7 Kasım 2009 Cumartesi

Prof. Dr. Mustafa Kara ile Tasavvuf Üzerine... "Tasavvufun Misyonu Sürüyor"

........Altınoluk: Tasavvuf, İslâm toplumlarını derinden etkileyen ve başından beri tartışmalara konu olan bir disiplin. Siz de bu alanda kendini yetiştirmiş bir ilim adamısınız. Sizinle tasavvufla ilgili tartışmalı konuları konuşmak istiyoruz bu sohbette. İsterseniz, "Nereden çıktı tasavvuf?" sorusu ile başlayalım. Neden ihtiyaç duyuldu tasavvufa? Ya da olmasa olmaz mıydı? "İslâm varken neden tasavvuf, Müslüman varken neden sufi" sorusu anlamlı mı sizin için?

Prof. Dr. Mustafa Kara: Efendim bu konuya daha rahat cevap verebilmek için biraz daha eskilere gidelim. Genelde insanlık bazında olaya bakalım. 14 asırlık İslâm medeniyetine bakıldığında gördüğümüz gerçek şudur: İnsanlığın kurduğu hiçbir medeniyette mistik cereyanlar eksik olmamıştır, varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yani insanın ruhani boyutu insanoğlu varolduğu günden beri mevcuttur. İnsanın yaratılış olarak, fıtrat olarak böyle bir özelliği var. Bu özelliğinin tatmin olması gerekiyor. Her medeniyet kendi usulüne göre kendi sitiline göre bunu hallediyor.

İslâm medeniyetinde de bu gerçekle yüz yüze geliyoruz. Adına tasavvuf diyelim veya demeyelim Müslüman olan insanların mistik bir boyutu var.

Tasavvuf kelimesi şüphesiz Kur'an-ı Kerim'de olmayan bir kelimedir. Ama hadis-i şeriflerde ifade edilen "ihsan" psikolojisine ulaştıran bir tecrübedir. Ve bu anlamda kaçınılmazdır. Yani insan psikolojisini düşündüğünüz zaman mutlaka bir ruhani boyutu olacak kültürlerin. İslâm medeniyetinde, toplumunda bu boşluğu dolduran sistem olarak tasavvuf karşımıza çıkıyor.

Altınoluk: Tasavvufun insanların mistik ihtiyacını karşıladığını ifade ettiniz. Tasavvuf mistik kabiliyeti olan insanlara tatmin duygusu veriyor ama her insanın mistik ihtiyacı farklı oluyor. Bu noktada tasavvufun herkese gerekli olup olmadığı sorusu akla geliyor.
M.Kara: İslâm'a göre insanın yapması ve yapmaması gereken prensipler bellidir. Buna farzlar ve haramlar diyoruz. Müslümanın mutlaka yapması veya yapmaması gereken esaslar arasında "tasavvufa intisap etmek" diye bir kaide yoktur. Ama İslâm'da şu vardır; "Müslüman Allah'ı seven ve Allah tarafından sevilen bir insan olmalıdır." Peki insan bu noktaya nasıl gidebilecektir? Bunun muhtelif yolları vardır. Yani bir Müslümanın Kur'an'da ifade edildiği gibi takva sahibi olabilmesi için veya hadislerde ifade edildiği şekilde "İhsan sahibi" olabilmesi için belli bir gayret ortaya koyabilmesi gerekiyor ki bu noktaya ulaşabilsin. Tasavvuf bu yolda ilerlemek isteyenlere yardımcı olan bir disiplindir. Yoksa Müslüman için olmazsa olmaz bir şart değildir. Sadece yaratılışı, yapısı buna müsait olan insanlara yardımcı olan bir yardımcı müessesedir tabir caizse. Yoksa bunu "tarikata girmezseniz mahvolursunuz Müslüman olamazsanız, " gibi katı bir çerçeveye oturtmak yanlış olur.

Altınoluk: Bu çerçevede belki, "tasavvuf nedir?" sorusunu da cevaplandırmak gerekiyor. İslâm'la ilgisi ne tasavvufun? Eleştiriler, genelde tasavvufu ayrı bir din gibi algılamaya yöneliyor. Böyle bir niteliği var mı, oldu mu tasavvufun?
M.Kara: Efendim tasavvuf ayrı bir din midir? Sorusu zaman zaman gündeme gelmektedir. Tabî bu tasavvufa menfi açıdan bakanların tespitidir. Şimdi önce şunu tespit edelim. İnsanın ürettiği her fikir tenkide açıktır. Tasavvuf denen ilmin esaslarını, usulünü prensiplerini, esprilerini ortaya koyanlar da insanlardır. Dolayısıyla tasavvuf hakkında bütün söylenenler doğrudur demeye gerek yok. Niçin? Mutasavvıflar da insandır çünkü. Onların da bu tespitleri doğru olmayabilir. Bunları biz mi söylüyoruz? Hayır. Bunların söyleyenler bizzat sufilerdir. Yani sufilerin bir kısmı diğer sufilerin kanaatlerine karşıdır. Onlar arasında bir müttefekun aleyh bir tasavvuf kültürü yoktur. Bu şu demektir; İnsan olarak farklı düşünebiliriz, farklı yorumlar yapabiliriz ve birbirimizi tenkit edebiliriz.

Altınoluk: "Allah ulaşan yol mahlukatın nefesleri kadardır" denir değil mi?
M.Kara: Necmeddin Kübra'ya aittir o söz. Allah'a ulaşan yollar bu kadar çeşitlidir. Dolayısıyla tasavvufî hayatta hiçbir yanlış yoktur; hiçbir yanlış yorum yapılmamıştır dersek yanılırız. Dışardan birisi değil bizzat sufiler bunu söylemekte. Bugün çok tenkit edilen Hallac'ın fikirleri Muhiddin ibn Arabi'nin fikirleri ile ilgili olarak mümkün olsa da sufiler arasında bir anket yapabilsek. Anketimize üç türlü cevap çıkar. Birincisi bunlar mürşid-i kamillerdir, doğru söylemişlerdir. Söyledikleri hak ve gerçektir. İkinci grup sufilerin kanaati şu olur: Yanlış yapmışlardır, tasavvufi bir sırrı ifşâ etmişlerdir. Üçüncü grup da bu ikisinin arasındadır. Yani kanaat belirtmeyenler.

Altınoluk: Mesela "vahdet-i vücud" düşüncesi için anketten ne çıkar?
M.Kara: Sufiler içinde vahdet-i vücûd'u şartlı olarak kabul edenler var. Bunların en meşhuru da İmam-ı Rabbani'dir. Yani İbn Arabi'ye tasavvufun içinden bir saygı ifadesi içinde tenkit eden en büyük sufi İmam-ı Rabbani'dir. Rabbani Mektubat'ında diyor ki; "İbn Arabi bu görüşünde isabet etmemiştir, keşfinde yanılmıştır." Yani en meşhur mutasavvıfların dahi tasavvuf zümrelerinden münekkidleri vardır. Onları tenkit ederler. Aslında bu tenkid iyi bir şeydir. Çünkü canlılık kazandırır. Tasavvufi hayatın tenkid mekanizması hiç eksik olmamıştır. Yani şöyle özetlersek bütün tasavvuf klasiklerine baktığınızda hepsinin kendi meslektaşlarını tenkid ettiklerini görürsünüz. Dolayısıyla tasavvufi espriyi canlı tutan da bu tenkidlerdir. Bu tenkidlerle insanlar kendilerine biraz çeki düzen vermektedir. Niçin? Çünkü insanoğlu yanlış yapabilen bir varlıktır.

Altınoluk: Tasavvuf teoriden ziyada hale dayalı bir disiplin. Dolayısıyla tasavvuf erbabının hallerinin farklı olması normal değil mi?
M.Kara: Gayet tabi, onun için tenkitlerde aşırı gitmemişlerdir. Ilıman bir çizgiyi aşmamışlardır. İbn Teymiyye gibi tekfire gitmemişlerdir.

İbn Teymiyye bana göre büyük bir alimdir ondan şüphe yok. Tenkit hakkı elbette var. Fakat İbn Teymiyye tenkidinde aşırıya gitmiş ve nihayetinde işi tekfir noktasına ulaştırmıştır. Fevkalade yanlıştır bana göre. Tekfir dışındaki tavırları doğrudur. Çünkü tekfir bir bağnazlıktır, katılıktır, hiçbir katkı sağlamamaktır.

Altınoluk: Tasavvufi ekollerin müstakîm olanı ile, yoldan çıkmışı üzerinde durulabilir mi? Böyle bir fark gözetilebilir mi? Bu alanda bizzat tasavvufun kendi içinde bir hassasiyet mevcut mu? Yani tasavvufi ekoller, kendi içlerinde bir İslâm'ın ana kurallarına bağlılık ayrımı yapmışlar mı?
M.Kara: Daha önce de ifade ettiğim gibi insan unsuru açısından baktığımızda meseleyi daha rahat hallediyoruz. Tasavvufun kendi içinde bir hak-batıl konusu var mıdır? Vardır. Niçin vardır? Çünkü insanoğlunun beyni ve gönlünün çok muhteşem şeyler üretebilecek gücü vardır. Fakat aynı beyin ve gönül çok yanlış ve rezil şeyler de üretir. Çok yanlış telif ve tefsirler de üretir. İnsanoğlunun böyle bir özelliği var. Dolayısıyla vahyin ve vahyin kontrolündeki hadislerin esas fonksiyonu muhteşem şeyler üretebilecek olan beyni ve gönlü başka şeylere kaydırmamasıdır. Başka yerlere kaymadan bu enerjiyi ana istikamette tutabilmektir esas görev ve fonksiyonu. Fakat böyle bir görev ve fonksiyonu olmadığı zaman yani insan mutlak anlamda serâzâd olduğu zaman rezaletler üretiyor. Yanlış fikirler ve yorumlar üretiyor. Dolayısıyla buradan da batıl düşünceler ve yorumlar ortaya çıkıyor. Şimdi insan için bu vardır, dolayısıyla tasavvufi hayat içinde de sayıları az da olsa konuyu çok farklı boyuta götüren dervişler, sufiler vardır. dinin esaslarını zedeleyen dışlayan fevkalade yanlış yorumlar vardır. Ne yaptı sufiler buna karşı? Tedbirler aldılar, esaslar ortaya koydular, tenkit ettiler. Dediler ki "Ey meslektaşlarımız siz yanlış yapıyorsunuz, tasavvuf bu değildir. Tasavvuf dini esasları zorlayarak bir şeyler üretme sevdası değildir. Tasavvuf Allah'a kul olma sevdasıdır. Bu sevdaya başka şeyler katıyorsunuz ve işi sulandırıyorsunuz".

Altınoluk: Neleri katıyorlar hocam? Tasavvufun bünyesinde buna malzeme olacak materyaller var mı?
M.Kara: O materyali buluyor. Aslında yok tabi, neticede Kur'an-ı Kerim'de hadiste olanlar belli. Daha önce belirttiğim gibi insanoğlu bir şeyi alıyor çok farklı bir mecrada kullanıyor. Meselâ dini ibadetler, pratikler, kimi sufiler kalkıp diyor ki; "insanoğlu bir mâkâma yükseldiği zaman onun için artık namaz, oruç, hac, zekat gerekli değildir" bugün de bazı anlayışlar buna yakındır. Bunu ispat etmek için kendine göre Kur'an'dan ayetler, hadislerden deliller getirip şerh ediyor. Kendisini mânen bir yerde hissediyor, içinde bir güzellik duyuyor. Fakat bu güzellikle dini emirleri ve prensipleri zorluyor. Aşıyor, hırpalıyor ve kendine göre adeta bir din üretiyor. Tasavvuftan kalkıyor ama ulaştığı yer farklı oluyor.

Altınoluk: Tasavvufî, tezkiye, züht, takva, huşu, ihsan gibi islâmî kavramların kişilik planında içini doldurma çabası olarak nitelendiğinde, insan buna tasavvufi herhangi bir bağlantısı olmadan, sade bir Müslüman olarak yönelemez mi?
M.Kara: Yönelebilir. Yani bir insan tasavvufa bağlanmadan iyi bir mümin olabilir mi? El-cevap; Olur. Çünkü dinin esasları, Kur'an-ı Kerim'in gösterdiği yol ortadadır. İnsan bunların rehberliğinde iyi bir mümin olabilir. Nitekim tarihte bizim kesin bildiğimiz bir şey şu ki büyük alimlerin pek çoğu bir tarikata müntesip değildiler. Ama bu büyük alimlerin gönül dünyalarının bir dervişin gönül dünyasından aşağıda olduğu söylemek yanlış olur. Sufilerin bir kanaati var "Herkes kendine göre bir yol ile Allah'a ulaşır." İşte yolların sonsuzluğu o anlamdadır. Dolayısıyla Allah'a ulaşan yollar sonsuzdur. "Mutlaka tarikat yoluna girerek bu yolu kat edebiliriz" diye düşünmemek lâzımdır. Fakat bu yollara girerken yol gösterici bazı insanların yardımına, yol göstericiliğine ihtiyacımız var.

Altınoluk: Ehl-i tasavvuf bir mümin ile tasavvufla alakası olmayan bir mümin arasında manevi derece açısından bir fark yok mudur?
M.Kara: Manevi derece bakımından farkı vardır. Yalnız şunu da ifade etmek gerekir. Tasavvufi hayat bir sihirli formüle sahip değildir. Yani bir insan tasavvufa intisap eder, diğeri etmez. İntisap eden kişi tasavvufun gereklerini yerine getirmeyip bir arpa boyu katetmeye bilir. Yani kırk sene dervişlik yapar 40 santim ilerleyemez. Fakat diğer kişi samimidir, ihlaslıdır bu yönüyle onu kat kat aşabilir.

Tasavvufi hayat kendine göre şartları olan bir hayattır. O şartlar muvacehesinde insanı mükemmeliyete götürebilir. "Bu işe girdik her şey bitti" demek doğru değildir. Bunu şuna da benzetebiliriz; meselâ İslâm bir hidayet rehberidir, Allah'a ulaştırır. Fakat bir kişinin İslâm dinine girmesi başka şeydir bu ipi son noktaya götürmesi başka şeydir. Tarikatta da durum böyledir. Tarikata girmek başka bir şeydir, tarikatta kemali yakalamak başka bir şeydir. Onun için ayrı bir gayret gerekiyor.

Altınoluk: Ülkemizde de "Mürşit" konumundaki insanların kişiliğine yönelik tartışmalar dikkate alındığında mürşidin hem gereği gereksizliği, hem de aranan vasıflar üzerine neler söylersiniz?
M.Kara: Tasavvuf klasiklerinin üzerinde en çok durduğu konuların biri de mürşittir. Çünkü tasavvufi hayatın merkez kişisi mürşittir. Tasavvufi hayatı oluşturan, güzelleştiren, derinleştiren kişi mürşittir. Dolayısıyla tasavvufa mürşit merkezli bir hayat denilebilir. Mürşit kimdir sorusuyla ilgili olarak saatlerce konuşulabilir. Ama bizim tasavvuf klasiklerinde yer alan bir tarif hemen aklıma geliyor; " Mürşit; kişiyi Allah'a, Allah'ı da kişiye sevdirendir." İşin özü budur. Kur'an-ı Kerim'de de benzer bir ifade var. Müminlerin vasıfları sıralanırken "Allah onları onlar da Allah'ı severler" şeklinde.

Altınoluk: Mürşit kişiyi Allah'a nasıl sevdiriyor?
M.Kara: Kişinin gönlünü terbiye ve tezkiyeye tabi tutarak Allah'ı sevebilecek bir gönüle sahip kılıyor onu. Bu nasıl oluyor? Sufilere göre bunun da basit ifadesi ile cevabı şu; "İç dünyamızdaki hastalıkları yok etmekle". İç dünyamızdaki hastalıklar nelerdir? Gönül dünyamızı kemiren hastalıklar da diyebiliriz bunlara. Nedir bu hastalıklar? Meselâ kibir. Mutasavvıflara göre Allah'ı sevmek istiyorsanız veya Allah'ın sizi sevmesini istiyorsanız kibirli olmayacaksınız. Kindar, cimri, riyakar, hırsla dolu olmayacaksınız. Bu hastalıklar dolu gönülle Allah sevilmez Allah da bu gönülü sevmez. İşte mürşidin fonksiyonu burada hem bunları insanlara öğretiyor hem de fiilen yaşıyor.

