26 Nisan 2009 Pazar

Kur’ân'ın Eğitimi Işığında Allah Resûlüne İttiba

Kur’ân Âyetleri Işığında Allah Resûlüne İttiba

De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana tabî olun ki, Allah’ta sizi sevsin...”
İttiba’ sözcüğünün anlamını vererek yazımıza başlamak istiyoruz. İzlemek, ardına düşmek, uymak anlamlarına gelen “tebia’ ” kökünden türeyen “ittiba’ ” kelimesi, tabi olmak, ardı sıra gitmek, peşinden yürümek, izlemek manalarını ihtiva eder.1

Allah Teâlâ’nın rızasına tabi olma, peygamberlere, onlara indirilen vahye ve kitaplara uyma, hidayete, hakka ve Kur’ân’a bağlanma, mü’minlerin yolundan gitme gibi İslam dininin temel noktasını teşkil eden ilkeler, “İttiba” kavramı ile ifade edilmiştir. Keza hevâ ve heveslere, şeytana, zalimlere ve müfsitlere tabi olma, zanna ve mü’minlerin yolunun dışında bir yola uyma gibi konular da yine “ittiba” kavramı ile anlatılmıştır.2

Çeşitli âyetlerdeki “Muhammed (s.a.v)’e ve ona indirilen vahye tabi olma” ile ilgili emir ve açıklamalar, konumuzun özünü teşkil etmektedir. Allah Teâlâ, bütün mü’minlerden Peygamber (s.a.v)’e uymalarını, onun yolunda yürümelerini, ona bağlanmalarını ve onu sevmelerini emretmektedir. Allah Teâlâ, O’nun zatını ve uygulamalarını üsve-i hasene (güzel bir numune) kılmıştır. O’nun rehberliği olmadan, Kur’ân’ın anlaşılması mümkün değildir. Zira, Allah Teâlâ O’na sadece Kur’ân’ı duyurma görevini vermemiş, aynı zamanda onu açıklama görevini de vermiştir. Nitekim bir âyet-i kerimede bu görev şöyle açıklanmaktadır: “…İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.”3

Allah Resûlünün açıklamalarına, onun pratik olarak uyguladıklarına “ittiba” etmeden, İslamî hayatın teşekkülü düşünülemez. İslam âlimleri nezdinde dinin birinci temel kaynağının Kur’ân olduğunda şüphe bulunmadığı gibi, sünnetin yani Resûlullah (s.a.v)’in kavlî, fiilî, takrîrî uygulamalarının da ikinci kaynak olduğunda asla tereddüt yoktur. Bu noktada tereddüt edenlerin, itibara alınacak bir delilleri yoktur. Böyle bir yola tevessül edenlerin, kafa karışıklığına yol açacak beyanları, Kur’ân’ın, Allah Resûlüne tabi olma konusundaki emirleri ile çelişmektedir.

Ashabtan Sa’d (r.a), Hz. Âişe’ye “Ey mü’minlerin annesi! Bana Resûlüllah (s.a.v)’in ahlakını anlat” dedi. Hz. Aişe “Sen, Kur’ân okuyorsun değil mi?” deyince Hz. Sa’d “Evet okuyorum” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Âişe ‘İşte Peygamber (s.a.v)’in ahlakı Kur’ân’dı.’dedi.”4 Görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz, Kur’ân’ın canlı örneği idi. Resûl-i Ekrem, Kur’ân’ı ümmetine tebliğ etmekle kalmamış, bizzat onun hükümlerini kendisi uygulayarak onlara rehberlik etmiştir. Bu sebeple hiçbir surette onu aradan çıkararak ve onun sünnetini terk ederek, Kur’ân’ın anlaşılması tasavvur edilemez.

Allah Teâlâ, Resûlüllah (s.a.v)’e tabi olmayı, onu sevmeyi, kendine tabi olma ve sevme derecesine yükseltmiştir. “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…”5

