratmamıştır.”(Ahzap,33/4) ayeti gönülde iki tür sevginin bulunmayacağını ifade eder. Çünkü aşkın kemali kalbin sadece Allah’ı sevmesi ile olur.
Her seven sevdiğine bağlıdır. İnsanın çok aşırı sevdiği şey, ona ilah veya mabud haline gelebilir. Nitekim : “Nefsani heva ve hevesini ilah edineni gördün mü?”(Furkan,43) ayeti buna delildir. Yani Allah’a aşkı azaltan sebeplerin başında heva, heves ve dünya sevgisi gelir.
b) İbadet ve taatla marifeti tanımak, yani Allah’ı bilmek. Bunun yolu nafile ibadet ve tatlarla ruhu güçlendirmektir. En kuvvetli yolu da kamil bir mürşide teslim olup zikir üzere olmaktır. Çünkü aşık olan kişi, aşık olduğu varlığın ismini çok zikretmelidir ki, bu aşkı kalbi sarsın. Böylece istikamet üzere olsun. Bu yolla elde edilen aşk, toprağı temizledikten sonra tohum ekmeğe benzer. Böylelikle aşkın insan kalbini her yönüyle tamamen kaplaması muhabbet doğurur.
TALHA SÖYLEMEZ

SEVGİ TÜRLERİ...

EĞER SEVGİSİ: Bana göre karşılık bekleyen sevgidir. Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Kişinin amacı bence sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır. Evliliklerin pek çoğu Eğer türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılmıyor mu?
İnsanlar "Eğer" türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında. Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek başta önemli olması gerekir.Çünkü karşılıksız olması gerek.
ÇÜNKÜ SEVGİSİ:Bu tür sevgide kişi bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir gibime geliyor. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır. Örnek : Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin (Yakışıklısın). Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki. Seni seviyorum.:J)))J Çünkü bana o kadar güven veriyorsun. Seni seviyorum. Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki..))
Ancak bu tür sevgi de, yükler getirir insana. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar,Böylece Nefsin beğenilerini ve isteklerini çoğaltma ve rekabet girer.(Nefs-i emare,HIRS,TûL-İ EMEL, DÜNYA SEVGİSİ) O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi acaba?
Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz. Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var. Birincisi; acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz korkusu.. İkincisi de ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa endişesidir.
Bir yerde okuduğum örneği yazayım siz değerli ağabeylerime...Japonya'da bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış. Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişana bozup onu terk etmiş.
Daha acısı ayni kentte oturan Anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler, artık çirkin olan kızlarını. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli üstüne kurulmuş olduğundan bir günde ölmüş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız birkaç ay sonra kahrındanölmüş... Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?
RAĞMEN SEVGİSİBir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için? Eğer türü sevgiden farklı bu. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için Çünkü türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan Bir şey olduğu için değil, Bir şey olmasına rağmen sevilir.. Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir. Bunlara rağmen sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karşılanması şartı ile.
Kalplerin, Yüreklerin ve Gönüllerin en çok susadığı sevgi budur . Farkında olsakda, olmasak da, bu tür sevgi bizim için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya daünümüzdendahaönemlidir. Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Ama nasıl sevgi? Kimsede başkasına verecek fazlası yok?.
Peki bu dünyada sevgi ne kadar var. Sadece açlığımızı biraz bastıracak kadar.
Ama neye, kime açız burası önemli?KİMİ SEVECEZ. Hangi kapıya açız.Dünyadaki en büyük kıtlık, rağmen türü sevginin yeterince olmayışıdır!"
Saygılarımla
TALHA SÖYLEMEZ

Şeytan ve Şeytanın Hileleri...

Şeytan ve Şeytanın Hileleri

Konumuza Kuran-ı Kerim’den bir ayet ile başlamak istiyoruz: Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır. (Fatır Suresi, 6)
Ayette de açıkça belirtildiği gibi şeytan bizlere düşmandır. Düşman ise karşısındaki rakibi yenmek için elinden geleni yapan demektir. Peki şeytan insana neden düşmandır ve nasıl düşmanlık yapmaktadır? Önce şeytanın yaratılmasının hikmetine bakalım:

Şeytanın yaratılmasının hikmeti nedir?