Tasavvuf kültürü dediğimiz zaman aklımıza sevgi geliyor değil mi? Yunus, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli denilince aklımıza sevgi geliyor. Niçin? Çünkü mürşit olan bu insanlar gönüllerini hastalıklardan temizlemişlerdir. Dünya ile menfi anlamda bir alış verişleri kalmamıştır. Tabiatıyla kindar olmayan, kibirli olmayan, haset, şehvet gibi hastalıklarla malul olamayan bir insanın yapacağı şey sevmek ve başkalarına sevgiyi öğretmektir. Yani bunu hem söylemişler hem de yaşamışlar. Yaşadığı için siz de bunu örnek alıyorsunuz

Zaten tasavvuf bir insan eğitimidir. İnsanın iç âleminin eğitimidir. Yani insan ruh ve bedenden meydana geldiği için "riyazat-ı bedeniyye" dediğimiz beden eğitimine bir de "riyazat-ı ruhiyye" dediğimiz ruh eğitimine ihtiyacı var. Gayet tabi tasavvuf bir ruh eğitimidir. Onun için mühimdir. Onun için toplumda her zaman varolması gereken bir sistemdir. Biz tasavvufa karşı olalım olmayalım, bugünkü pedagojiyle uğraşanların mutlaka okuması, incelemesi gereken konulardan biridir tasavvufi kültür. Çünkü o da bir tarz insan eğitimidir. Fakat bütün insanlar bu tornadan geçsin demiyorum. Gerçekten tasavvuf erbabı çok enteresan teknikler bulmuşlardır bunlardan istifade etmemek akıl kârı değil. Meselâ insan eğitimi çok önemli bir şey diyoruz. ilim elde etmek, alim olmak lâzım diye insanları teşvik ediyoruz. İnsanlar da çalışıyorlar, okuyorlar, alim oluyorlar, arif oluyorlar profesör oluyorlar. Fakat bakıyorsunuz profesör olmuş ama baştan aşağıya kibir dolu. Hırs dolu, şehvet dolu. Bu ne getirir insana? Bu insan eğitimi değil. Bu fevkalade eksik insan eğitimidir. Eğer ilim mahfilleri böyle bir insan üretiyorsa bu fevkalade mahzurlu bir eğitimdir. Dolayısıyla tasavvuf erbabı insanı eğitmek için çok enteresan teknikler bulmuşlardır derken bunu kastediyorum. İslâm'da da ilim, amel, ahlak münasebeti derler, yani üçünü bir araya getirmek gerekiyor. Yoksa kuru bir takım bilgiler insanı bir yere götürmüyor. İç âlemimiz önemli, dış görünüşümüz değil.

Altınoluk: Mürşit konusunda istismarlar neden ortaya çıkıyor? İnsanlar, yanlış adamlara hangi psikolojik saiklerle bağlanıyorlar.
M.Kara: Bir kısım insanların mistik yaratılışta olduklarını ve böyle bir boşluk hissettiklerini söyledik. İçinde boşluk duyduğunu hisseden insan bu boşluğu gidermek için nereye başvuracak? Bazen bu sorunun cevabını insanlar bulamıyor. Ama içinde arayış var yani susuzluk var. İçinde susuzluk olan insan etrafına baktığı zaman serap görür ve seraba doğru koşmaya başlar. Nihayetinde bakar ki su diye bir şey yok. Bazen insan o denli susar ki denize ulaşır tuzluluğuna bakmadan ondan içer yapacağı bir şey yoktur çünkü. Bazı insanların fıtratı da böyledir. Müthiş bir arayış içindedir. İçinde bir yığın sorular, çıkmazlar vardır. Ona biri derki tasavvufi hayata erersen kurtulursun. O da ilk karşılaştığı yere intisap eder. Tabi bunu gerçek kriterleri bilemeyenler için söylüyorum. Buradaki insan kimdir, benim susuzluğumu giderebilecek biri midir, değil midir? Gibi soruları sormadan giden bu kişiye bağlanır. Tabi mürşit ile ilgi belli bilgileri olmadığı için sıkıntı meydana gelir. Bugün bizim toplumumuzda bu sıkıntı daha da fazladır. Çünkü 80 yıldır tasavvufi hayat yasaktır. Her şeyden önce bu yasağı oturup rahat bir zeminde oturup tartışmamız lâzım. İnsanların manevi ihtiyaçlarını düşünerek buna bir yol bulmamız gerekiyor. Aksi halde bu sahte mürşitlerin tuzağına düşecek avlar her zaman olacaktır. Bu avları ilânihaye göreceğiz. Çünkü içinde bir boşluk hissi duyan insanların arayışı devam edecek.

Seksen yıldan beri bu hayat illegal durumda. Dolayısıyla bir ölçü yok. Herkes kendini mürşit ilân edebiliyor. Maalesef böyle. Mürşit midir, değil midir icazeti var mıdır yok mudur diye kimse sormuyor. Zaten bunu soracak merci de yok.

Altınoluk: O zaman iki şeyin eksikliği söz konusu. Birincisi insanların kimlerin mürşit olabileceklerine dair asgari bir eğitime ihtiyacı var, diğeri de şeyh olarak ortaya çıkan insanların kontrolüne.
M.Kara: Gayet tabi. İnsanlara her şeyden önce "Tasavvuf nedir? Zaruret midir, değil midir? Mürşit kimdir?" Sorularının cevaplarını asgari düzeyde verebilmemiz gerekiyor.

Altınoluk: Bazı tarikatlar ilme, bazıları kisveye, bazıları müziğe önem veriyorlar. Bu ilgi alanlarının sebebi nedir? Bu karmaşa içinde doğrunun ölçüsü nedir?
M.Kara: Bunun tek sebebi mürşitlerin karakteriyle ilgilidir. Yoksa hiçbir tarikatta şöyle bir esas yoktur; "Efendim bizim tarikat keramete, fıkıh ilmiyle meşgul olmaya önem verir". Hiçbir tarikat baştan böyle bir kaide ortaya koymaz. Fakat her kişinin yoğurt yiyişi farklıdır. Bu ondan kaynaklanıyor. Bakıyorsunuz aynı tarikatın A, B, C, şehirlerindeki üç tane şeyhi üçünün de mürşidi aynı fakat üçünün de öne çıkardığı konu farklı olmakta. Bu tamamen kendisinin yoğurt yiyişi ile ilgilidir. Tarikatı ile de mürşidi ile de ilgili değil. Burada kendi mizaç ve meşrebinin o kültürü yoğurma tarzıyla ilgili olarak bir fark ortaya çıkıyor. Farklılığın en eski örneği olarak ben dört halifeyi görüyorum. Yani dikkat ederseniz dört halifenin mürşidi aynıdır fakat dört halifenin dördü de ayrı bir dünyadır. İç âlemleri, idare ve bakış tarzları farklıdır. Tıpkı bunun gibidir tarikatlardaki farklılıklar.

Altınoluk: Tasavvufun tanınmış simalarına atfen söylenen ve bilhassa tevhit hassasiyeti açısından tartışma çıkaran sözler var. Hallac'ın vs'nin sözleri gibi... Nasıl bakmalı İslâm akaidi açısından bu sözlere?
M.Kara: Mutasavvıfların her görüşüne adeta vahiy gibi bakmamak gerekir. Bizim inancımıza göre Hz. Peygemberimiz'den sonra hiç kimse masum değildir. Bizim akait inançlarımıza göre peygamberler dahi "zelle" (hata) yapabilirler. Allah tarafından ikaz edilirler. Nitekim Peygamberimizle ile ilgili Kur'an-ı Kerim'de bir kaç tane ikaz var. Son peygamberle ilgili bir çok ayet varken "sufiler yanlış yapmaz, hatalı düşünceleri olmaz" gibi düşünmek fevkalade yanlıştır. Çünkü hiçbiri ismet sıfatına sahip değildir. Sufiler de insandır yanlış, hata yapabilir ve bu kapıyı her sufi için açık tutmak lâzım. Günahsızlık zırhına bürünmemelidir.

Altınoluk: Mürit, mürşidinin herhangi bir konuda yanıldığını hataya düştüğünü nasıl ayırt edebilecek?
M.Kara: Çok zor bir soru tabi ki. Her şeyden önce bu müridin donanımlarıyla ilgili bir konudur. Mürit yeterli donanıma sahip değilse mürşidinin hangi sözünün doğru hangisinin yanlış olduğunu tefrik etmesi fevkalade zordur.

Tasavvufi eğitim teslimiyetçi bir eğitimdir. Bugünkü ifadeyle söylersek demokratik bir eğitim değildir.

Altınoluk: Peki bu teslimiyeti islâmî çerçevede nasıl değerlendiriyorsunuz?
M.Kara:Teslimiyetçi eğitim demek bir iş de ustaya teslim olmaktır. Siz sıvacı olmak istiyorsanız sıva ustasının dediklerini yapmak zorundasınız. Yani "malayı şöyle tutacaksınız" deniyorsa öyle tutmanız gerekir. "Hayır efendim ben böyle tutmam şöyle tutarım" derseniz siz sıvacı olamazsınız. Bu her iş dalında böyledir. İnsan bir mesleği, bir yöntemi usta ile öğrenir. ustasız öğrenenler de vardır ama bunlar istisnadır. Genel olarak insan bunu bir rehber ile öğrenir. Tasavvufi hayat rehberi de mürşittir. Dolayısıyla ona teslim olacaksınız. Ne zamana kadar? Tasavvufi eğitim müddetince, hayat boyu değil. Bu da yanlış anlaşılıyor. Tasavvufi eğitimin süresi ne kadardır? Bu beş günde olur, on beş yıl da olur, kırk yıl da olur.

Altınoluk: Tasavvufi eğitim biter mi peki
M.Kara: Seyru sülûk dediğimiz kısım biter. Ancak insan ölünceye kadar bu eğitimin içindedir, buna muhtaçtır da. Fakat bu okullardaki eğitime benziyor. Yani okula başlıyorsunuz bir müddet sonra okul bitiyor ve diplomanızı alıyorsunuz ve hayat başlıyor. Hayatın kendisi de başlı başına bir üniversite. Bu anlamda bitmez fakat seyr-u sülûk dediğimiz eğitim biter, icazet dediğimiz olay bunun bittiğini gösterir.

Tabiî dönüp dolaşıp iş gerçek mürşide dayanıyor. Mürşidiniz gerçekse teslim olmanızın hiçbir sakıncası yoktur, aksine faydası vardır. Ama mürşidiniz sahtekarsa, yetersizse haliniz dumandır, o zaman da Allah yardımcınız olsun.

Altınoluk: Tarikatla şeriat arasındaki ilişkilerde neden problem çıkıyor? Böyle bir problem çıkması kaçınılmaz mıdır?
M.Kara: Problem, getirilen izahlardan çıkıyor. Bazı sufiler şeriat ile kastedilen konuları küçümsemeye başlıyorlar. Bu küçümsemeyle birlikte şeriat, hakikat, tarikat tartışmaları başlıyor. Bir sebebi bu. Bir diğer sebep bizim kültürümüzde ehli zahir ve ehli batın tartışmaları var. Yani tekkeliler ile medreseliler. Bu tartışmalar günümüzde de var. Aslında bu tartışmaları ben insan fıtratıyla ilgili ve irtibatlı görüyorum. Gerçeği arayan insanlar bu dengeyi buluyor. Herkes bulamıyor tabi. Dolayısıyla ortaya şeriat, tarikat, hakikat tartışmasıdır çıkıp gidiyor. dinin özü itibarıyla bu tartışmaya sebep olacak bir durum yok. Aslında sufilerin şeriat, tarikat, hakikat tasniflerinde şeriatı küçümseme, devre dışı bırakma gibi düşünceleri yok. Ama bazı insanların davranışlarına bakıyorsunuz dinin esaslarıyla bağdaşmayacak şeyler yapıyor. Bu dün de vardı bugün de var. Farz olan bir şeyi yapmadığını haram olan bir şeyi yaptığını görüyorsunuz. Bunlara mutasavvıf diyemezsiniz. Tasavvufi hayatın içindedir, intisaplıdır hatta icazetlidir.

Altınoluk: Seyru sülûkünü tamamlamış icazetli bir sufi aynı zamanda haram işleyebilir mi?
M.Kara: Prensipte, nazariye de bu haramları işlememesi lâzım gözüküyor ama maalesef bu haramları işleyenler bulunabiliyor. Niçin bu duruma düşüyor? İnsan olduğu için. Asrı Sadet dönemine bakın bu hal içerisinde olan sahabiler görebilirsiniz. Sahabi dediğimiz insanların hepsi eşit oranda dindar değildir. Şüphesiz onlara saygımız sonsuz ama bu da bir vakıa. O da insan çünkü. Düşünebiliyor musunuz insan Peygamber Efendimizi görüyor, onu dinliyor, davetini işitiyor, onunla aynı mahalleyi paylaşıyor ve inanmıyor. Veyahut inanıyor bir müddet sonra vazgeçiyor. Dolayısıyla tasavvufta bir sihirli formül yok. Rengarenk insanlar var. dini hayatın çok değişik boyutlarını yaşayan insanlar var. Onların hepsi bu tasavvufi hayatın içindedir. Tasavvufi hayat tek renk değildir.

Altınoluk: Bu tartışmanın içinde çok söylenen; "zaman tarikat zamanı değil zaman imanı kurtarma zamanıdır" şeklinde bir söz var siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu sözü?
M.Kara: O söz 1925'ten sonra söylendiği için o günün şartlarında doğru bir sözdür. O günlerde yani 1925-30'lu yıllarda zamanımız tarikat zamanı demek mümkün değildi. Ama daha sonraki yıllarda şartlar değişmiştir. O kadar değişmiştir ki 1925'te tekke ve zaviyeleri kapatan CHP'nin 1970'li yıllarda Genel Başkanı olan Bülent Ecevit "tarikatlar serbest olmalıdır" demiştir. Efendim bu söz takiyye midir, politik bir demeç midir, iki yüzlülük müdür, samimiyetten uzak mıdır? tartışılır. Önemli olan bu sözü söylemiş olması, şartların ne denli değiştiğini gösteriyor. Dolayısıyla bu sözü söyleyen Said-i Nursi bir derviştir. Onun yazdığı eserlere baktığınız zaman fevkalade güzel tasavvuf kültürü vardır. O anlamda bir derviştir. Benim kanaatim şudur; eğer tekkeler yasaklanmasaydı, Said-i Nursi'nin ekolü bir tarikata dönüşürdü. Şu anda Nurculuk bir tarikat değildir. Ama rahat bir zeminde bulunsaydık o Risaleyi Nur Külliyatı'ndaki o tasavvufi muhteva bir tarikata dönüşecekti ve belki biz Saidiyye, Nursiyye tarikatı ile tanışacaktık.

Altınoluk:Tasavvuf Tarihi öğretim üyesi olarak tasavvuf adına bir özeleştiri yapsanız, nelerin altını çizersiniz? Yani tasavvuf alanında hem düşünce hem pratik alanında gördüğünüz aksamalar neler? Belki bu değerlendirmeyi, yaşadığımız çağın getirdiği malzemeler açısından da yapmak gerekiyor. Ne düşünüyorsunuz? Tasavvufun misyonu sürüyor mu?
M.Kara: Baştan beri ifade ettiğimiz gibi tasavvufun misyonu sürüyor ve bundan sonra da sürecek. İnsan fıtratı değişmediği sürece bu kıyamete kadar da sürecek. Ama bu ihtiyaca yeterince cevap verebilecek miyiz? Bu susuzluğu giderebilecek tatlı pınarları insanlara sunabilecek miyiz? Bu noktada açıkçası benim şüphelerim var. Çünkü illegal bir hayatta seviye kat etmek fevkalade zordur. Ama bu ihtiyacın yok olmayacağını düşünüyorum.

Tasavvufla ilgili olarak bazen menfilikler aklımıza geliyor. Menfilikler her zaman var ve istismarcılar her zaman söz konusu. Hiçbir zaman eksik olmadı. Tarih boyunca olduğu gibi şimdi de var. İstismarcıların tuzaklarına düşmemek için her zaman dikkatli olmak gerekiyor. Ama tasavvufi hayatla irtibatlandıracak en azından okuyan yazan kesimi bir şekilde irtibatlandıracak güzel şeyler de var. Mesela kitaplar, dergiler var. Tasavvuf kültürünü bizlere aktaran az da olsa kişiler var. Bunları da müspet gelişmeler.