Yukarıdaki âyetin iniş sebebi şöyle anlatılır: Resûlulah (s.a.v), zamanında bir topluluğun “Ey Muhammed! Allah’a yemin ederiz ki, şüphesiz biz Rabbimiz’i (çok)seviyoruz” demeleri üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirmiştir. Bu âyette Allah Teâlâ, Peygamberi Muhammed (s.a.v)’e tabi olmayı, kendi sevgisine bir alâmet kılmıştır.6 Bir başka iniş sebebini Taberî şöyle açıklar ve bu görüşü tercih ettiğini söyler. Necran Hıristiyanları Peygamber (s.a.v)’in ziyaretine gelirler. İsa (a.s) hakkında onu yüceltici sözler söylerler ve bunu da Allah sevgisinden dolayı yaptıklarını bildiriler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirir ve Peygamber (s.a.v)’e Necran Hıristiyanlarına şöyle demesini emreder: “İsa (a.s) hakkındaki sözlerinizi, Ancak Allah Teâlâ’yı yüceltmek ve O’nu sevmek için söylediğinizi iddia ediyorsanız, Muhammed (s. a.v)’e tabi olun.”7
Her iki iniş sebebi de Hz. Muhammed (s.a.v)’e tabi olmanın, onun sünnetine uymanın gerekliliğine işaret etmektedir. Allah Teâlâ’nın sevgisine ve bağışlamasına mahzar olmanın yolu, ancak Peygamber (s.a.v)’in getirdiklerine iman etmekle ve onun sünnetine tabi olmakla mümkündür. Dünya ve âhirette gerçek anlamdaki başarının ve kurtuluşun ancak Peygamber (s.a.v)’e tabi olmakla temin edileceğini Kur’ân şöyle bildirir:

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygamber’e tabi olanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûra (Kur’ân’a) tabi olanlar var ya, kurtuluşa erenler onlardır.”8

Resûl-i Ekrem’in risâletine inanmayan, ona destek olmayan, ona yardım etmeyen, ona tabi olmayan, ona indirilen Kur’ân’ı kabul etmeyen hiçbir kimse kurtuluşa eremez. Bütün Peygamberlere, onlara gönderilen kitap ve sahifelere inanmak, imanın temel esaslarındandır. Peygamber (s.a.v)’in risâletinden sonra kıyamete kadar yaşayacak olan herkesten; bütün Hıristiyanlardan, Yahudilerden ona tabi olmaları ve iman etmeleri istenmiştir. Onun peygamberliğini kabul etmeyen, ona indirilen Kur’ân’ın Allah tarafından gönderildiğine inanmayan hiçbir kimse mü’min sayılmaz. Yukarıdaki âyet bu gerçeği gayet veciz bir şekilde açıklamaktadır. Bir sonraki âyette de bu durum teyit edilerek şöyle buyurulur:

“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve ümmi peygamber olan Resûlüne iman edin. O, Allah’a ve O’nun kelimelerine iman getirendir. Ona tabi olun ki hidayete eresiniz.” 9

Bu âyet, Hz. Muhammed (s.a.v)’in cihanşümul bir Peygamber olduğunu açıklamaktadır. Peygamber Efendimiz, diğer peygamberler gibi, yalnız kendi kavimlerine, belirli bir bölgeye gönderilen bir peygamber değildir. O, bütün insanlara ve cinlere gönderilmiş bir peygamberdir. O’nun tebliğ ettiği ilâhî hükümler, sadece bir milletin, bir kavmin, bir topluluğun kurtuluşuna değil, bütün insanların saadetine vesiledir. Bu sebeple, ona tabi olanlar ve onun peygamberliğine candan inanalar, rahmet ve kurtuluşa erecek ve hidayet dairesinin içerisine girebileceklerdir.

Mü’minin bütün sevgisi, Allah için, Allah yolunda ve Allah’ın rızasını kazanmak uğrunda olur. Allah’ın dini de tevhid ve İslam olduğundan, sevgi hep bu çerçevede dolaşır, durur. İtaat ve ibadet için gösterdiği iradede, ancak bu din hakim olur. O halde Allah’ı sevenler, “Ben özümü Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da öyle”10 diyen ve bu dini tebliğ eden Resûlulah’a karşı gelmemeli, onun gibi ihlas ve samimiyetle “Ben özümü Allah’a teslim ettim” demeli, dini hayatta Hz. Peygamber (s.a.v)’e, onun tebliğine uymalı ve onu örnek almalıdır. Bunun zıddı, “Ben Allah’ı severim, ama emrini dinlemem, O’nun sevdiğini sevmem, O’nu sevenleri, O’nun yolunu gösterenleri, O’nun seçip gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem” demektir. Allah Resûlüne uymak istememek “Ben özümü Allah’a teslim ettim” dememek ve bu düstur ile hareket etmemektir. Bu da Allah’ı sevmemek ve rahmetinden mahrum kalmaktır.