Allah (cc), abes iş işlemekten münezzeh ve müberradır. Hakîm olan ve her şeyinde bin bir hikmet gizli bulunan -insanlar anlamasa da- Allah hakkında böyle bir şey düşünme, Allah'ı bilememenin, O'nu tanıyamamanın bir ifadesi olsa gerek. İnancımıza ait bu temel kaideyi pekiştirdikten sonra diyebiliriz ki, şeytanın yaratılarak Müslümanlara musallat edilmesi, onları teyakkuza sevk eder, sevk etmiştir, ediyordur ve edecektir de. Böylece insan ondan korunma mekanizmasını harekete geçirecektir. Demek ki şeytanın tasallutu, insanda mevcut bulunan korunma mekanizmasının rantabl çalışmasına vesile olacaktır.
Yani nasıl tarlada akreplerin ve zehirli yılanların olması tarlada çalışanları dikkat ve teyakkuza zorlar.. ve dikkat etmeye ait istidatları inkişaf ettirir.. veya Bedîüzzaman Hazretleri'nin misali içinde; atmacanın serçe kuşuna musallat olması, serçenin kabiliyetlerini geliştirir; aynen öyle de, şeytanın insanlara tasallutu, şeytandan kaçma, kurtulma, onun tuzaklarını boşa çıkarma adına onların kabiliyetlerini geliştirir. Dahası, insanların Allah'a dehaletine, Sünnet-i Seniyye kalesine sığınmasına vesile olur.

İnsanların En Büyük Düşmanı
Her kim olursanız olun sonsuz bir azap çekmenizi isteyen, bütün varlığını buna adamış olan, son derece tehlikeli bir düşmanınız var: Şeytan. Bir başka deyişle, Allah'ın lanetlediği ve huzurundan kovduğu İblis ve onun takipçileri. O en büyük düşmanınız. Bir efsane ya da bir masal değil, gerçeğin ta kendisi. İnsanlık tarihinin her aşamasında var oldu. Yaşamış ve ölmüş milyarlarca insanı ateşin içine çekti ve halen çekiyor. Hiçbir zaman ayırım yapmaz. Genç, yaşlı, kadın, erkek, devlet başkanı veya dilenci fark etmez. Her insan bu düşmanın hedefidir. Zafer kazanması için insanların kendisine tapınması veya çok uç sapkınlıklar yapmaları gerekmiyor. İnsanlardan mutlaka Allah'ı inkar etmelerini de istemiyor. Zaten Allah'ı kendisi inkar etmiyor ki, insanlardan özellikle bunu istesin. Onun tek isteği insanları Allah'ın dininden ve Kuran'dan uzak tutmak, halis olarak Allah'a ibadet etmelerini engellemek, bunun sonucunda sonsuz azap çekmelerini sağlamak. Hatta kimi zaman dindarlık maskesi altında, Allah'ın adını kullanarak insanları gerçek dinden uzaklaştırıp, saptırıyor. Bu da insanları kendisiyle beraber cehennem çukurunun içine çekmek için yeterli. Hangi vesileyle olursa olsun, onu takip edenlerin sonu hiç değişmiyor:
Ona yazılmıştır: "Kim onu veli edinirse, şüphesiz o (şeytan) onu şaşırtıp-saptırır ve onu çılgın ateşin azabına yöneltir." (Hac Suresi, 4)
Şeytan'ın Taktikleri ve Hileleri
Dedi ki: "Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna." (Hicr Suresi, 39-40)
Ayetten de anlaşıldığı gibi şeytanın gücü gerçek müminleri saptırmaya yetmez. Ancak hiç kimse de kendisini kesin olarak "cennetlik" göremez. Mümin bir kimse "şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz" (Mearic Suresi, 28) ayeti gereğince imanını korumak için, her zaman "Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak" (Al-i İmran Suresi, 103) zorundadır. Şeytan, insanların "dosdoğru yollarına oturacağı" (Araf Suresi, 16), onların "ayaklarını kaydırmak" (Al-i İmran Suresi, 155) isteyeceği için, mümin onun hile ve oyunlarına karşı uyanık olmalıdır. Aksi takdirde hiç farkında bile olmadan bu tuzaklara düşebilir ve hatta bir süre sonra dinden dahi çıkabilir. Şimdi şeytanın insanları cehenneme sürüklemek için kullandığı taktikleri ayrı ayrı inceleyelim.