Altınoluk: Bu çağın getirdiği şartlarda tasavvufi hayatı yaşama noktasında ortaya çıkan sıkıntılar var o konuda neler söylenebilir?
M.Kara: Çağın getirdiği sıkıntılar aslında çok fazla. Tasavvufi hayat ruhani bir hayattır. Fakat bugün birinci planda olan hayat ruhani bir hayat değildir. Tam aksi materyalist, modernist, kapitalist, ateist bir hayattır. Tasavvufun esas problemi burada. İnsanlar ruhani boyuttan tamamen uzaklaşmışlar. İnsanlar bugün iki şeye ilgi duyuyor biri spor diğeri de siyaset. Buna bir de seksi eklerseniz üç tane "s" ortaya çıkar. İnsanların bütün dikkatleri bu konulara teksif olmuş durumda. Bu insanları buralardan çekip alarak ruhani noktaya sevk etmek bir hayli zordur. Kapitalizm maalesef beyinlerimizi iğfal etmiştir. Ölçülerimizi mahvetmiştir. Beynimizin genleriyle uğraşmıştır. Dolayısıyla hayata bakış tarzımız maalesef bir kapitalist gibi olmuştur. Çoğu kere bunun farkına da varmıyoruz. Dervişiz ama dünyaya kapitalist gibi bakıyoruz! Esas problemimiz budur. Çağdaş problemlerle boğuşmamız gereken nokta budur. Kesin olan şu ki çağdaş hayatın bize zorla kabul ettirdiği şey aslında bizim ruhani hayatımızı tehdit etmektedir. Dolayısıyla bir müminde olması gereken bir gönüle sahip olamıyoruz.

Altınoluk: Çağdaş dünyada müthiş bir ekonomik yarış var. Bu ekonomik yarışta tasavvufa yönelik şöyle bir eleştiri getiriliyor: Tasavvuf insanı pasifleştiriyor, dünyadan el etek çektirtiyor tarzında. Tasavvuf insanı gerçekten pasifleştirir mi?
M.Kara: Tasavvuf insanı pasifleştirmez. Bu kesin. Hiçbir zaman tasavvuf insanların dünyadan el etek çekmesini istememiştir. Hiçbir tasavvuf kitabında dünyadan el etek çekiniz diye bir emir yoktur. Bu sadece çok kısa zaman dilimleri için geçerlidir. Bunun tasavvuf kültüründeki karşılığı halvettir. Kesinlikle dervişler hayattan kopmazlar. Yani dervişler çalışır, çalışma hayatının içindedir. Fakat niçin böyle bir kanaat oluşmuş durumdadır? Çünkü bugünkü düzen kapitalist bir düzen olduğu için kapitalist insanın hırsına bakılarak normal hayatını sürdüren insan pasif görülüyor. Aslında burada izafi bir pasiflik vardır. Günümüzün dervişleride böyledir. Bugün çalışmayan hiçbir derviş yoktur.

Altınoluk: Son olarak, Batı'da gerçekleşen İslâmlaşmalarda tasavvuf üslûbunun çok etkili olduğu görülüyor. Nedir bunun sebebi? Ya da neden İslâm'ın başka tebliğ tarzlarından daha etkili oluyor tasavvufi söylem?
M.Kara: Tasavvuf gönül medeniyetinin kurucusudur. Tasavvuf insana gönülden, gönlüne hitap eder. Aklına, bedenine, kıyafetine değil. İnsanın gönlüne hitap ettiğiniz zaman onu en can alıcı yerinden yakalamış oluyorsunuz. Dolayısıyla Batı'da bir arayış içinde olan insanların doğrudur hemen hepsi tarikata intisap ediyorlar. Niçin çünkü tasavvuf insanî çerçeveden mesajını sunuyor. Meselâ önce namaz kıl, oruç tut demiyor. Daha üst çerçeveden bakıyor insana. Ve insan olduğu için onun kalbine, hislerine hitap ediyor.

Altınoluk: O üst çerçevede neler var?
M.Kara: O üst çerçevede insanî güzellikler var. Yani sevgi var, bir şeyi karşılıksız yapma var. Muhabbet var. Tevazu var. Alçak gönüllülük bana göre gönülleri fetheden fevkalade önemli bir mekanizmadır. Sade yaşamak var. Tebessümlü olmak var. İşte onları fetheden bunlardır. Kapitalist dünyanın mahvettiği insan aslında tebessüm arıyor. Maddi bir ilişkiye dayanmayan bir dostluk arıyor. Arayış içinde olan insanlar bu ışığı görüyor ve geliyor. Bakıyor ki yemesiyle, içmesiyle, giyimiyle kuşamıyla mütevazı bir hayat. Fıtratında da olunca hemen teslim oluyorlar. Bu arada bir başka gerçeği de söyleyelim; arayış içerisinde olanların bir kısmı da uzak doğu mistisizmine kayıyorlar. Tabi burada Batıdaki İslâm imajı da önemli. Menfi İslâm imajı Batıya şırınga edildiği için İslâm'a yaklaşmak yerine Budizme vs. kayanlarda olmakta.

DOĞU MİSTİSİZMİ VE TASAVVUF
Altınoluk: Tasavvufun, Doğu'nun mistik dünyasından ve felsefesinden yoğun biçimde etkilendiği, bunun da insanların değer ölçülerini bozduğu iddia edilir. Ne orandadır bu etki ve bu tasavvufun aslî karakterini bozmuş mudur?

M.Kara: Doğu mistik dünyası denilince hemen "İlim Çin'de de olsa alınız", "Hikmet müminin yitiğidir nerede bulursa alır" meselesi aklımıza geliyor. Bunlardan da öte bir şey biliyoruz; "İlk insan ilk peygamberdir". Dolayısıyla insanlık kültürü aslında tevhit kültürüdür. Bütün sapmalara, bütün yanlışlara, heterodoks tavırlara rağmen insanlık kültürü tevhit kültürüdür. Dolayısıyla bu kültürün doğusu, batısı, güneyi, kuzeyi olmaz. Eğer bir fikir doğru ise, tevhidî ise bizim iç âlemimize ışık tutuyorsa bu alınır ve kullanılır bunun hiçbir mahzuru yoktur. Yine bu anlamda tesir almak kötü bir şey değildir. Genel anlamda İslâm medeniyeti hem tesir almıştır; hem de tesir vermiştir. Tesir almadan hiçbir medeniyet kurulmamıştır bu zamana kadar.

Altınoluk: Peki bu tesir aslî karakteri bozmuş mudur?
M.Kara: Aslî karakteri bozmaz. Tabi yanlış şeyler üreten sufiler de vardır. Bunları istisna ediyorum. Ama genel olarak ana yolu bozmaz. O ana gidiş yolu bellidir ona zarar vermez. Yanlışlar onun aslî rengini değiştirmez. O anlamda menfi bir belirleyiciliği olamaz.

Ya Ruhbanlık?

Altınoluk: Tasavvuf, kul ile Allah arasına girmek anlamına bir tür ruhbanlık mıdır? İslâm ruhbanlığa izin vermediğine göre tasavvuf buna izin verebilir mi?
M.Kara: "Ruhbanlık" kelimesi rayından çıkartılmış bir kelimedir. Özellikle cumhuriyet döneminde "İslâm'da ruhbanlık yoktur" cümlesini alarak "İslâm'da din adamlığı, din rehberliği yoktur" cümlesine çekilmiştir zorla. Halbuki hadisteki "İslâm'da ruhbanlık yoktur" farklı anlamdadır. Tabi ki İslâm'da Allah ile kulu arasında Hıristiyanlık anlamında bir ruhbanlık yoktur. Fakat bir terime dikkat çekmek isterim. Allah ile kul arasındaki kişiye yani peygambere elçi diyoruz. Elçi ne demek? Bir şey ile diğer şey arasındaki vasıtadır. Yani burada "Allah ile kul arasında kimse yoktur" derken peygamberin fonksiyonunu ihmal etmemek lâzım. Dolayısıyla bu şu gerçeği ortaya koyuyor; insanı Allah'a doğru sevk eden bir rehbere ihtiyaç vardır. İnsan bu rehbere muhtaçtır. Bunun en büyük temsilcisi tabi ki peygamberlerdir. Peygamberimiz bu anlamda bize rehberlik yapıyor. Bizim elimizden tutuyor gitmemiz gereken istikameti gösteriyor. Evet biz yürüyeceğiz ama yolu gösteren O'dur. O'ndan sonra rehber olarak peygamberin varisleri yani alimler ve arifler vardır. Alimlerin görevi tabi ki aracılığı Hıristiyanlık anlamında Allah adına tövbeleri kabul eden bir şube olmak değil kesinlikle. Fakat insan kendisini Allah'ı tanıtan O'nu sevdiren bir alime bir arife bir mürşide muhtaçtır. Yani hiçbirimiz annemizden doğduğu zaman 32 farzı bilmiyorduk. Namazı, orucu bilmiyorduk. Birileri bize bunu öğretti ve Allah'ı tanıttı diye bir aracı sınıf mı oldu bu insanlar? Hayır ama rehberdir, mürşittir.

RABITA VE TEVHİD
Altınoluk: Burada bir de rabıta üzerinde duralım isterseniz. Rabıtaya hangi anlamda önem veriyor tasavvufi ekoller? İslâm'ın tevhit hassasiyeti içinde rabıtayı nasıl anlamak gerekir? Ya da bu konuda düşülen hatalar nelerdir? Rabıtanın tevhidi zorlaması mümkün mü? Rabıtanın delili nedir?

M.Kara: Şayet ehlinin elinde değilse rabıtanın tevhidi zorlaması mümkündür diyelim ondan sonra bunu biraz açalım isterseniz.

Rabıta tarikatlar arasında farklı değerlendirilen terimlerden bir tanesidir. Öncelikle şunu söyleyelim rabıta her tarikatta aynı oranda üzerinde durulan bir konu değildir. İkincisi biliyorsunuz tarikatlar son yediyüzyılda yaygınlaştı. İlk yedi yüzyılda da mürşit, tasavvufi hayat, tekkeler, dergahlar vardır fakat tasavvufi düşünce, mektep, ekol haline gelmemişti. İlk yedi asırda bugün anlaşılan mânâda bir rabıta yoktu. Şeyhi sevmek, gönlü bağlamak var mı? Tabi ki o var. Bugün anlaşılan mânâda ve tarif edilen şekildeki rabıta o ilk yedi asırda yoktu. Daha sonra gelişmiştir.

Peki bu tevhidi zorlar mı? Öncelikle şunu söyleyelim, rabıtayı tasavvufi eğitimde ders olarak öne çıkaran sufiler tabi ki buna delil olarak bazı ayetleri gösteriyorlar. Bunların en meşhuru Kur'an'ı Kerim de bir iki defa geçen bir ifade bu "Sizi Allah'a ulaştıracak bir ‘vesile' arayınız" ayetidir. Sufiler ‘vesile" kelimesini şerh ediyorlar ve bunun mürşit demek olduğunu ifade ediyorlar. Diğer tefsirlere bakıldığında bu "vesile" kelimesi "ameli salih" olarak yorumlanıyor.

Ama neticede durum şurada düğümleniyor: "Rabıta size Allah'ı sevmeyi öğreten bir insanı sevmek" demektir işin özü budur. Bunu resme, şekle, şuna -buna boğmamak lâzım.

Altınoluk: İlk yedi asırda da böyle miydi?
M.Kara: Evet ilk yedi asırda da böyle anlaşılıyordu. Mürşide bağlanmak, mürşidi sevmek mânâsında.

Altınoluk: Peygamber efendimiz ile Ashab-ı kiram arasındaki ilişki de böyle bir ilişki mi idi?
M.Kara: Kainatın efendisi ile Sahabe-i Kiram arasında böyle bir muhabbet vardı. Aslında bunun örnekleri çok. Meselâ çok hadisi şeriflerde sıkca kullanılan bir ifadedir: "Anam babam sana feda olsun" şeklinde. Peygamberimiz de bir hadislerinde Hz. Ebubekir'e "Beni kendinden çok sevmedikçe gerçek mümin olamazsınız" buyuruyor. Şimdi Peygamber Efendimiz haşa egoistçe bir tavır mı takınıyor? Asla. Hz. Peygamber (s.a.) aslında burada bir sevgi eğitimi yapıyor. Niçin? Çünkü Hz. Peygamberi sevmeden Allah'ı sevmek mümkün değil. O'na tabi olmadan Allah'a tabi olmak mümkün değil. Ayeti kerime de "Eğer Allah'ı seviyorsanız, sevmek istiyorsanız bana tabi olun" Yani peygambere. Sahabe-i Kiram onun için peygambere aşık oluyor. Bir dervişte mürşidine aşık olur. Niçin? Çünkü aşkı öğreten odur. Peygamberi nasıl sevileceğini öğreten, Allah aşkı ile onu tanıştıran odur. Düşünün ki bir insan size Allah'ı nasıl sevileceğini öğretmiş, bu kişiye besleyeceğiniz duyguları tahayyül edin. Bu şirk midir? Hayır kesinlikle şirk değildir. Fakat burada bir konuyu tekrar açmak gerek. Eğer rabıta denen şey gerçek anlamdaki mürşidin yönlendirmesiyle olursa şirk olamaz. Fakat demin söylediğimiz gibi sahtekarların cirit attığı bir ortamda rabıtanın insanı bazen tevhidin dışına taşıyabileceğini düşünmek lâzımdır. Burada usta-kalfa ilişkisi oldukça önemli. Daha doğrusu ustanın ustalığı önemli. Sahtekarların elinde bu hassas konu sulandırılmaya çok müsaittir.

Altınoluk: Muhterem hocam değerli vakitlerinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz

* Prof. Dr. Mustafa KARA Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Kürsüsü Öğretim Görevlisi

Diğergâmlık Egitimi

........Diğergâmlık hodgâmlığın zıddı bir kavram. Hodgâmlık kendini düşünmek; nefsini öne çıkarmak; bencil davranmak demektir. Diğergamlık ise kendini değil kardeşini düşünmek, kardeşinin ihtiyaçlarını görmeyi kendi ihtiyacından daha önemli saymaktır. Yâni sünnetteki ifâdesiyle "kendisi için istediğini kardeşi için de istemek, kendisi için istemediğini onun için de istememek" (Buhârî, Îman, 7; Müslim, îman, 71-72) veya Kur'an'daki zirve ifâdesiyle kendi "ihtiyacına rağmen kardeşini kendine tercih edebilmektir" (bk. el-Haşr, 59/9)

İnsanoğlu, tasavvufi ifâdesiyle, mayasında bulunan toprağın suyu tutma özelliği gibi, dünyevi şeyleri tutmaya ve yutmaya yatkın ve düşkündür. İnsanın temel meyli hodgâmlık, yani bencilliktir. İnsan onu kendi nefsine olan sevgi ve düşkünlüğü sebebiyle nefsinin ihtiyaçlarını tatmin etmeyi arzular ve bunun yolunu arar. İyi bir nefs eğitimi ve irâde terbiyesi olmadan bu duygunun frenlenmesi zor, hattâ imkânsızdır. Bu yüzden tasavvufî terbiyedeki "Fenâ fi'l-ihvân" anlayışı temelde kardeşlik sevgisiyle benliği ve bencilliği aşma çabasıdır. İnsan, bencillik ve mülkiyet duygusunu ancak bu anlayışla kolayca aşabilir,

Fenâ fi'l-ihvân anlayışına sâhip gönül adamı, kendi malını da kardeşinin malı olarak görür. Nitekim eski sûfî mektepleri, mensuplarının kişiye âidiyet bildiren "benim elbisem, benim malım, benim evim" gibi bencillik duygusu veren kelimeleri kullanmalarını tasavvufî edebe aykırı sayarlardı. Hatta derlerdi ki: Şeriatta senin malın senin; benim malım benimdir. Tarikatta senin malın senin; benim malım da senindir. Hakikatte ise senin malın da benim malım da hepsi Allah'ındır. Biz "devre-mülk" sâhipleri gibi, malın ve eşyânın âriyet bekçileriyiz.