Peygamber (s.a.v)’e uymanın gerekliliği, onun sırf Allah’ın Resûlü, görevlendirdiği peygamberi, dinin tebliğcisi, hidâyetinin ve emirlerinin bildiricisi ve habercisi olduğundan dolayıdır. Allah Teâlâ’nın elçisine itaat etmekten kaçınanlar, Allah’a ibadet ve taattan kaçınan kâfirlerdir. Allah da kâfirleri sevmez ve küfrün hiçbir çeşidine razı olmaz.11

Allah Resûlüne tabi olmak ve onu sevmek, Allah’a itaat etmek ve Allah’ı sevmektir. Zira Peygamber (s.a.v), Allah’ın elçisidir. O’nun adına tebliğini yapar, O’nun emir ve yasaklarını açıklar, uygular ve bu anlamda ümmetine örnek olur. Allah Resûlüne itaat, doğrudan doğruya Allah’a itaattir. Hz. Peygambere tabi olmak ve ona itaat etmek, elçiyi gönderene itaat etmek anlamındadır. Bu bakımdan, Resûlullah (s.a.v)’e ittiba farzdır.

Dipnotlar: 1) İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1999, II, 13-15, (tebia’ maddesi); Osman Develliogğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1978, I, 564. 2) Muhammed Fuad Abdulbaki, Mu’cemü’l-Müfehres li elfâzi’l_Kur’ani’l-Kerîm, İstanbul, ts. s. 150-152. 3) Nahl, 16/44. 4) Müslim, Müsâfirûn, 139; Tirmizî, Birr, 69; İbn Mâce, Ahkâm, 14; Ahmed b. Hanbel, VI, 54, 91. 5) Âl-i İmrân, 2/31. 6) Bkz. Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Mısır (Kahire), 1981987, c. III, cz. III, 155; Muhammed eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, Beyrut, 1994, I, 420. 7) Bkz. Taberî, a.g.e., III, 155-156. 8) A’raf, 7/157. 9) A’raf, 7/158. 10) Âl-i İmrân, 3/20. 11) Geniş bilgi için bkz. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Sadeleştirenler, İsmail Karaçam ve Arkadaşları, Almanya, ts. II, 342-344.

“İnsan kalbiyle diri ve donanımlı olmalı” Kalbimizi Koruyalım

“İnsan kalbiyle diri ve donanımlı olmalı” Kalbimizi Koruyalım

İnsan, kalbi kadar adamdır. “Yürek” ve “gönül” de dediğimiz kalbimiz, kişiliğimizin ta kendisidir. Onun için kalp sağlığımıza dikkat edelim, kalbimizi koruyalım diyoruz.
Aslında kalp, gönül, yürek dediğimiz latifemiz ile, kan pompalayan organımız arasında bir ilişki vardır ama, ne derece güçlü ya da zayıf bir ilişkidir, tam da bilemiyoruz herhalde.


Her ikisi de önemlidir tabi. Organımız durursa, ölürüz. Hastalanırsa, hayat çekilmez olur. Kalbimiz ölürse imansız, hastalanırsa ahlaksız ve erdemsiz oluruz Allah Teâlâ korusun.
Derler ki manevî kalbimiz, maddî kalbimizin yerindedir mekân olarak. Ama gözle görülmez, elle tutulmaz. İman ve ibadetlerle, özellikle de zikirle uyanır, aydınlanır. Nurlanır yani. Açılır, derinleşir, bilginleşir. Bir acayip âlem olur çıkar. Böyle bir kalbe sahip olana da “gönül ehli”, “uyanık kalbli”, “diri kalpli”, “selim kalbli” gibi isiler verilir.


Bizim “koruyalım” dediğimiz kalp de işte bu kalbimizdir.
Alimlerimiz, bu kalbimizin vücudumuzun hükümdarı olduğunu söylerler. Nitekim bir hadiste Sevgili Peygamberimiz bunu açıkça ifade etmiştir: Kalbimiz iyi olursa bütün vücut iyi olur, kalbimiz bozulursa bütün vücut bozulur. O yüzden her sabah organlarımız kendi dilleriyle kalbimize iyi olması için rica ederlermiş. Çünkü onun kötülüğünü herkes çekmekte.


Böyle olunca temiz, selim bir kalbin işleri kaliteli olarak haliyle kıymet kazanacaktır. Kirli bir kalpten, kolay kolay temiz işler de çıkmayacaktır.
Kalbimiz her şeyden evvel, inancın merkezidir. İnsan kalbiyle inanır. Kalbde ya Allah Teâlâ’ya iman ve İslam dinine teslimiyet vardır, ya da inkar ve isyan.