VESVESE VERİR
Müminlerin en büyük düşmanlarına karşı mücadeleleri ömür boyu sürer. Bu savaş sırasında şeytan çok kurnaz yöntemler kullanır. İnsana hiçbir zaman gerçek yüzünü göstermez, karşısına çıkıp "ben şeytanım, ve senin cehennemde yanmanı istiyorum" demez. Onun yerine, "sinsice göğüslere ve kalplere vesvese vererek" (Nas Suresi, 4-5) kendi varlığını ustaca gizler. Şeytanın farkında olmayan bir insan, onun telkinlerini kendi kafasından geçen düşünceler zanneder. Dahası şeytan bu fikirlerin doğruluğuna onları inandırır. Bu sayede birçok insanı -kendileri şuurunda değilken- tamamen kontrolü altına alır. Ancak müminler, göğüslere ve kalplere kadar girip fısıldayabilme yeteneğine sahip bu düşmanı, Kuran sayesinde saf dışı edebilirler. Mümin öncelikle, kalbinden gelen bu sesin, şeytana mı yoksa kendi vicdanına mı ait olduğunu teşhis edecek bir nur ve feraset sahibidir. Şeytanın oyununun farkına vardıktan sonra, Kuran'da emredilen hareketi yapar, Allah'a sığınır. Çünkü Allah'ı anan bir mümin karşısında şeytanın vesvesesinin hiçbir etkisi kalmaz. Allah bu önemli sırrı Kuran'da şöyle bildirir:
Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.
(Allah'tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir. (A'raf Suresi, 200-201)
Eğer mümin, içinde bulunduğu ruh halinde veya ortamda bir şeylerin sıkıntı verdiğini veya vicdanını rahatsız ettiğini hissediyorsa -ki bu sıkıntı genelde vicdan yoluyla yapılan rahmani bir uyarıdır- hemen durup düşünmesi gerekir. Bunun için en kolay yol, insanın kendisine dışarıdan tarafsız bir yabancı gözüyle bakmasıdır. Böylece karşısındaki insanı -yani kendisini- şu sorular yardımıyla inceleyebilir: O an için kafasından geçen düşünceler Kuran' uygun mu? Allah'ı anmada gevşeklik mi gösteriyor? Kuran'ın sınırlarını korumada, hükümlerini gözetmede gevşek mi davranıyor? Planları Allah'ın rızası ve ahireti dışında bir amaca mı yönelik? O an için kendi çıkarı diğer müminlerden daha mı ön planda? Kendisine veya bir başka mümine yönelik kuşkusu, zannı mı var? Müminler içinde kendisinin özel bir konumu olduğunu, yerinin doldurulamayacağını mı düşünüyor? Olaylar karşısında tevekkülsüz davranıp haksızlığa uğradığını mı düşünüyor? Yaptığı fedakarlığın diğer insanlar tarafından bilinmesini, bunun konuşulmasını mı istiyor? Sevdiği bir maldan fedakarlık etmesi gerekiyor da, bunu bir bahane bulup yapmamaya mı çalışıyor? Herhangi bir dünya malına karşı hırsı mı var? Gelecek korkusu mu taşıyor? Kendisine Kuran doğrultusunda yapılan bir uyarıya karşı tahammülsüz mü? Allah'a ve dine düşman bir kimseye karşı içinde bir sevgi, bağlılık mı oluştu? Kuran okumayı, dua etmeyi, veya salih amellerde bulunmayı geçersiz mazeretlerle erteledi mi?