İşte bu terbiye, dünya nimetlerinden yararlanırken insanların kendilerini malın mâliki gibi davranmaktan biraz olsun uzaklaştırabilir. Türkçe'mizde tasavvufi bir incelikle "malın mâliki" yerine "malın sâhibi" tâbiri kullanılır. Aralarında fark vardır. "Mâlik"te kalıcı bir âidiyet duygusu olduğu halde, "sâhib" kelimesinde beraber bulunma, arkadaş ve yoldaş olma gibi bir âriyet ve emânet mânâsı vardır. Yûnus bunu ne güzel seslendirir:

Mal sâhibi, mülk sâhibi,
Hani bunun ilk sâhibi,
Mal da yalan mülk de yalan
Var git biraz sen oyalan.

Mal ve mülk ile dünyaya âid şeylerin insanı oyalamaktan başka bir işe yaramadığını bundan daha güzel ifade eden bir söz yoktur. Kur'an'ın insan açısından dünya malına bakışı, onun yaslanılan bir dayanak olarak telâkkî edilmesidir (bk. en-Nisâ, 4/5).

Kur'ânî ve tasavvufî bu tür yaklaşım tarzı, özellikle yokluk ve darlık zamanlarında; acıları paylaşıp imkânları bölüşmenin gerekli olduğu dönemlerde ayrı bir önem kazanıyor. Bugün Türkiye'de yaşanan ve derinliği her geçen gün artarak devam eden ekonomik kriz bizi, olayları kendi kıymet hükümlerimiz ve duygularımızla yeniden değerlendirmeye sevketmektedir.

Kur'an'da insanlar ekonomik ve sosyal statülerine göre üç derecede incelenmektedir. Mesâkin, fukarâ ve ağniyâ. Bu üç grubun sâhip oldukları mal ve emtianın derecesi de üçtür: Zarûriyyât, hâciyyât ve zeyniyyât.

Zarûriyyât, "zarûret hali" kavramı ile de alâkalı olarak hayatın devâmı için "olmazsa olmaz" tarzında gerekli olan maddelerdir. Ölmeyecek kadar yemek içmek, vücûdunu soğuk ve sıcaktan koruyacak bir giyecek ve hayatın devamı için zarûrî bir barınak (mesken, ev, kulübe, çadır v.s.). Bunları bile sağlamakta zorlanan ve bugün "açlık sınırı" diye ifâde edilen kimselere Kur'an "mesâkin" yâni hiçbir geliri olmayan çok fakirler adını vermektedir.

Hâciyyât, hayatın akışını kolaylaştıran ve yaşamın devamında sosyal statüye göre ihtiyaç hâline gelen ve lükse dahil olmayan şeylerdir. Zamana, şartlara ve kişilere göre değişebilen bu ihtiyaç maddeleri, zorunlu ev eşyâları, eğitim imkânları, seyr ü sefer vâsıtaları türünden şeylerdir. Zarûrî ihtiyaç maddelerinin dışında kalan hâciyyât denilen bu maddeleri sağlayamayan kişilere Kur'an "fukarâ", yoksullar diyor. Geliri temel ihtiyaçlarına yönelik giderini karşılayamayan bu insanlara bugün "yoksulluk sınırında" denilmektedir. Geliri olan ama geliriyle geçinemeyenler, demektir.

Zeyniyyat ise zarûriyyât ve hâciyyâtın üstünde kişinin sosyal statü ve ekonomik durumuna göre sâhip olduğu imkân ve nimetlerdir. İhtiyacından fazla bu tür imkana sâhip olanlara Kur'an "ağniyâ", zenginler adını verir. Hayatın akışını kolaylaştıran bu imkân, zekâtı verilmek şartıyla Allah'ın bir lütfu olarak değerlendirilmeli, lüks ve isrâfa düşmeden hizmete sokulmalıdır.

Allah Rasûlü'nün ve ashâbının hayatında bu statülerin var olduğunu görüyoruz. Toplumu bir vücûd, bir organizma; ferdleri de organizmanın organ ve hücreleri gibi gören Allah Rasûlü, toplum kesimlerinde ekonomik bir uçurumun olmamasına özen gösterir; henüz zarûriyâtını karşılayamamış ve özellikle suffa ashâbı varken hâciyât ve hele hele zeyniyyât peşinde koşmaya asla izin vermezdi. Özellikle âilesi, eşleri ve çocuklarını bu konuda kötü örnek olmamaları için uyarırdı. Nitekim kızı Fâtıma'nın ev işlerinde kendisine yardımcı olarak bir hizmetçi istediği zaman verdiği cevap, zarûriyâtını karşılayamamış insanlar varken hâciyyat sayılacak bir talebe, kızından da gelse, hoş bakmadığının ifâdesiydi. Buyurmuştu ki: "Kızım, ehl-i suffeyi açlıktan kıvranır bir halde bırakarak size hizmetçi veremem. Henüz onların maîşetlerini temin edemedim. Bu eserleri satıp ashâb-ı suffanın ihtiyâcını karşılamayı düşünüyorum." (İbn Hanbel, I, 106)

Eşlerinin kendisinden zinet eşyâsı talebi ona çok dokunmuş ve onları yirmi dokuz gün süreyle, yanlarına gitmemek ve câmide yatmak sûretiyle îlâ etmişti. Nihâyet Ahzâb sûresindeki ilgili âyet (33/28-29) nâzil olunca ilişkiler normale dönmüştü. Eşleri ashâb-ı suffanın ihtiyâcına rağmen böyle bir talepte bulunmaktan Allah ve Rasûlü'nü tercih ederek vazgeçmişlerdi. Böylece onlar, eşleri ve önderleri Efendimiz'in model kimliğine tâbi olmuşlar; genelde fakir sahâbîlerin özelde suffalıların sıkıntısını paylaşmışlardı. Bu tavır bir bakıma sıkıntıdaki insanların yüreklerinde bir eziklik duymalarını engelleyen diğergâmlık tavrıydı.

Allah Rasûlü fakirlik ve maddî sıkıntıyı en derin biçimde hisseden insanların yüreklerini serinletmek, karınlarını doyurmak ve rahatlatmak üzere dâimâ ashâbını onlara karşı diğergâm davranmaya teşvik etmiştir. Nitekim Allah Rasûlü ashâbına: "İki kişilik yemeği olan üçüncü, dört kişilik yemeği olan beşinci ve altıncı... kişi olarak suffalılardan alıp evine götürsün." (Buhârî, mevakitü's-salât, 41, İbn Hanbel, I, 197) buyururdu. Çünkü en büyük zenginlik sayılan kanâat sâyesinde "iki kişiye yetecek yemek dört kişiye de yeterdi." (bk. İbn Hanbel, III. 301; İbn Mâce, II, 1084)

Allah Rasûlü suffa ashâbı ile birlikte yemek yediği ve onlara ikramlarda bulunduğu ortamlarda da en son kendisi yer, dâimâ onlara öncelik vererek diğergâmlıkta bulunurdu. Nitekim Ebû Hüreyre (r.a.) bir gün açlık tesiriyle suffadan dışarı çıkmıştı. Hâlinden onun açlık sebebiyle dışarı çıktığını anlayan Allah Rasülü, evden getirdiği bir kâse sütü içmek üzere suffada bulunanların hepsini çağırmasını söyledi. Sütün kendisine bile yetmeyeceğini düşünen Ebû Hüreyre istemeyerek de olsa ashâb-ı suffayı çağırdı. Hz. Peygamber'in emriyle süt kâsesini sırasıyla suffalılara ikrâm etti, Herkes doyuncaya kadar içti. En son Ebû Hüreyre ile Allah Rasûlü kalmıştı. Allah Rasûlü kâseyi Ebû Hüreyre'ye vererek onun da içmesini istedi. Ebû Hüreyre tırnaklarının ucundan süt akacak şekilde doyuncaya kadar içti. En son Allah Rasûlü içti. (Buhârî Rikak, 17; İbn Hanbel, II, 515) Zaten o, diğergâmlığı sebebiyle hiçbir zaman önce içen, ihtiyâcını ilk gören olmamıştır.

Ashâb-ı suffe ve onların ihtiyaçları asla Hz. Peygamber'in gündeminden düşmezdi. Nitekim Gazzâlî, Ebû Dâvud ve İbn Mâce'nin benzer lâfızlarla kısmen naklettiği şöyle bir olaydan bahseder. Allah Rasûlü bir sefer dönüşü kızı Fatıma'nın kolunda gümüş bilezik görmüş ve bunu satıp bedelini suffalılara infak etmesini emretmişti (bk. İhyâ, IV, 232).

Suffa ashâbından dermanı kesilen biri birgün gelip Rasûlullah'a halini arzetti. Peygamberimiz de onu zevcelerine gönderdi. Müminlerin anneleri, "evimizde sudan başka bir şey yok" diye beyân-ı i'tizâr ettiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Kim bu açı yemeğine ortak eder?" diye ashâbına sordu. Ensar'dan bir kişi ayağa kalkıp: "Ben" dedi ve suffalı misâfiri alıp evine götürdü. Evinde eşinden "çocuklarının yiyeceğinden başka bir şey bulunmadığını" öğrendi. Sofrayı kurup lâmbayı yaktıktan sonra yemeği sofraya koydular, Yemeğe başlayınca ev sâhibi kandili düzeltiyormuş gibi yaparak ışığı söndürdü. Sâdece misâfirin yemesi için ortamı kararttı. Karı koca yiyormuş gibi yaptılar. Misâfir güzelce karnını doyurdu. Onlar aç sabahladılar. Sabah olunca ev sâhibi Allah Rasûlü'nün yanına gittiğinde ona buyurdu ki: "Bu gece Allah sizin hareketinizden memnûn oldu ve hakkınızda şöyle buyuruldu: "Onlar kendilerinde yoksulluk olsa bile kardeşlerini özcanlarından üstün tutarlar." (el-Haşr, 59/9)

Diğergamlık ve îsârın asr-ı saâdette sayısız örnekleri vardır. İkram edilen bir paça yemeğinin bütün komşuları dolaşıp nihâyet ilk verene kadar dolaşması bunun en güzel örneklerindendir. İbn Ömer bu devri şöyle anlatmaktadır: "Öyle zamanlar yaşadık ki, aramızda hiç birimiz müslüman kardeşinden daha çok altın ve gümüşe sâhip olmayı düşünmezdi. Şimdi öyle bir zamandayız ki altın ve gümüş bize müslüman kardeşimizden daha tatlı ve sevimli gelmeye başladı" (Mecmaü'z-zevâid, X, 285).

Suffalıların kendi aralarında da dünya temâyülü gösterip mal edinmeye kalkanlarını Allah Rasûlü pek hoş karşılamaz ve bunu onların içlerinde bulundukları irfan ve mânevî hâl ile bağdaştıramazdı. Nitekim İbn Hanbel'in rivâyet ettiği bir hadiste ashâb-ı suffadan biri ölmüş ve kefenlenmek için cübbesi sökülünce içinden iki altın çıktı. Allah Rasûlü bunu görünce: "İki dağlama aracı!" diye şaşkınlığını ve bu hâlden memnûniyetsizliğini ifâde buyurdu. (bk. Müsned, V, 252, 253, 258)

Suffalı bir kimsenin altın saklamasının iki sebebi olabilirdi: Ya zâhidlik, fakr ve tevekkül ızhârında samîmiyetsizlik, ya da dünya malına gönlünü kaptırıverme zaafı. Bu kadar ekonomik darlık ve mânevî varlık arasında bu tavrın izâhı zor görülmüştü.

Diğergamlığın en şâhika örneklerinden biri de Yermük harbinde yaralılar arasında su ikramı sırasında yaşanan durumdur. Kan kaybı ile meydana gelen susuzluk duygusuna rağmen: "Su!" diye feryâd eden kardeşini kendine tercih eden deryâ gönüllü güzel insanlar.

Bir defasında İbn Ömer'in canı balık istemişti. Hanımı çok nefis bir balık pişirdi. Tam sofraya oturacakları sırada kapıya bir dilenci geldi. Kokusunu aldığı balığı istedi. İbn Ömer derhal balığın dilenciye verilmesini istedi. Hanımı dilenciye para ve başka şeyler verip râzı edelim, dediyse de ona bir türlü balığı yediremedi. Neticede balığı dilenciye verdiler. (İbn Sa'd, Tabaket IV, 165)

Bugün biz bu duyguları Allah Rasûlü'nün şu hadisinin rûhuna uygun olarak yaşamalıyız diye düşünüyorum. Allah Rasûlü buyuruyor: "Bir kişinin yiyeceği iki kişiye; iki kişinin yiyeceği dört kişiye; dört kişinin yiyeceği sekiz kişiye yeter." (İbn Hanbel, III, 301; İbn Mâce, II, 1084)

KENDİNİ Egitmek

........İnsanoğluna verilen en önemli hususiyetlerden biri, hiç şüphesiz, merak ve araştırma duygusudur. Yeni yeni keşifler, bilgiler ve müşâhedeler, bize ayrı bir lezzet verir. Belki ferdî ve içtimâî terakkinin en önemli sebebi de insanın araştırıcı ve merak edici bir rûha sahip olmasıdır.

Bilinmezliklere doğru çıkılan yolculuklar, hem tedirginlik, hem de ayrı bir zevk verir. İlk nazarda hemen bilinemeyen ve kişilere göre değişkenlik arzeden bu alan, dînî literatürümüzde “Gayb” kavramıyla ifâde edilmiştir. Gaybin birçok çeşidi vardır. Kur’an-ı Kerim muhtelif âyetlerde, mutlak gaybın diğer bir ifadeyle gaybın tamamının (küllî gayb) ancak Allah tarafından bilinebileceğine dikkat çeker. Bununla beraber Allah’ın dilediği kullarını gaybî bilgilerin bir kısmından haberdar edebileceğine de ayrıca işâret edilir.

İnsanın göklerde ve yerde bulunan nihâyetsiz âyet ve ibret levhalarını okuması teşvik edilmiş ve bu yolda araştırmalara âdetâ teşvik edilmiştir. Ancak özellikle geleceğe dair bilgi edinme arzularının zandan öteye geçmeyeceğine dikkat çekerek de, bu alanda dikkatli olunması istenmiştir. Fakat insanoğlu, bu nevi bilgileri elde edebilmek adına Kur’an ve sünnet tarafından pek de tasvip görmeyen birçok yollara da başvurmuştur. Meselâ cinlere, kâhinlere, falcılara ve medyumlara başvurmuş ve geleceğe ve bilinmezliklere bir ışık aramıştır. Bu çabalarından da büyük bir zevk almıştır.

Yine aynı şekilde birçok mâneviyat yolcusu –ehlince pek itibar edilmese de- kalp gözünün açılmasına ve keşf ehli olmaya büyük değer atfetmiş ve bu hâle erişmeyi âdetâ hedef haline getirmiştir.

İşte bu ve benzeri arayış sahiplerine hitaben İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- Hazretleri buyurur ki:

“Zâhiren gizlenmiş ayıp ve kusurlarını keşfetmen, sana gizli kalan gaybî bilgi ve hâdiselere muttali olmandan daha hayırlıdır.”

Yüce Rabbimiz: “Kendi içinizde de nice âyetler var; görmüyor musunuz?” (Zâriyât 21) buyurmak sûretiyle, insanın kendi dünyasını keşfe çıkmasına dikkat çeker. Bu âyette ifade edilen mânâ çerçevesine tedebbür ve tefekkürle yaklaşacak olursak diyebiliriz ki: Evet bir değil birçok âyetler var. İlâhî azamet ve kudret akışlarını sezebileceğiniz, kendinizin ne olup ne olmadığını görebileceğiniz sayısız âyetler var. Sizde bir mucize tesiri icrâ edecek nitelikte nihâyetsiz harikulade işâretler var. Ve siz esasen bu âyetleri keşfedebilecek fıtrattasınız. Bu istidat ve kabiliyete sahipsiniz. Ancak bu âyetleri görmek için kalpleriniz âmâ olmamalıdır. Zira esas körlük, baş gözünün körlüğü değil, göğüslerde bulunan kalplerin körlüğüdür. Baş gözü, kalp gözüne ancak bir gözlük olabilir. Bununla göklerde ve yerde Rabbin âyetlerini görüp anlamanız mümkündür; ancak kendi içinizdeki âyetleri görebilmek için basiret denilen gönül gözünüzün açık olması gerekir. Aksi halde iç dünyanızdaki yıldızları ve güneşleri müşâhede etmenizin imkânı yoktur.

Kendini unutan insan, daha çok başka şeylerin peşinde bir ömrü hebâ eder ve pek tabii olarak kendini de hebâ eder. Âriflerin ve hikmet ehli pek çok tefekkür erbâbının ifâde edegeldikleri: “Kendini tanıyan Rabbini tanır” gerçeği, insanlık tarihi kadar kadîm bir düsturdur. İnsanlığın en üstün mürebbileri olan Peygamberler ve mürşidler, insanoğlunun gözünü ve gönlünü öncelikle kendini keşfe doğru çevirmesini istemişlerdir.

Başkalarının ayıp ve kusurlarını keşfetme arayışı, Allah ve Rasülü nezdinde son derece çirkin ve hatta aşağılık bir davranış bozukluğu olarak değerlendirilmiştir. Keşfetme bir tarafa, ortaya çıkan ayıp ve kusurların örtülmesi istenmiştir. Nitekim:

“…Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter. ” buyrulmuştur. (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58. )

Yine buyrulmuştur ki:

“Müslümanların ayıplarının, gizli durumlarının peşine düşer, araştırmaya kalkışırsan, onların ahlâkını bozarsın veya onları buna zorlamış olursun. “ (Ebû Dâvûd, Edeb 37)

Kendi eksik ve kusurlarını gören kimse, onları telafi yoluna gideceğinden kendi kalitesini artırmış olacaktır. Kendini gören kul, nefsinin kendisine neler fısıldadığını iyi bildiği için kendi kendini aldatmaz. Başkalarının kusurları üzerinden pirim yapmak yerine, kendi eksikliklerini gidermek ve güzelliklerine güzellik katmak suretiyle Rabbi katında izzet ve şerefini artırır. Bu durum kalbî uyanıklığın ve gerçek zeki ve akıllı olmanın da bir nişânıdır.

İçimize doğru seyahat edip orada karşılaşacağımız, kibir, hased, cimrilik, baş olma sevdası, kendini beğenme gibi zehirli şahsiyet virüslerini keşfedip temizlemek, insanların ayıplarına muttali olup onlara karşı sü-i zannımızı artıracak keşif halinden daha üstündür.

İmâm-ı Gazâlî gibi âlim ve ârifler, insanın kendi başına kendisini keşfetmesinin çoğu zaman mümkün olamayacağını ifade etmişler ve Rabbânî âlimlerin, Kâmil mürşidlerin ve sâdık dostların bu konuda büyük bir yardımcı olduğunu beyan etmişlerdir. Bu itibarla nefse, kalbe ve rûhâ ait hastalıkların ve bunların tezkiye ve tedâvî yollarının hâzık tabipler eliyle olacağı gerçeği ihmâl edilmemeli, âleme nizam verirken kendimiz unutulmamalıdır.

İBADET EĞİTİMİ...İBÂDETİN KABÛLÜNÜN DELİLİ; DEVAMLILIK

........İBÂDETİN KABÛLÜNÜN DELİLİ; DEVAMLILIK
Mü’minin ibâdet hayatını Hak katında kıymetli kılan; onun yapıp bitirilecek sınırlı bir vazife gibi değil, ömür boyunca îfâ edilecek bir gönül borcu olarak görülüp dâimî bir şekilde edâ edilmesidir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, cennet nîmetleri ikrâm edeceğini müjdelediği kullarının vasıfları arasında şöyle buyurmuştur:
“Namaz kılanlar ki, onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23)
“Onlar ki namazlarını muhâfaza ederler.” (el-Meâric, 34)
İbâdetlerdeki devamlılık o kadar mühimdir ki, Efendimiz r bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Amellerin Allah Teâlâ’ya en sevimli olanı, az da olsa devamlı yapılanıdır.” (Müslim, Müsâfirîn, 218. Ayrıca bkz. Buhârî, Rikâk, 18)
Hazret-i Âişe vâlidemiz de:
“Allah Rasûlü’nün ameli, hafif ve devamlı yağan yağmur gibiydi…”[4] buyurarak Efendimiz’in başladığı bir ibâdeti sürekli yaptığını, onu hiçbir zaman terk etmediğini bildirmiştir.
Az da olsa devamlı ibâdet etmek, ilk bakışta basit ve yetersizmiş gibi görünse de, ona sabır ve istikrâr ile devam edildiği takdirde, neticede çok büyük birikimlerin meydana geleceği muhakkaktır. Zira düşünmek lâzımdır ki, deryâları deryâ yapan yağmur damlalarının sürekliliğidir. Damlalar birike birike ummân olur.
Bu itibarla sadece mübârek gün ve geceleri ihyâ edip diğer günlerde imkân varken ihmâlkâr davranmak, büyük bir ziyanlıktır.
Fakat kul, ömrü boyunca ibâdet coşkusu içinde yaşayıp elinden geldiğince gayretli olursa, bu hâl, onun kalbindeki ibâdet niyetinin kararlılığı ve sonsuzluğu mânâsına geldiğinden, Cenâb-ı Hak da ona ebedî bir mükâfât lutfedecektir. Hattâ kul, elinde olmayan sebeplerle nâfile ibâdetlerini edâ edemediğinde bile, Cenâb-ı Hak kulunun gönlündeki kulluk arzusu ve niyeti hürmetine, o ibâdeti edâ etmiş gibi mükâfat verecektir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ
“Fakat îmân edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.” (et-Tîn, 6)
Müfessirler bu âyet hakkında; kulun bedeni amel işleyemez olduğunda, hattâ vefat ettikten sonra bile onun ecri; niyetindeki samimiyet ve sıhhatli zamanlarda gösterdiği gayret nisbetinde sonsuza kadar devam eder, demişlerdir.
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Bir kimse hastalanması veya (cihad ve hayır için) yola çıkması sebebiyle, yapageldiği nâfile ibâdetlerini îfâ edemezse, ona evinde sıhhatli iken yaptığı amellerin sevabı yazılır.” (Buhârî, Cihâd, 134; Ahmed, IV, 410, 418)
Bu sebeple sıhhat, fırsat ve imkân varken ibâdet ve sâlih amelleri îtiyad hâline getirip istikrarlı bir şekilde edâ etmeyi bir ganîmet bilmelidir.
Öte yandan, Kur’ân-ı Kerîm’de ibâdetlere dâir emirler de, istimrar / devamlılık ifâdesi taşır. Yani ilâhî emirler, ibâdetlerin belirli bir zamanla sınırlandırılmayıp bütün bir ömür boyunca ifâ edilmesi gerektiğini beyân etmektedir.
Ayrıca ibâdetlere karşı insana dâimâ gevşeklik ve tembellik veren şeytanı taşlamaya dâir ilâhî emir de istimrar / devamlılık ifâdesi taşır. Buna göre mü’min, her vesîleyle istiâze duâsını yaparak, yâni; أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ : “İlâhî rahmetten kovulmuş olan şeytandan Allâh’a sığınırım.” diyerek ve amel-i sâlihlere, güzel ahlâka, ibâdet ve tâatlere rağbet ve gayret ederek dâimâ şeytanı taşlamalıdır.

Tasavvuf

........
Soru: Nakşîlikteki vukuf-i adedî, zikri belli sayıda yapmak manasına mı gelir?
Nakşîliğin önemli esaslarından biri olan Vukuf-i adedî, zikirde mürşidin tespit ettiği sayıya dikkat etmek, ölçüyü korumak, usule uymak, gerçek hedefe yönelmek ve böylece kalbi uyandırıp, Allah Teâlâ ile huzura ulaşmak manasına gelir. Zikir esnasında Hakk’ın farkında olmayı, zikri belli bir disiplin içinde yerine getirmeyi ifade eder. Yani salik zikir ve evrat konusunda tutarlı olmalı, kendine verilen virdi keyfince bazı günler az bazı günler çok yapmak yerine kendine verilen sayıya riayet etmelidir. Tasavvufi derslerde asıl olan manevi vazifeyi, tarif edilen zamanda ve sayıda yerine getirmektir. Bu tür sayı ile sınırlı zikirlerin sünnette de örnekleri vardır. Peygamber Efendimiz bize genel manada zikir çekmemizi tavsiye etmekle birlikte, belli zamanlarda sayı ile sınırlı zikirleri de sünnet kılmıştır. Mesela, namazlardan sonra otuz üçer kere yapılan “Subhanallah, Elhamdülillah, Allahu ekber” tesbihatları buna örnektir.
Nakşîlik, insan hayatını disiplin altına almayı ve dinî veya dünyevî her işi, kişinin farkında olarak yapmasını sağlamayı hedefler. Bu sebeple Vukuf-u Adedî, mücerret sayı saymak değil; sayı çerçevesinde kalbî zikri derinleştirmektir . Hoca Alâeddin Attar Hazretleri:
“Gayemiz, kemiyette çok zikir değil, keyfiyette çok zikirdir. Yani şuurlu, huzurlu ve düzenli bir zikir. Kemiyet ne kadar fazla olursa olsun, eseri has olmayınca boşuna yorgunluk demektir.” der. Disipline edilmemiş manevi hayatın yarardan çok zarar getireceği açıktır. Bu sebeple sufiler ‘vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir’, amaca ulaşamayışımız usule uygun hareket etmeyişimizdendir, derler.
Burada başka bir mesele, Vukûf-i adedî anlayışının, günlük vird dışında salikin hiçbir zikir çekmeyeceği şeklinde bir manasının olmamasıdır. Salik günlük manevi evradını yaptıktan sonraki vakitlerinde elinden geldiğince zikirle meşgul olabilir, bu vakitlerde belli bir sayı yoktur, istediği kadar zikirle iştigal edilebilir. Zaten tarikatların asıl amacı insanın zikr-i daim seviyesine ulaşması, her anını Hakk Teala ile beraber ihsan şuurunda yaşamasıdır. Önemli olan günlük virdi yerli yerince yerine getirmektir.
Soru: Bazı tarikatların salikleri “Bizim ihvana ahirette azap dokunmayacak veya kıyamette şeyhimiz bizi cehennemden kurtaracak” gibi inançlara sahiptirler, bunlar ne ölçüde doğrudur?
Bazı salikler kendi tarikatlarını yüceltmek veya nefislerinin işlediği hataları meşrulaştırmak için “falanca şeyhi gören veya ona tabi olana ateş dokunmaz” gibi iddialarda bulunurlar. Bu tür görüşleri islamî açıdan savunmak mümkün değildir ve bu iddialar ancak şeytanın aldatmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.v) öz kızı Fatıma (r.a) için “Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Ben sana Allah katında bir fayda veremem, sen Allah’tan canını satın almaya bak” demiştir. Yine cennette kendine komşu olma hususunda ısrarcı olan bir sahabesine “Sen de çok secde ederek bu konuda bana yardım et.” buyurmuştur. Yani Hz. Peygamber (s.a.v) bile kimseye amel işlemeden meccanen bir kurtuluş vaat etmemiştir.
Ne var ki bu tür sözler tamamen de manasız değildir, eğer salik kâmil bir mürşide tabi olur ve onun İslâm’ın ölçülerini hatırlatan tavsiyelerini yerine getirirse bu durumda ona ateş dokunmaz. Daha doğrusu salik kendini cehenneme attıracak bir amel yapamaz hale gelir. Çoğunlukla müşahede edilir ki kâmil bir mürşide bağlanan ve günahlarında ısrarcı olmayan müminler de kendilerini koruma hassasiyeti içinde olmuşlardır. Ayrıca bu sahada bazı sufilerin iddiaları ise Allah Teala hakkında bir hüsn-i zan kabilinden kabul edilmelidir. Yoksa salikin hiçbir amel işlemeden bir manevi yola intisap ederek bununla övünmesi, hatta bundan cesaret alarak günahları işleme konusunda cesur olması tamamen nefsin aldatmacasından ibarettir. Maalesef bu tür boş iddialar sadece tarikatlar arasında değil, bazı cemaatler, siyasî partiler veya itikadî mezhepler arasında da görülebilmektedir. Allah Teala böyle boş iddialarda bulunan beni İsrail kavmini şöyle yalanlar: “İsrailoğulları: Sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki (onlara): Siz Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” Hayır! Kim bir kötülük eder de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 2:80-81) bu ayet-i kerime her ne kadar beni İsrail hakkında nazil olmuş ise de, mana itibariyle şüphesiz hepimizi içine alır.
Soru: Risale-i nur sohbetlerine düzenli olarak devam eden biriyim. Böyle iken bir tarikata intisap etmem doğru mudur?
İnsanın farklı manevi kaynaklardan beslenmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Zira farklı cemaatler ayrı birer din olmayıp sadece İslam’ın iyi yaşanmasına zemin hazırlayan birlikteliklerdir. Ayrıca Rasale-i Nur talebeliği ve tasavvuf farklı sahalarda hizmet vermekte olup, her birinin kendine mahsus güzellikleri vardır. Bir salikin nasıl ki Risale-i Nur külliyatını okuması faydalı ise, aynı şekilde bu tür eserleri okuyan insanların da manevi ders alması o kadar faydalıdır.
Bazı çevrelerde sıkça kullanılan “Zamanımız tarikat zamanı değil” sözünü, sadece ferdi kemalatla uğraşmanın yeterli olmadığı şeklinde anlamak gerekir. İslam bütün insanlığa gelmiş bir din olup sadece kendimizi kurtarmaya çalışmak manasına bir tasavvuf anlayışı makbul değildir. Sufilerin ferdi kemalatı öncelemeleri, sosyal görevlerini ihmal etmek için değil onları daha iyi yerine getirmek içindir. Zira belli bir olgunluğa erişmeyen insanlar İslam’a hizmet ederken faydadan çok zarar da getirebilmektedirler.
Soru: Rabıta bir ibadet midir?
Rabıta bir ibadet değildir, insanın gönlünü havatır ve duygulardan temizlemek ve onu huzuru kalp ile ibadete hazırlamak için Nakşilerin geliştirdiği bir metottur, vesiledir. Aslında rabıtaya duyulan ihtiyaç aklın yapısı ile yakından ilgilidir. Nasıl ki kalb hiçbir zaman kan pompalamaktan geri kalmaz, aynı şekilde akıl da hiçbir vakit düşünmeden edemez. İnsan lüzumlu lüzumsuz her tür konuyu düşünür durur ve bundan dolayı da dikkatini uzun süre bir yerde toparlayamaz. Nakşilik bu dağınıklığa engel olmak ve onu kontrol altında tutabilmek için sâlikin kâmil bir şahsa rabıta yapmasını tavsiye etmiştir. Böylece süfli arzu ve eşyaya olan tabii rabıta, ulvî konulara transfer edilmek istenmiştir. Rabıtanın mahiyeti ise daha sonraki sayılarda ele alınacaktır.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Öyle Bir Gözyaşı Ver ki, Yâ Rabbî

........
Öyle Bir Gözyaşı Ver ki, Yâ Rabbî

Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Aklansın.. Ölümün kara düşleri,
Korkuları, umutlara döndürsün.
Rahmetinle, her damlası
Cehennemler söndürsün...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Cennetler berâtı inci damlalar,
Secdelerde seller gibi çağlasın.
Etrafımda haşre kadar melekler,
Sevinçlerle ağlasın...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Eritsin.. Buzlarını gafletin,
Gönül ufukları, nûra bürünsün.
Açılsın da cehlin kara perdesi,
Gerçek görünsün...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Müjdeler dökülsün, Arş-ı Âlâ’dan,
Hidâyet selleri, sineme dolsun.
Her damlası Mahşer Günü
Şâhidim olsun...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Esmâ’ndaki ‘Doksandokuz’ aşkına,
Semâlardan gufranını indirsin.
Hesap günü, titreşirken Mîzan’da,
Hicâbımı dindirsin...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Firdevs Göklerinden, nûr sağnakları,
Dehşet günü, Sırât üzre saçılsın.
Sekiz yerden, sekiz cennet kapısı
Bir lâhzada açılsın...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Sabahı beklerken, berzâh gecesi,
Selâm sellerine dönsün köpürsün.
Kabir toprağımdan, Mahşere kadar,
Azap kirlerini silsin süpürsün...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî
Arıtsın.. Şu nankör nefsi hevâdan,
Bütün zerrelerim, Kur’ân’la dolsun.
Ve Mahşer’de, şu tövbekâr bedenim,
Şehitlerle haşrolsun...