Eğer içindeki sıkıntı burada sayılanlar veya bunlara benzer bir durumdan kaynaklanıyorsa, bu insana şeytan o an için musallat olmuş demektir. Kendinizin zannetiğiniz bu düşüncelerin hepsi de, şeytanın kalbinize fısıldadığı sözleridir. Şeytan farklı insanlar için farklı taktikler kullanır. Örneğin dinden uzak, Kuran'dan gafil yaşayan bir kimseyi, bu hayat tarzına devam ettirecek taktikler izler. Onları tamamen dünya hayatına yöneltir, dünyanın gelip geçici süsüne iyice daldırır, böylece ömür boyu hak dinden uzak tutar.Dine yeni yeni ilgi duymaya başlayan kimseyi, çevresi tarafından dışlanacağı, dinin hayatını kısıtlayacağı, eğer din ahlakını yaşamaya başlarsa bunu devam ettiremeyeceği gibi boş ve yersiz endişelere düşürerek dinden uzaklaştırmaya çalışır.ŞİRK
Şirk, Kuran'da, Allah'a ortak koşarak O'ndan başkasını ilah edinmek anlamında kullanılan bir kelimedir. Ancak içinde bulundukları şirk yüzünden cehenneme gidebilecek milyarlarca insan, gerçekte şirk kelimesinin anlamını bile bilmezler. "Şirk koşmak, Allah'tan başkasını ilah edinmek" ifadesiyle, yaratıcı olarak Allah'tan başka bir yaratıcı kabul etmek, putlara tapmak gibi yüzyıllar öncesinin çok tanrılı dinlerin kastedildiğini zannederler. Bu mantıktan yola çıkan cahiliye toplumu fertleri, "ben Allah'a inanıyorum, kimseye zararım yok, insanlara faydalıyım, cehenneme gideceğimi zannetmiyorum" gibi tamamen Kuran dışı, sapkın mantıklara sahip olurlar. Oysa Allah'tan başka bir varlığı koruyucu güç olarak kabul etmek, Allah'tan başkasından korkmak, Allah'tan başkasına karşı müstakil bir sevgi duymak, Allah'a eş ve ortak koşmak anlamına gelir.Şirk içinde geçen bir yaşam, şeytan tarafından hazırlanmış öyle sinsi bir tuzaktır ki, bu tuzağın içindekiler kendi durumlarının farkına bile varmazlar. Bu insanların çoğu kendilerini doğru yolda, hatta herkesten daha çok cennetlik görürler. Şirk koştuklarının bilincinde olmayan ve kendilerini kandıran bu insanların, ahiret günü aslında birer müşrik olduklarını öğrendikleri zaman uğradıkları yıkım ayetlerde şöyle anlatılmıştır:
Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: "Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?" (Bundan) Sonra onların: "Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik" demelerinden başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.) Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup-uzaklaştı. (En'am Suresi, 22-24)
Şirki doğuran unsurlardan birisi de insana yaratılıştan verilen sevgi duygusunun yanlış yönlendirilmesidir. İslam'da insanın Allah'a yakınlaşmasına vesile olan bu duygu, cahiliyede Allah'tan uzaklaştıran şeytani bir tutku olmuştur. Müminler fıtratlarındaki sevgiyi asıl olarak Allah'a yöneltirler. Bu sevgi bütün sevgilerin üzerindedir.
İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını "eş ve ortak" tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)
Cahiliyede en yaygın olan şirk unsurlarından biri kadınlara duyulan tutku dolu sevgidir. Eğer herhangi bir kadına duyulan sevgi, Allah'a karşı duyulan sevgiden öte bir sevgiyse, söz konusu durum şirki doğurur. Oysa bir insana yöneltilen sevgi, ancak o kişideki güzelliklerin sahibinin Allah olduğu kalbe tam olarak yerleştirilmişse bir anlam kazanır. Allah'a karşı beslenecek sevgide bir sınır olmadığından, Allah için seven bir insanın karşısındakine yönelttiği sevgi de çok güçlü ve kalıcı olur. Allah, kadınlara duyulan bu tutkunun, şeytanın bir oyunu olduğunu şöyle bildirmiştir:
Onlar, O'nu bırakıp da (birtakım) dişilere taparlar. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar. (Nisa Suresi, 117)
İNSANLARIN ŞÜKRETMELERİNİ ENGELLER
Şeytan Allah'ın huzurundan kovulmadan önce, kendi kendine önemli bir söz vermiştir. Bu söz, şeytanın insanlara karşı kullanacağı çok önemli taktiklerden birini gösterir:
"Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (Araf Suresi, 17)
KORKU VERMESİ
Şeytan ancak vicdani hasta olanları gaflet içinde olan, şuuru geçici olarak veya tümüyle kapanmış kimseleri etkiler. Bir Kuran ayetinde asıl korkulması gereken gücün Allah olduğu şöyle bildirilir:
İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü'minlerseniz, Ben'den korkun. (Al-i İmran Suresi, 175)
Müminler için dünya, bir kadere bağlı olarak yaşadıkları geçici bir mekandır. Korkacakları tek varlık da bu dünyanın ve kaderin yegane hakimi Allah'tır. MÜMİNLERİN ARASINI BOZMAYA ÇALIŞIR
Kuran'da müminlerin birlik içinde, birbirlerine destek ve yardımcı olmaları, birbirlerini gözleyip kollamaları emredilir. İman edenlerin aralarındaki bağın nasıl olması gerektiği aşağıdaki ayetle bildirilmiştir:
Şüphesiz Allah, Kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf Suresi, 4)
İşte şeytan bu önemli hükmü göz ardı ettirmeye ve müminlerin aralarındaki birliği yıpratmaya çalışır. Bu amaç doğrultusunda en büyük çabayı müminler arasındaki konuşmaları olumsuz yönde etkilemek için harcar. Kötü söz söyleme, imalı konuşma, laf dokundurma gibi cahiliye insanlarına ait çirkinlikleri yapmaya teşvik ederek müminlerin aralarını açmaya çalışır. İman eden bir kimse, şeytana karşı boş bulunduğu her an böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalabilir. Bu yüzden Kuran'da, müminler bu tehlikeye karşı uyarılır, birbirlerine karşı güzel söz söylemeleri emredilir ayrıca şeytanın müminlerin düşmanı olduğu şöyle hatırlatılır:
Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)
Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? (Maide Suresi, 91)
ÖĞÜT VERDİĞİN İNSANLARI İNANDIRIR
Şeytan Hz. Adem'e ve eşine bir dost gibi yaklaşmış ve onlara kendilerine öğüt verdiğine dair yemin etmiştir:
Şeytan, kendilerinden "örtülüp gizlenen çirkin yerlerini" açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir."Ve: "Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin de etti. (Araf Suresi, 20-21)
Hz. Adem'e tüm şeytanların en büyüğü olan İblis tarafından verilen "ben size öğüt verenlerdenim" telkini, diğer insanlara da insi şeytanlar tarafından yapılır. Kendi kavmini Allah'ın yolundan alıkoyarken onlara, "... ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan da başkasına yöneltmiyorum" (Mümin Suresi, 29) diyen Firavun bunun bir örneğidir.MÜMİNİN ZAMANLA YIPRANMASINI İSTER
Şeytan zamanın mümini yıpratmasını ister, müminin açık vermesini sabırla bekler. Kişinin maneviyatından zaman içinde kopardığı küçük tavizler, bir süre sonra kalbinin üzerinin kabuk bağlamasına ve aklının örtülerek şeytanın daha büyük telkin ve vesveselerine kapılabilmesine sebep olur. Bir Kuran ayetinde, zaman içinde kazandıkları yüzünden, şeytan tarafından ayakları kaydırılmak istenen bir grup müminin haberi şöyle verilmiştir:
İki topluluğun karşı karşıya geldikleri gün, sizden geri dönenleri, kazandıkları bazı şeyler dolayısıyla şeytan onların ayağını kaydırmak istemişti... (Al-i İmran,155)
VAADLERDE BULUNUR
Şeytan insanları kandırmak için her sahtekarın ortak taktiğine başvurur. Vaadlerde bulunur. Bu vaadlerin ortak özellikleri gelip geçici dünya hayatına yönelik olmalarıdır. Şeytan kimi zaman eğlence, cinsellik, ticaret, para, mülk, kimi zaman da daha güzel ve uzun bir hayat, sosyal statü, mevki, saygınlık vaad eder. "Yaldızlı sözler" fısıldar (Enam Suresi, 112). Ancak sebep her ne olursa olsun şeytana kananlar için sonuç hep aynıdır; sonsuz azap ve cehennem. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:
(Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez. (Nisa Suresi,120)
İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu, Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim... (İbrahim Suresi, 22)
KURUNTULARA VE KUŞKULARA DÜŞÜRÜR
Şeytanın kullandığı bir başka yöntem ise kuşku ve kuruntu vermektir. Gerçekte var olmayan olayları insanların kafalarında sanki varmış gibi gösterir. Kalplerinde hastalık bulunan, zayıf karakterli kişiler bir süre sonra tamamen bu kuruntuların etkisi altına girerler. Her olayı kendi aleyhlerine planlanmış bir hareket olarak görürler. (Münafikun Suresi, 4) Hatta elçi tarafından aldatıldıkları zannına kapılırlar. Sürekli tedirgin, korku içinde, ne yapacaklarını bilemeyen bir karakter sergilerler. Şuurlu bir insanın aklına bile getirmeyeceği olmadık kuruntulara düşerler.
Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim... (Nisa Suresi, 119)
(Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez. (Nisa Suresi, 120)
SAPKIN AMELLERİ ÇEKİCİ VE SÜSLÜ GÖSTERİR
Şeytan etkisi altına giren kimselere, yapmakta oldukları sapkın işleri süslü ve çekici gösterir. Bu yüzden içinde bulundukları sapıklığa tutkuyla bağlanırlar.
...Şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar. (Neml Suresi, 24)
....Onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi. (En'am Suresi, 43)
KİBİR VERİR
Kibir şeytanın en önemli özelliklerinden biridir. Allah'ın huzurundan da kibiri ve itaatsizliği yüzünden kovulmuştur. Şeytanın etkisi farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Örneğin bir insan İslam'a büyük hizmetlerde bulunmuş olabilir. Ama bu hizmet, Allah'ın kendisine lütfettiği bir ecir kazanma imkanıdır. Kişi Allah'ın kontrolü dışında, kendi başına bir hareket yapamayacağı için, herhangi bir başarısıyla övünmesi söz konusu olamaz. Bunun tersini yapanlara Kuran'da çok büyük bir tehdit vardır. Ayette şöyle buyrulur:
Getirdikleriyle sevinen ve yapmadıkları şeyler nedeniyle övülmekten hoşlananları (kazançlı) sayma; onları azaptan kurtulmuş olarak sayma. Onlar için acı bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 188)
Nitekim Allah, sahip olduğu zenginliği kendi kişisel özelliklerinin bir sonucu sayan ve "... bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir" (Kasas Suresi, 78) diyen Karun'u, şiddetli bir cezaya çarptırmıştır. UNUTKANLIK VE DALGINLIK
Unutkanlık vermek şeytanın çok sık kullandığı fakat insanlar tarafından fazla fark edilmeyen bir yöntemdir. Şeytan bu telkini farklı konumlardaki insanlar için, farklı taktiklerle kullanır. Kuran'da şeytanın müminlere vermeye çalıştığı bazı unutkanlıklardan örnekler verilmiştir. Bunlardan biri, ayetler hakkında "alaylı tartışmalara" dalanlarla aynı ortamda bulunmaktır. Allah müminleri böyle bir ortamdan sakındırır ve şeytanın unutturucu etkisine karşı uyarır:
Ayetlerimiz konusunda "alaylı tartışmalara dalanlar:" -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma. (En'am Suresi, 68)
DUYGUSALLIK TELKİNİ
Duygusallık, insanın duygularının Kuran'da belirtilen doğrultunun dışına taşarak Kuran'ın sınırları içinde yönlendirilmemesi, bunların kişinin karar ve davranışlarını kontrol altına alması ve kişiyi aklın yerine duyguların yönetmesi demektir. Duygusal davranan bir kimsenin hareketlerinde akıl yoktur. Herşey o anki ruh haline göre gelişir. Müminlerin hayatlarında duygusallığa yer olmadığı birçok Kuran ayetinde bildirilmiştir. Örneğin bir mümin, her kim olursa olsun, inkar eden bir kimseye karşı sevgi besleyemez:
Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun... (Mücadele Suresi, 22)
Kendilerini Doğru Yolda Sandırır
Ayetlerde münafıkların niçin kendilerini doğru yolda gördükleri bildirilmiştir. Münafıklar aslında şeytan tarafından çepeçevre kuşatılmış, şeytanın dostları haline gelmişlerdir. Şeytana bir dost kadar yakın olan kimse ise, elbette onun telkinleri altında hareket eder. Bu telkin münafıkları doğru yolda olduklarına inandıracak kadar güçlüdür. Allah bunu Kuran'da şöyle bildirir:
Kim Rahman'ın zikrini görmezlikten gelirse, biz bir şeytana onun "üzerini kabukla bağlattırırız"; artık bu, onun bir yakın dostudur.
Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. (Zuhruf Suresi, 36-37)
Kimine hidayet verdi, kimi de sapıklığı haketti. Çünkü bunlar, Allah'ı bırakıp şeytanları veli edinmişlerdi. Ve gerçekten onları doğru yolda saymaktadırlar. (Araf Suresi, 30)

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...