Ağyâr Derdiyle Yâr’dan Uzak Kalmak

........
Ağyâr Derdiyle Yâr’dan Uzak Kalmak

“Hak ile beraberlik için ağyârdan/masivâdan kurtulacağın ânı gözetlemek, beyhûde bir bekleyiştir. Bu hal, hakikatte seni yâr ile beraberlikten alıkoyan gizli bir tuzaktır. Sen sen ol da, O seni nerede ve hangi halde bulunduruyorsa, orada O’nunla olmanın hazzına var ve hâline bürün!” İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-
Şu kesret âleminde, meşgaleler anaforunda, bir o yana, bir bu yana savrula savrula, ayakta durmaya çalışan bir insan, esasen ne acınacak bir haldedir! Her şeye bir ilmek atarak, örümcek misali kendi etrafında bir ağ ören ve sonra da bu esaretini görmeyip, kendini güvende hisseden bir kimse, ince düşünülürse ne şaşkın bir varlıktır! Hak’tan gayri var zannedilen dayanak ve dostlukların gerçekte bir sığınak ve barınak olamayacağını Yüce Rabbimiz şöyle beyan buyurur:
“Allah dışında başka dostlar, başka dayanaklar edinenlerin durumu; ağdan örülmüş bir yuva edinen örümceğin durumuna benzer. Hiç kuşkusuz en dayanıksız ev, örümcek yuvasıdır. Onlar keşke bunun bilincine erselerdi.” (Ankebût Sûresi, 41)
Gaflet, hakikatten habersiz yaşamaktır. Gafletin devamlılığı akıl, idrak ve basiretin kapanması ve insanın şu âlemde körebe oyunu misali bir hayat sürmeye mahkûm olmasıdır. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle:
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum,
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum
Gafleti doğuran ve çoğaltan unsur, genel anlamda “Allah dışındaki her şey” diye ifade edilen “mâsivâ” ise de, özel anlamda meşgalelerimizdir.
Evlâd ü ıyâl kaygısı, mal-mülk sevdâsı, maişet derdi, oyun-eğlence tutkusu, dost ve arkadaş ilgisi gibi daha nice meşguliyetler vardır ki, insanı çoğu zaman Hak’tan gafil kılar. İbn Atâullah işte tam bu hususa dikkat çekerek, bu meşgalelerden bir gün kurtulup da Hakk’a döneceğini düşünen insanın, gerçekte kendini aldattığına işaretle: “Bu bekleyiş beyhûde bir bekleyiştir. Sen sen ol da, içinde bulunduğun her hal ve durumda Yâr-i hakiki olan Mevlâ ile olmanın yolunu bul” tavsiyesinde bulunur. Zira hayat devam ettikçe meşgale bitmeyecektir. Yarın diyen de kaybedecektir.
Rabbimiz kulunun kendinden kopmaması gerektiğini her fırsatta vurgular. Nimetler, musibetler, zinetler, ihtiyaçlar hiçbir zaman Hakk’a perde değil, tam aksine O’nunla beraberliğe hem birer vesile, hem de sebep olmalıdır. Şu âyetler tam da bu konulara dikkat çekmektedir:
“O çokluk kuruntusu sizleri oyaladı” (Tekâsür Sûresi, 1)
“Ey iman edenler, ne mallarınız, ne de evlatlarınız sizleri Allah’ı anmaktan alıkoymasın! Her kim öyle yaparsa, İşte onlar, hüsrana düşenlerdir.” (Münâfikûn Sûresi, 9)
“Öyle erler vardır ki; ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz. Onlar gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar.” (Nûr Sûresi, 37)

Mü’minin etrafında döndüğü odak nokta, mal-mülk değildir, evlâd-ü ıyâl değildir, zevk u safâ değildir; fakat mü’min bu meşgalelerden kopuk da değildir. Esas olan şudur: Mü’min insan, Allah’a bağlılığı ana merkez kabul etmiş ve her şeyi de O’na göre konumlandırmış kişidir. Allah’tan kopunca savrulacağının farkındadır. Zihin dünyasının karmaşıklığı, duyguların anaforu, ilgi ve ilişkilerin rastgeleliği, gönül dünyamızda Allah’a bağlılığın merkez ilgi odağımız haline getirilemeyişindendir.
Kâmil bir kulluk için meşgalelerden kaçmak gerekmiyor, onları askıya almak da gerekmiyor. Hayatın içinde, ama Mevlâ’dan kopmadan ve hatta tüm varlık ve hâdiseleri O’nunla beraberliğe bir vesile kılarak, Hakk’a kurbiyetin manevî lezzetini tadabilmenin yolunu bulmalıdır. Zira Yâr’ı ağyârsız aramak, dikensiz gül aramak gibidir, denilmiştir.
Hayat takvimimizin son yaprağını bilmiyoruz. Gündüzün vazifesini geceye, gecenin sorumluluğunu gündüze ertelemek, bir aldanış ve gaflet işaretidir. Sehl bin Abdullah el-Tüsterî’ye sordular:
“-Hak yoluna giren sâlik, ne zaman rahat ve huzur yüzü görür?” Buyurdular ki:
“-İçinde bulunduğu zamandan başka, herhangi bir vakit ve an tasavvur etmediği zaman.”
Darlıkta ve bollukta, sıhhatta ve hastalıkta, hulasa her halde Mevlâ’ya yönelebilmek ve kazançlı çıkmak mümkündür. Hangi hal, hamd ve şükür istiyor, hangi durum sabrı, tevekkül ve rızayı gerektiriyor basiretle keşfedebilmelidir. Günaha düşülünce istiğfara yönelmeli, musibete düçar olunca, dua ve sabra sarılmalı, her bir nimet için de şükür duygularımızı Rabb’e sunabilmelidir. Nitekim Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur. ” (Müslim, Zühd 64)
Hülâsa, ağyârla meşguliyetimiz bizi Yâr’dan koparmamalıdır.

TEVBE

........
Tövbe (=Tevbe): Sözlükte “dönmek” demektir. Istılahta ise kabahatinden, kabahat olduğu için pişmanlık duyarak vazgeçmek ve vicdanında meydana gelen çirkinliğinden dolayı terk etmek anlamına gelir.1 Tövbe, günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması ve kişinin kendisini yenilemesidir. Bu anlamda tövbe, Allah’ın gazabından lütfuna, hesabından rahmet ve inayetine sığınma demektir.
Tövbe, Hz. Adem’le başlamış, nefis ve şeytana karşı kulluğun bir göstergesi olarak kıyamete kadar da devam edecektir.
Nasûh kelimesi ise sözlükte “en halis, en safi ve en içten” anlamına gelir. Ayrıca bu kelime yırtığı, söküğü dikip kapayan, bozulanı ıslah eden ve hiçbir gedik bırakmayacak şekilde onaran manasını da içine almaktadır. Şu halde tövbe-i nasûh, hüsn-i niyet ve hulus-i kalb ile ciddi ve yürekten tövbede bulunmak demektir.
Ayrıca tövbe-i nasûh başkalarına nasihat ediyor gibi güzel örnek olmak anlamlarını da taşımaktadır. Nitekim kul, günah ile kirlenirken, tövbe ile temizlenebilmektedir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de;
Ey İman edenler! Tövbe-i nasûh, ile Allah’a tövbe edin (dönün)”2 buyurmaktadır.
Her insan mutlaka hata yapabilir. Fakat hata yapanların en hayırlısı ise hemen tövbeye koşanlardır.3
Tövbe, şeytanın insan üzerindeki hakimiyetinin sona ermesini ve insanın hakiki hürriyetine kavuşmasını ifade eder. Günah, nefsin ve şeytanın insanı aldatması, tövbe ise, iradenin azgın nefse ve şeytana tokat vurmasıdır. Tövbe, insanda günahların meydana getirdiği yaraların iyileştirilmesi gayretinin göstergesi olup, sadece kanı durdurmaya yönelik geçici bir pansuman olmamalıdır. Bilakis tövbe, insanın içiyle beraber dışının da temizlenmesi ve onarılması demektir. O halde tövbe, hastalıktan ta­ma­men kur­tul­maya ve ya­ra­nın hiç izi kal­ma­yacak şekilde kö­kü­nü kurutmaya yö­ne­lik sürekli bir tedavi şeklidir.
Peygamberimizin (s.a.v) günde yetmiş veya yüz defa tövbe ve istiğfar etmesi4 ümmetine töv­be­deki hikmeti ve istiğfarın sürekliliğini göstermektedir.
Nefsi emmâre, insanın şerre karşı meyillerini ha­re­ke­te geçirerek, günahı cazip ve masum göstermeye çalışır. Fakat akıllı ve iradesi kuvvetli bir insan bu aldatma ve tuzaklara düşmez. Şerre karşı meyillerin kesilmesi ise ancak tövbe ve devamlı istiğfarla mümkündür.
Bazı günahlar vardır ki, kolumuza dökülen bir bardak kaynar suya benzer. Bazı günahlar kolumuzun kırılması, bazıları ayağımızın kopması, bazıları da kalbimize giden damarların tıkanmasına benzer. Böyle durumlarda yaranın küçüklüğüne bakılmadan hemen müdahale edildiği gibi, günahların arkasından da hemen samimi bir şekilde tövbe yapılmalıdır. Zira tövbe edilmeyen günahlar, tedavi edilmeyen hastalıklara benzemektedir. Nitekim tedavi edilmeyen hastalıklar kalıcı izler bırakır ve bir süre sonra insanın ruhunu sararak, kanser gibi amansız ve çaresiz hale gelebilir. Şu halde küçük de olsa günahlar hafife alınmamalıdır. Bir rivayette “Tövbe edilen hiçbir günahın büyük kalmadığı, ısrarla işlenen hiçbir günahın da küçük olmadığı”5 haber verilmektedir. Günahı imtihan olarak veren Cenab-ı Hak, tövbe imkanını da ihsan ederek, kullarına rahmetinin genişliğini göstermektedir. Peygamberimiz (s.a.v) de “Günahından tövbe eden, günahsız (günah işlememiş) gibidir”6 buyurarak, Cenab-ı Hakkın engin rahmetine işaret etmektedir.
Dipnotlar: 1) Ragıb el-İsfehani, el-Müfredât, s. 83. 2) Tahrim 66/8. 3) Bkz. Tirmizi, Kıyame, 49. 4) İbn Mace, Edeb, 57. 5) Aclunî, Keşfü’-Hafa, II, 508. 6) İbn Mace, Zühd, 31.

Uykuyu Ne Yapmalı?

Uykuyu Ne Yapmalı?

Soru: Kitap ve sünnete uyarak kurtuluş mümkün değil mi ki tarikatlara ihtiyaç oluyor?
İslam tasavvufunun gerçek amacı kitap ve sünneti gerçek manada, can u gönülden yaşamak ve bu yolda nefsimizin tuzaklarını etkisiz hala getirebilmektir. Bu sebeple sufi için seyr-i süluk esnasında üzerinde hassasiyetle durulması gereken en önemli mevzu kitap ve sünnetin ahkamı; yani dinin emir ve yasaklarıdır. Başka bir deyişle, tarikat şeriatın hizmetindedir, onun vazifesi şeriatın eksiksiz yerine getirilmesine yardımcı olmaktır.
Şüphesiz ki bir insan Kitap ve Sünneti kendi başına yaşayabiliyorsa onun için tarikata ihtiyaç yoktur, bu insanlara illa da senin kurtuluşun tasavvuftadır demek doğru değildir. Başka bir deyişle tarikat bir araçtır, amaç değildir, hedefe başka bir yolla ulaşabilen insana illa o metodu bırak buraya gel demek doğru değildir.

Bununla birlikte Kitap ve Sünnetin yaşanmasında ciddi bir eğitim gerektiği de açıktır. Pek çok insan en basit konuda bile nefsinin iğvasından kurtulamamakta, vazifelerini ihmal etmektedir. Zekâtın en ince ayrıntılarını bildiği halde zekât veremeyen Müslümanlar, gıybetten ve haram işlemekten kendini alamayan ilim sahiplerinin sayısı hadislerde de geçtiği üzere hiç te az değildir. Bu sebeple kitap ve sünneti yaşamada zühd ve takva yolu demek olan tasavvufun rolü inkâr edilemez. Geçmişte ve günümüzde yetişen ve kitap ve sünneti en ince detaylarına kadar dikkatle yerine getiren Allah dostları hep bu ocaklardan yetişmiştir. Bu sebeple kitap ve sünneti tasavvuftan birbirinden ayrıymış gibi görmek yanlış bir tutumdur. Bu ikisinin olmadığı bir yerde tasavvuftan da bahsedilemez. Tasavvufa duyulan ihtiyaç sadece bunların daha kolayca yaşanmasından ibarettir.

Soru: Mürid dersinin değişmesi kemalatına da işaret midir?
Mürid manevi seyrinden daima mürşidini haberdar etmeli, virdini çekerken yaşadığı tecrübeleri mürşidi ile paylaşmalıdır. Bu konuda hatırlanması gereken başka bir mesele de bazı sufilerin ders değişme ve geçme hususuna fazlaca önem verirken, tarikatın esas amacı olan Allah’ın sevdiği güzel ahlaklı bir kul olma mevzusunu ihmal etmeleridir. Öyle ki bu kimseler ders geçmeyi tek amaç haline getirerek, manevi terbiyenin amaçladığı pek çok güzel hasleti göz ardı ederler.

Tasavvufi terbiyede aslolan ders değiştirmekten çok halimizi güzelleştirmek, yani kötü hal ve ahlakı, güzel hal ve ahlak ile değiştirmektir. Eğer çekilen virdler bir insanın manevi gelişimine takviye, ahlakının güzelleşmesine vesile olamıyorsa, salik hakiki manada ilerleyememiştir. Dersi değiştikçe salikin şefkati, cömertliği, hizmeti, diğerkâmlığı ve ibadete şevki de artmalıdır. Meseleyi sadece vird ve ders değiştirmek olarak görmek tasavvufun ruhuna uygun düşmez. Salik derslerini vaktinde ve dikkatlice ifa ederken, bunların içinde derc edilmiş olan ahlaki kemalatı da elde etmeye çalışmalıdır.

Soru: Manevi virdimi yerine getirirken kısa bir süre sonra çok uykum geliyor, ne yapmalıyım?
Maneviyat büyükleri seher vakti derslerine hazırlığın gündüzden başlamasını tavsiye etmektedirler. Buna göre gün boyu her türlü yanlış işten kaçınılmalı, yemekler fazla ağır yenmemelidir. Yatsı namazını edadan sonra herkes kendi durumuna göre uykusunu tam alabileceği bir vakitte istirahate çekilmelidir. Geç bir vakitte yatılınca, insanın seher vakti ibadete kalkabilmesi son derece güç olacaktır. Bunlara rağmen hala manevi dersler yerine getirilirken uyku basarsa abdest tazelemek, evde biraz dolaşmak, odayı aydınlatmak gibi uygulamalarla uyku giderilmeye çalışılabilir.

Soru: Bir Müslüman bir manevi yola girmeden kendi kendine zikir çekebilir mi? Zikir telkini ancak bu işle görevlendirilmiş kimselerden mi alınır?
Şüphesiz ki Kur’an ve Sünnette tavsiye edilen her tür zikri çekmek son derece faydalıdır ve zikredene büyük ecirler kazandırır. Bu zikirler kimsenin tekelinde değildir. Hatta bir insanın ayağı taşa takılsa da Allah dese bundan da ecir alır. Bununla birlikte ibadetten sevap almak ile ona devam neticesinde manen gelişmek arasında çok fark vardır.

Bir misalle konuyu açmak gerekirse bugün bin çeşit diyet listesi ortalıkta dolaşmaktadır, şüphesiz bunların pek çoğu sağlığa faydalı şeylerdir ama bunların kime ne oranda faydalı olacağına ancak doktor karar verebilir. Bundan dolayı zikir telkinini, belirli manevi mertebelerden geçmiş maneviyat rehberlerinin vazifelendirdiği birinden almak insanın manevi gelişimi açısından elzemdir. Aslında bu kural sadece maneviyat sahasında değil, maddi sahada da değişmez. Bugün pek çok insan sokaklarda futbol oynamaktadır ama bu konuda en iyi olanlar ciddi bir futbol kulübüne girip, usta futbolcuların gözetiminde eğitim alanlardır.

Bu konuda başka bir tehlike de zikirleri tek başına çeken kimselerin bazı yanlışlıklara düşebilmesidir. Çünkü zikirler farklı faydaları ve neticeleri olan ilaçlar gibidir. Ehil olmayan kimse kalbe ilaç olacak zikrin çeşidini seçerken yanılabilir veya uygulamada yanlışlık yapabilir, sırayı karıştırabilir, şeytan müdahale ederek zikir edebini çiğnetebilir, safiyetini bozabilir, hedefini değiştirebilir. Bu sebeple gerçekten manevi bir gelişim arzu edenler işi ehlinden almalıdır.

Soru: İnsan kendi başına nefs-i mutmainne mertebesine ulaşabilir mi?
Bu tür yüce makamlara ulaşanlar ya bir peygamber ya bir âlim gibi illa bir rehber vasıtası ile bunu başarmıştır. Gerçekten insan ruhu gelgitleri ve fırtınaları çok şiddetli olan ve hakkında çok fazla bilgi sahibi olmadığımız bir varlıktır. İnsan yabancısı olduğu bir şehirde bile rehber olmadan yolunu bulamaz iken, ruh âleminde böyle başıboş gitmek ne kadar doğru olur. Bu sebeple insan ciddi bir manevi terbiyeye girmeden bu tür yüce makamları -Allah’ın özel ihsanları hariç- elde edemez.

14 Ağustos 2009 Cuma

Hayatın Her Alanını İslâm İle Dokumak

........Hayatın Her Alanını İslâm İle Dokumak

Kaynağını vahiyden alan ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvveti ile şekillenen İslâm Medeniyeti, bütün bir insanlığı aydınlatmış, ihyâ etmiştir. Bu zengin medeniyetten gıdasını alarak beslenen Ebû Hanîfeler, Ali Kuşçular, İbn-i Sînâlar, Pîrî Reisler, Fâtih Sultan Mehmetler ise, insanlığa güzel hizmetlerde bulunmuş, tarihte silinmez izler bırakmışlardır.

Medeniyetimizin ve bu önderlerimizin başarılarının temelinde iki kıstas vardır. Bu iki kıstas, kıymet ve orjinalliğinden hiçbir şey kaybetmeden dâima canlı ve taze kalmış ve her yüzyılda insanlara ışık ve rehber olmuştur. Bunlar, Âlemlerin Rabbi’nin inzâl buyurduğu “Kur’ân-ı Kerîm” ve terbiyesini Rabb-i Rahîm’in yaptığı Peygamber Efendimiz’in “Sünnet-i Seniyye”sidir.

Bu iki kaynaktan lâyıkıyla beslenen ecdâdımız, dünyanın dört bir tarafına iyilik, güzellik, adâlet, hak ve hukuk götürmüş; siyahı, beyazı, kölesi, câriyesiyle eşref-i mahlûkât olan insana gereken değeri vermişlerdir. Hatta fethettikleri bölgelerin tarih, kültür, örf ve an’anelerine saygı duyarak iyi ve güzel olanlarını harmanlamış ve köklü medeniyetler oluşturmuşlardır. Bizler, bu kadîm medeniyetlerin mirasçıları ve bu dâhilerin torunlarıyız. Onların açtığı aydınlık çığırların takipçileriyiz.

* * *

Zengin medeniyetimizi, güçlü kimliğimizi hazmedemeyen ve topraklarımızda yıllardır gözleri olan kadîm hasımlarımız, son yıllarda “modernizm” adı atında; “mutlu hayat, keyifli oyun ve eğlence” projeleri ürettiler. Bunun için öncelikle en kuvvetli silahları olan yazılı ve görüntülü medyayı kullanarak özellikle gençlerimizi asılsız, sahte, renkli boyalarla, boş söz ve oyunlarla oyalamaya/kandırmaya çalışmaktalar. Aynen Mekke’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mesajının yayılmasını engellemek isteyen müşriklerin yaptığı plan gibi…

Müşrikler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke’de çığ gibi büyüyen İslâm halkasını önleyebilmek için plan üstüne planlar kurarken aralarında söz alan Nâdir bin Hâris şöyle söyler:

“−Ey Kureyşliler!.. Bir gerçeği kabul etmeniz gerekir ki; aranızda yaşayan Muhammed en doğru, en dürüst ve emîn kişidir. Sizin dediğiniz gibi bir kâhin, sihirbaz, şâir ve mecnûn değildir. Bunlarla halkın dikkatini ondan kaçıramazsınız. Bakın!.. Ben, size O’nunla nasıl baş edeceğinizi söyleyeyim.” der ve sonra da Mekke’den ayrılıp Irak’a gider.

Oradan şarkıcı kızlar, masal ve efsânelerle düzenlenmiş eğlence grupları getirir. Bir kimsenin, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in etkisi altına girdiğini işittiğinde, şarkıcı kızları şöyle bir tâlimatla ona musallat eder:

“−Onu yedir, içir, şarkınla öyle bir ağırla ki; diğer taraftan kopup seninle hemhal olsun!..” (İbn-i Hişâm, c.I, s. 320)

Bugün aynı plan, modernleşmiş bir şekilde televizyon kanallarından, internetten ve sokaklardan yapılmakta!.. Günler öncesinden tatil, deniz, eğlence şölenleri vs. sûretinde çocuklarımızın/gençlerimizin beyinlerine sözlü ve görüntülü olarak empoze edilmekte... Gâye; yıllardır Kur’ân ve Sünnet’ten tâviz vermeden yaşayan Müslümanların evlatlarını dinlerinden, îmânlarından uzaklaştırmak, bu değerleri en azından unutturmak...

* * *

Eğlenme; insânî özelliklerimizden (fıtrattan) kaynaklanan bir istek ve ihtiyaçtır. Beşerî yapının gereği olan hiçbir istek ve ihtiyaç, dinde cevapsız bırakılmamıştır. Fakat bu isteklerin tatmini, sorumsuz ve sınırsızca olmamalıdır. Günlük hayatın çeşitli problemleri karşısında yorulan, bunalan ve sıkılan insanın, meşrûiyet sınırları içerisinde Allâh’ın arzının mavisini (denizini), yeşilini gezmesi, eğlenmesi, dinlenmesi güzeldir. Hatta bunlar Rabbimizin esmasını (isim ve sıfatlarını) tefekkür etmek, tesbih etmek, tahmid etmek bâbında tavsiye de edilmiştir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de seferlere giderken kur’a yoluyla eşlerinden birisini yanlarına alarak, zaman zaman da ashabıyla sohbet ederek/eğlenerek gitmiştir.

Rabbimiz, dünya hayatında meşrû olan her şeyi bize serbest bırakmış, en güzel şekliyle faydalanmamızı istemiştir. Yalnız müslüman; düzenli, disiplinli, sorumlu, Rabbine Peygamberine itaatte kusur etmeden, her dâim etrafına faydalı, hayırlı işler yapan şahsiyetli insan demektir. O, İslâm büyüklerinin öğrettiği ahlâk ve hayâ dairesinin dışına çıkmayan insandır. Onların kanlarıyla ve kalemleriyle kazanıp “Edep yâ hû” diyerek bize bıraktıkları toprakları, ruhlarını incitmeden bekleyen insanlardır.

Başta Peygamber Efendimiz (sav) olmak üzere, âlimlerimiz, büyüklerimiz de gezmişler, birbirlerine şaka ve oyunlar yapmışlardır. Medîne’de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i karşılama törenlerinde okunan şarkılar, düğünlerde söylenen şiir ve mersiyeler, bunlara en güzel örnektir.

Bütün bir insanlığa rehber olarak gönderilen Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı, ibâdet ve tâatlerle dolu olduğu gibi aynı zamanda oyun, şaka ve bilmecelerle de aktiftir, eğlencelidir. Peygamber Efendimiz, tebliğini bazen bir bilmeceyle, bazen bir latifeyle bazen de mersiyelerle yapmıştır. Meselâ bir gün çevresindekilere şöyle bir soru sorar:

“−Ağaçlardan bir ağaç vardır ki, bunun bereketi Müslüman’ın bereketi gibidir. Yaprakları düşmez, dökülüp yayılmaz. Rabbinin izniyle her mevsim meyve verir. Müslüman gibidir. Şimdi bana söyleyin bu ağaç nedir?” (Buhârî)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Arapların tanıdıkları ve özelliklerini çok iyi bildikleri hurma ağacını, “müslüman”a benzetmesi, karşılaştırma yapması, insanları muhâkeme yapmaya, aynı zamanda eğlendirmeye yöneliktir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, öğretmek istediği bir konuyu bazen de mîzah yolu ile anlatmıştır. Şaka yaparken bir taraftan düşündürmeyi ve ders vermeyi ihmal etmemiştir.

Bir gün yaşlı bir kadın, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:

“−Yâ Rasûlullâh! Cennete girmem için bana duâ eder misiniz?” dediğinde, Peygamber Efendimiz:

“−Sen bilmiyor musun, ihtiyarlar cennete giremez!..” demiş; kadın üzülerek ağlamaklı hâle gelince de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (gülerek):

“−Üzülme, sen yaşlı olarak değil, bir genç kız olarak cennete gireceksin!..” buyurmuştur. (Buhârî)

Hazret-i Âişe, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in meşrû eğlence faaliyetlerini de men etmediğini, hatta bizzat içinde yer aldığını belirten bir olayı şöyle nakleder:

“Bir bayram günüydü. Siyâhîler, mescidde kılınç-kalkan oyunu oynuyorlardı. Ben mi Rasûlullah’tan taleb etmiştim (bilemiyorum), yoksa O (kendiliğinden) mi:

“−Seyretmek ister misin?” buyurdular.

Ben:

“−Tabiî!” dedim.

Kalktı, beni geri tarafına aldı, yanağım yanağının üstünde olduğu hâlde durduk.

“−Ey Erfideoğulları, göreyim sizi (oynayın)!” diyordu.

Ben usanıncaya kadar böyle devam ettik. Usandığımı fark edince:

“−Yeter mi?” buyurdular. Ben:

“−Evet!” dedim.

“−Öyleyse haydi git!” buyurdular.” (Buhârî, İydeyn, 2-3)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtevâ ve söz açısından ahlak ve terbiye sınırları içerisinde mersiye ve benzeri müziklerin dinlenilmesine de müsâade etmiştir. Buna en güzel örnek de sahabeden güzel sesiyle coşkulu şarkılar söyleyen Enceşe’dir.
Enceşe, Vedâ Hutbesi dönüşünde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’inhanımlarının bulunduğu develeri sürmektedir. Bir ara develeri heyecanlandırıp hızlandıracak derecede coşkulu şarkı söylemesi karşısında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Ey Enceşe!.. Şişeler (hanımlar) için yavaş, yavaş... (Aman dikkat zarar görmesinler)!..” (Buhârî, Edeb, 90-95)diyerek meşrû ölçüler içerisindeki mûsikîye de göz yummuştur.
Aynı şekilde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir Kurban Bayramı günü, Hazret-i Âişe’nin yanına girmişti. Ensardan iki kız çocuğunu (veya câriye) def çalarak mersiyeler okur bir hâlde gördü. Bunlara hiçbir şey demeden, sırtı dönük olarak, üstünü de bir örtüyle örtmüş olarak uzandı.
Biraz sonra içeri giren Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-:
“−Bu ne hâl? Allah Rasulü’nün yanında şeytan nâmeleri mi?” diye kızınca, yattığı yerden üstündeki örtüyü atarak doğrulan Allah Rasûlü:
“−Onları bırak!.. Her milletin bir bayramı vardır. Bugün de bizim bayramımızdır.” (Buhârî, 3/151)buyurarak müsaade ettiğini söylemiştir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- düğünlerde kadınların kendi aralarında alçak bir sesle def çalarak oyunlar oynamalarına/eğlenmelerine de rızâ göstermiştir.
İbni Mâce bildiriyor ki:

Hazret-i Âişe, Medineli bir yakınını evlendiriyordu. Düğün yerine gelen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Kızı gelin ettiniz mi?” diye sordu.

“−Evet.” dediler.

Peygamber Efendimiz:

“−Kızla birlikte türkü söyleyecek birini de gönderdiniz mi?” buyurur.

Hazret-i Âişe; “Hayır!..” deyince, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:

“−Ensar arasında böyle günlerde eğlence geleneği vardır. Keşke kızla birlikte şarkı söyleyecek birisini gönderseydiniz de onlar şöyle söyleyiverseydi: «Size geldik, size geldik. Bize şenlik, size şenlik!»” (İbn-i Mâce, Nikâh, 1900)

Bütün bu örneklerden anlıyoruz ki; dînimiz; fıtrattan gelen oyun, eğlence isteğini ve insanlara iyilik, güzellik, huzur ve sükûn aşılayan mûsikîyi hiçbir zaman yasaklamamıştır. Bunlar, bizzat Peygamber Efendimiz’in zamanında da yapılmıştır. Yalnız asıl olan; bütün bunların helâl ve meşrû dâireler içerisinde olmasıdır.

Tabiî ki eğleneceğiz, ama sırf dünyevî istek ve arzuları tatmin etmek, kendimizi ve diğer insanları sefâhat ve günaha sürüklemek için değil; hayatımızın her ânının bir imtihan ve kazanç vesîlesi olduğu düşüncesiyle, tâat ve tesbih ile...

KIymetli Genç İnsan!

........

Eğlen ama gâfil olma, dinlen ama âtıl olma,
Bir velîye esîr ol gel! Sen sen ol, sende hapsolma!

Sen, büluğ çağına girmekle, çocukluğu da sona ermiş bulunan; Allah katında, yapmaması gerekirken yaptıklarından ve yapması gerekirken yapmadıklarından mes’ûl bulunan bir yetişkinsin. O hâlde öncelikle, sana “daha çocuksun” diyenlere aldırma!.. Zira onların birçoğu seni, “daha çocuksun, namaz kılmana ne gerek var?” diyerek oyalamaya, “ayol daha küçüksün, baş örtmek de nereden çıktı?” diyerek kandırmaya durur. Kimileri de “sen sadece ödevlerini yap, başka bir işe karışma!” diyerek seni, tek taraflı bir eğitimin kurbanı etmeye, tek kanatla uçurmaya kalkışacaktır.

Üzücü olan şu ki; belki de bu kişiler arasında öğretmenlerin, annen ya da baban da bulunacaktır. Hâsılı sana zarar, düşman bildiklerinden değil, bazen en yakınlarından gelebilir. Gözlerini iyi aç ve dikkat et.

Etiket sevdâsının kol gezdiği şu devirde, makam, mevkî ve isim yapmak yolunda, Allah rızâsından tâviz vermende bir mahzur olmadığını söyleyenler, iyi bil ki, Allâh’ın “celâl” sıfatını ciddiye almayanlardır. Onlar, “Evladım, günahı onların boynuna!..” demek sûretiyle seni, kulluğunun bir gereği olan “fedâkârlık ve sabır” gibi iki mühim mes’ûliyetinden muaf göstermeye çalışırlar.

Sana “tâvizin, fedâkârlık olduğunu söyleyenlere karşı” da dikkatli ol! Zira tâviz ile fedâkârlık arasında dağlar kadar fark vardır. Yine de bu koca farkı göremez ve ayırt etmekte zorlanırsan, sana yardımcı olacak bir söz söyleyeyim:

Tâviz; dünyevî bazı kazançlara kavuşmana yol açsa da, vicdanında sızıya, rûhunda huzursuzluğa sebep olur.

Fedâkârlık ise, dünyevî bazı kazançlardan mahrum kalmana sebep olsa bile, mânevî bakımdan nice hayra erdiğini hissetmeni sağlar. Vicdanın rahat, rûhun sükûn içinde olur.

Henüz pek gençsin. Hiç unutma ki, Hak katında ibâdetlerin en sevimlisi, işte, nefsinin bütün kuvvetine rağmen, sabrederek, azmederek devam ettiğin ve edeceğin namazlarındır. Buna bağlı olarak, yapacağın her türlü hayır, ihlâsla olduktan sonra, şüphesiz, nice ecirler kazanmana vesîle olacaktır. O hâlde, hazır gücün-kuvvetin de yerindeyken, davran, durma da hayırlar için koştur.

Her baharın sonrasında, elbet bir kış gelir, unutma. Bir karıncayı dikkatle seyret de, onun kış için yaptığı “hırslı” hazırlıktan ders al. Şu farkla ki: Senin hırsın ve gayretin, hakikî azığı biriktirmek yolunda olsun. Yani sen, “rûhuna gıda olacak dânenin peşine düş”. Böylece kış geldiği, yani bedenine yaşlılık çöktüğü, ölüm iyice yaklaştığı vakit, gönlün Rabbine yakınlaşmış olmanın sevinciyle dolsun da, gurbetten sılaya gidişin, sürûr olsun.

Bilirsin ki, ölmenin yaşı yok. O hâlde, ölümün her ân, senin için de gelebileceğini hatırından çıkarma da, programını ona göre yap. Hani, yarın nereye gideceğini, kimlerle görüşeceğini, hangi arkadaşlarınla buluşacağını iyi düşün. Sen, sana cennet yolu olacak kişiye yakın dur. Eğlencen cehenneme değil, cennete yaklaştırsın seni. Eğlen; ama gâfil olma! Dinlen; ama âtıl kalma!..

Bebekliğinden bu yana gitmediğin doktor, belki de kalmadı. Dâhiliye, hâriciye, diş doktoru, göz doktoru, ortopedi uzmanı… Ne vakit bir yerinden şikâyet etsen, annen ve baban merhametle kucaklayıp, âcile yetiştirdiler seni. Peki, gönlün ağrıdığında, duyguların, düşüncelerin hastalandığında neler oldu? Eğer böyle zamanlarında herkesi bir âcizlik kapladı da, dertli ve garip bir hâlde ortada kaldıysan, sözümü iyi dinle: Bil ki, böyle durumlarda kapısını çalman gereken kişi “gönül doktoru”dur.

Şimdi, önemine binâen açıklamak istiyorum: Gönül doktorlarına “mürşid-i kâmil” de derler. Onları “gönül câsusları” diye ananlar da vardır. Gönlün dibini-bucağını öyle güzel bilirler, Allâh’ın izniyle, hastalarının hâllerine öyle isâbetle vâkıf olurlar ki, şaşar kalırsın. Sana tavsiyem, eğer hâlâ tutunmadıysan, bir gönül doktorunun eteğine sımsıkı tutunmandır. Kim ki, bir mürşîde esir olur, biiznillâh, hakikî özgürlüğe kavuşur. Zira o gönül mütehassısları, Hak’tan gayrı söylemezler ve onlara tâbî olmak demek, mânen vârisi oldukları Hazret-i Peygamber’e, Hazret-i Peygamber’e tâbî olmak da Hakk’a tâbî olmak demektir.

Şimdi, bu söylediklerimi, bir cümlede toplayalım: “O’nun nazlısına tâbi ol!..”

“O” kim? Allah -azze ve celle-…

“O’nun nazlısı” kim? İşte az önce anlattığım gönül doktoru. Neden nazlı? Allâh’a pek yakın, samimi kuldur ki, ne vakit elini açıp yalvaracak olsa, Allah onun duâsını kabul buyurur. O mübârekler, Hak ile öyle güzel bir yakınlık içindedirler ki, el açtıklarında geri çevrilmez. Yakardıklarında kabul görür. Allah onları sever, onlar Allâh’ı severler. İşte bu cihetten, nazlı kuldur onlar…

“Tâbî olmak” ne demek? Yap dediklerini yapmak, kaç dediklerinden kaçmak. İşine gelse de, gelmese de, sana “doğru” görünse de, görünmese de, tâbî olursun. Zira onların, kendi hevâlarından konuşmadığına îmân edersin. Tâbiiyet mühimdir, zira onlar peygamber vârisleridir. Vazifeleri, irşaddır.

O hâlde sakın, “ben daha bir mürşide talebe olacak kıvamda değilim, daha namazlarım eksik, daha tesettürüm yarım, aman canım, daha yaşım kaç, başım kaç!..” deme. Zaten sen, her eksiğini tamamlamış kâmil bir insan olsan, mürşide ihtiyacın kalmazdı. Eksiklerinden ötürü muhtaçsın. Hastalıklarından ötürü kapısında ve eteğinde olmalısın. Sana, daha erken, diyerek vesvese verecek olan şeytana kanma. Zararın neresinden ki dönersin, oradan itibaren kârdasın.

Zaaflarını ve kusurlarını peşin peşin kabul et. Bunlardan ötürü ümitsizliğe düşme de, emân dile. Yakarışında samimiysen, eteğine tutunacağın mürşid-i kâmile teslim ol. Hiç şüphe yok ki, her işinde olduğu gibi, teslimiyetinde de zaafa düşeceksin. Olsun. Doktora, hastasıyla meşguliyet, hastaya da doktorun kapısında “medet medeeet!” diye inlemek yakışır. Bir de şu yakışır ki, doktorun verdiği reçeteye harfiyen uyar, söz tutar. Kafasına göre davranmayıp, ne denildiyse onu yapar. Âh işte, öyle hastaya doktor, canı gibi bakar. Öyle hastanın canına doktor, biiznillâh, gün be gün can katar.

Mürşidine yakın ol. Yakınlık, her dakika peşinde dolanmakla, yanında oturmakla değildir. “Asıl yakınlık, söz tutmak ve hizmet etmek iledir.” Hâlini içtenlikle arz et. Hataların için her dem tevbe et ki, en güzel tevbe, dönmemek üzere bir günaha veda etmekle olur. Pişmanlık duya duya, yine aynı hatayı işlemeye devam ediyorsan bile vazgeçme, tevbeye devam et. Böyle olursan, “sevilen, nazı çekilen” olma nîmetine kavuşursun. Nîmet himmettir. Himmet oldukça da nimet bereketlenir. Naz, niyaz ve tevbe, düsturun olsun. Bu dediklerimi sadece yaşarsan anlayabilirsin. O hâlde durma, yaşa!

Tüm bunları, af ve merhamete kavuşmak ümidiyle yaşamak, ne de büyük bir nasiptir. Karşına çeşitli imtihanlar çıktığında; yılmadan, nefsine esir olmadan, en güzel tavrı takınmayı başka türlü öğrenmen çok zor. Olgunlaşman, kâmil bir mümin olma yolunda adımlar atman, elini eteğini tuttuğun “kâmil rehber” ile kolaylaşır. Af ve merhamete kavuşman iki şekildedir: Birincisi, af ve merhametle muâmele etmeyi öğrenmen; ikincisi, nice günah ve kusur ile Hakk’ın huzuruna çıktığın vakit, af ve merhametle karşılanman açısından…

Şimdi, son kez tekrarlayalım: Af ve merhamete kavuşmak istersen, naz, niyaz ve tevbe ile, O’nun nazlısına tâbî ol.

Bu bir duâdır. Bu duâyı dilersen, hemen şimdi ezberle. Gönlüne geldikçe söyle. Allah kabul buyursun. Ki, sen sende hapsolmadan, özgürlüğü bulursun.

Bu yazının muhâtabı olup olmadığını nasıl anlayacaksın, onu da söyleyeyim:

Öncelikle, eğer kırk yaşında ya da daha küçük yaşta isen, bu yazı sanadır. Zira gençlik genel olarak, on iki-on üç yaşlarında başlar, kırk yaşına kadar sürer. Biraz hamlık, dalgaların çokluğu, arayışlar, yanışlar, yakışlar vardır gençlikte. Seyretme, anlamaya çalışma vardır. Kırk-altmış yaş aralığı “orta yaşlılık” dönemidir ve aktif hizmet yaşıdır. Altmış yaştan sonrası ise yaşlılığın başladığı zamandır ve gençlere, tecrübeleriyle rehber ve danışman olmanın tam sırasıdır.

Şimdi bu gruplandırmaya ek olarak şunu da ifade etmemiz gerekir: Taze, heyecanlı, duru insan gençtir. İdealleri, projeleri ve bunları gerçekleştirebileceğine inancı bulunan insan gençtir. Coşkusu, aşkı, umûdu olan insan, gençtir. Gençlik deyince, bizim aklımıza, dinçlik gelir. Gençlik denilince, bizim aklımıza, yirmi bir yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih Sultan Mehmed Han gelir. Seksen küsur yaşında surlara dayanan Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri gelir. Demek ki, yaşın kaç olursa olsun, şu bahsi geçen genç ruh sende ise, elbet bu yazı sanadır da…

Dünya imtihanının şifrelerini çözebilen, mezara kadar genç kalır. Zira öylesi, neden doğduğunu, nereye gitmekte olduğunu çok iyi bilir de, uyuşmaya, gevşemeye, durmaya hâli kalmaz. Biz diyeceğimizi dedik. Hadi şimdi yolun açık olsun. Allah Teâlâ, kem gözlerin nazarından, bil cümle gençlerle beraber, seni de korusun. Âmin…

13 Ağustos 2009 Perşembe

İNSAN VE İNSANIN ZAAFLARI...

........İnsan, zaafları olan bir varlıktır. Kur’an, şu ayetiyle bu gerçeği bildirir: “İnsan zayıf yaratıldı” (Nisa Sûresi, 28.) Bu zayıflık, daha dünyaya gelir gelmez kendini göstermeye başlar. Diğer canlıların yavruları kısa zamanda hayata uyum sağlayıp, kendi başlarına hayatlarını devam ettirebilecek seviyeye ulaşırlar. İnsan yavrusu ise, bir-iki yılda ancak ayağa kalkar. 15-20 yılda ancak bir kısım fayda ve zararları öğrenir. Ömrü boyunca da, hayat kanunlarını öğrenmeye muhtaçtır.

Ayrıca, insan çok hassas bir canlıdır. Ne fazla sıcağa gelebilir, ne fazla soğuğa... Ne açlığa dayanabilir, ne susuzluğa... Bir mikrop onu yere serer. Bir kuyruklu yıldız onu ürkütür. Geçmişi düşünür, üzülür. Geleceği düşünür, endişe eder. Emelleri ebede uzanır.

Bir de,” beşeri zaaflarımız” vardır. Bu zaaflar, birtakım huy ve karakterlerimizdir. Bunlardan bir kısmını şu şekilde ele alabiliriz:

1. Nisyan (Unutkanlık)İnsan, nisyana müpteladır. Her insanın hayatında pek çok nisyan örnekleri vardır. İlk insan Hz. Adem de aynı nisyanı yaşamıştır. Ayet bunu şöyle anlatır: “Doğrusu daha önce Adem’den ahid almıştık da, unuttu...” (Taha Sûresi, 115.)

Hz. Adem’e, yasak ağaca yaklaşmaması emredilmiştir. Şeytanın vesvesesiyle yaklaşır ve o ağaçtan yer. Bunun sonucunda dünyaya gönderilir. (Bakara Sûresi, 35-37.)

Hz. Adem’in tabiatı aynen Ademoğullarında da vardır. Nisyanın en kötüsü, insanın kendini unutması, ne için yaratıldığını aklına getirmemesidir. Buna, gaflet denir. Cenab-ı Hak, bazı musibetlerle insanı gaflet uykusundan uyandırır. Onu, yaratılış gayesine yöneltir. Fakat pek çok insan yine unutur. Kur’an, bu hali şöyle bildirir:


“İnsana zarar dokunduğunda gerek yatarken, gerek otururken, gerek ayakta iken bize dua eder durur. Fakat ondan zararı giderdiğimizde, daha önce o zarar için bize dua etmemiş gibi, geçer gider...”
(Yunus Sûresi, 12.)


2- Harislik ve cimrilik
Beşeri zaaflarımızdan biri de, mala düşkünlüktür. Kur’an, bu hususu şöyle haber verir:


“İnsan helu’ (haris ve cimri) yaratıldı. Kendisine bir zarar dokunduğunda feryadı basar. Bir hayır dokundu mu ( yoksullara) yardım etmez (sıkı sıkı tutar)...”
(Mearic Sûresi, 19-21)


“Ademoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, ikinci bir vadi dolusu altını ister...” (Müslim, Zekat, 117.) hadisi, bu beşeri zaafımıza dikkat çeker. Bebeklerde bile aynı tabiatı görmek mümkündür. Onun elindekini almak çok zordur, ama sizin verdiğinizi hemen alır.

3- Acelecilikİnsan, aceleci bir varlıktır. Bir anda neticeye ulaşmak ister. Ahiret saadetini dünyada tatmaya çalışır. “Ya Rabbena! Bize dünyada ver’ der. Bu kimsenin ahirette bir nasibi yoktur.” (Bakara Sûresi, 200.)

Halbuki, bu dünya sabrı ve sebatı gerektirir. Asıl olan dünya mutluluğu değil, ahiret saadetidir. Ahiretin elmaslarını, bu dünyanın cam parçalarıyla değiştirmenin bir anlamı yoktur. Sonsuz hayata nispetle bu kısa hayat, bir an gibidir. Fakat insan, ahireti bilmediğinden bütün himmetini dünyaya sarf eder. “Hayat ancak bu hayattır” deyip, onun lezzetlerini elde etmeye çalışır. Kur’anın bildirdiği gibi, “İnsan çok acelecidir.” (İsra Sûresi, 11.)

4- Övülmek

Hemen her insan övülmeyi sever. Yaptığını sever, beğenir. Halbuki, övündüğü şeylerde kendisinin hissesi pek azdır. Mesela, sesinin güzelliğiyle iftihar eder. Halbuki, Allah ona böyle bir ses vermeseydi, elinden hiçbir şey gelmezdi.

Kur’an-ı Kerim, bu meselede şu hatırlatmayı yapar:


“Yaptıklarıyla gururlanan ve yapmadıklarıyla övülmeyi sevenlerin, azaptan emin bir yerde bulunduklarını zannetme!”
(Al-i İmran Sûresi, 188. )


Ayette reddedilen iki durum vardır:
1. Yaptığıyla gururlanmak.
2. Yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanmak.
Halbuki insan, kendini methetmek için değil, Allah’a hamd etmek için yaratılmıştır.

5- Hizmette ihmalİnsanın tabiatında hizmetten kaçmak, ücrete koşmak vardır. Bir iş yapılacağı zaman kimse ortalıkta görülmek istemez. Fakat ücret ve mükafat zamanında, herkes talip olur. Kur’anda zikredilen şu olay, buna güzel bir örnektir. Şöyle ki:
Peygamberimiz, 1400 sahabeyle umre niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıkar. O zaman Mekke henüz müşriklerin idaresindedir. Bir savaş çıkabileceği endişesiyle, bir kısım bedevi insanlar sefere katılmazlar. Sudan bahanelerle geri kalırlar. Fakat aynı insanlar, Hayber ganimetleri için yola çıkıldığında orduya katılmak isterler. Cenab-ı Hak, onların bu sefere katılmalarını men eder. (Fetih Sûresi, 11-15 )

6- Bahanecilik
Müsbet alanlarda bir varlık gösteremeyenler, birtakım bahanelerle kendilerini avuturlar. Nedense kendi kusurlarını görmek istemezler. Mesela, Hudeybiye Seferine katılmayan bir kısım bedevilerin bahanelerine bakalım: “Mallarımız, ailelerimiz bizi alıkoydu. Bizim için mağfiret dile’ diyecekler. Onlar, ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar...” (Fetih Sûresi, 11)

“Suçun sahibi olmaz” derler. Halbuki, “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur” (Nursi, Lem’alar, 84.) Kusurunu gören o kusurdan kurtulmaya çalışır.

İşte, insanın mahiyetinde böyle nice zaaflar vardır. Bu zaaflar, aslında insanın manevi terakkisinde mühim birer esastırlar. Meleklerde böyle zaaflar olmadığından, onlarda mücadele de yoktur. Mücadele olmayınca, terakki de söz konusu değildir.

İnsanın meleklere üstünlüğünün mühim bir sırrı, bu zaaflarında gizlidir. Fıtraten cimri bir insanın, nefsini aşarak cömertlikte bulunması, elbette kolay bir şey değildir. Nefsini medhe meyilli bir kişinin, “Bütün medih ve muhabbet Allah’adır. Bütün iyilikler, güzellikler O’ndandır” diyebilmesi şüphesiz az bir hüner değildir.

Bu zaaflar aşılmayacak zaaflar değildir. Zira “Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez” (Bakara Sûresi, 286)

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...