Öyleyse kalbimizi ilk koruma işlemi, iman etmektir ve bunu samimiyetle yapmaktır. Kalbin katılmadığı iman, yok hükmündedir. Mesela dil iman ettiğini söyler ama kalp onu tasdik etmezse, buna münafıklık denir. Riya, süm’a, müdahane ve tabasbus, yani halk arasında yağcılık ve dalkavukluk denilen şeyler de bu türün teferruatlarındandır.


Kalbimize Allah Teâlâ’ya iman, Resulullah (sav) Efendimize iman, tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerime ve İslam dinine iman gibi iki dünyamızı da mes’ud ve bahtiyar edecek bir olguyu yüklediğimizde, onu koruyacak en büyük imkanı sağlamış oluruz. Ama iş bununla bitmez. Bundan sonra sürekli onu sağlıklı bir şekilde beslemeye devam etmeliyiz.


Kalbimiz, iyi niyet ve ihlasla, Allah Tealayı ve Resulullah (sav) Efendimizi, dolayısıyla müminleri sevmekle ve bunlara karşı düşmanlık yapan şeytanları, kafirleri, münafıkları, zalimleri, fasıkları sevmemekle canlanır, gürbüzleşir, açılır ve gelişir. Bu sevginin tefekkür ve tezekkür gibi, tefvîz ve tevekkül gibi açılımları da olacaktır haliyle.


Bu açılımların başında da ibadetler gelmektedir. Her ibadet, kalbe bir nur bırakır. Çoğaldıkça ve çeşitlendikçe bu ibadetlerden hasıl olan nurlar kalbi kaplar ve onu kıymetlendirir. Bu kalbin sağlamlığının garantisidir bir yerde. Tıpkı her günahın kalbe kara bir leke bırakması gibi.
Evet, her günah kalbe kara bir leke atar ve bu lekeler biriktikçe kalbi kaplar, üst üste gelen lekeler kalbe pas bağlatır ve hava aldırmaz eder onu, boğar atar, derken öldürür gider.

Bu açıdan kalbi korumanın bir başka adı da takva’dır. Takva Allah Teâlâ’ya karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmektir.


Aslında takva korunmak demektir kelime anlamıyla.
Neden korunmak?
Allah Teâlâ’nın azabından.
Nasıl korunmak?


Emirlerini yerine getirerek, yasaklarından kaçınarak, ahlakımızı güzelleştirerek.
İşte takva budur ve bizim bireysel olarak bütün amacımız bunu elde etmektir. Ümmet olarak amacımız da bütün insanları takvalı yapmak için bize düşen görevleri eksiksiz yapabilmektir. Bütün bu çabaların sonu, Allah Teâlâ’nın dininin yeryüzünde üstün olması demektir. İşte bizim nihaî hedefimiz budur.


Bu hedefe yürüyen bir kalbin azıkları olacaktır elbette. Bunlar onu her dem taze ve diri tutacaktır. Marifetullah, muhabbetullah, tefekkür, tezekkür, tedebbür, tevekkül, tefviz, havf, reca, sabır, şükür, rıza, teslimiyet, murakabe, muhasebe, muhabbet… gibi azıklar.


Ve yoldaşlar olacaktır haliyle. Allah Teâlâ için olan dostluklar ve yardımlaşmalar, sohbetler, bu seyr-u sülûkta birer yoldaş ve yardımcıdırlar.
Bu uzun yolların çetin sınavları vardır daha başında bildirilen. Sabır ve mücahede gibi silahlar gerekir haliyle bu uzun seferde.


Bir insan kalbiyle diri ve donanımlı olmalı. Gerçi kalıp da bir eserdir, iz bırakır, nişan verir ama, asıl olan kalpdir, gönüldür. Saç sakal, sarık cüppe de bir nişandır ama, Allah Teâlâ ne bu nişanlara, ne sûret ve suratlara, ne soy ve soplara, ne de servetlere bakmaz, illa kalbe bakar. Yere göğe sığmaz ama, kalbe tecellî eder.


İnsanın kalbine bakmadan kalıbına bakması, hep ona bakması, bir eksikliktir. Her şeyden evvel anlayışta, kavrayışta, tefakkuhta bir eksiklik. Bu eksiklik adamı yobazlığa götürebilir kuşkusuz. Ama, nasıl ki “küp içindekini sızdırır,” kalpde de böyle bir uyanma, nurlanma, sağlanma varsa, bu kalıptan da belli olur. Temizlik, tertip ve düzen, nezaket, tebessüm, tatlı dil, hoşgörü, af, müsamaha, yardımseverlik, cömertlik, îsar, hep temiz bir kalbin nişaneleridir.


Kalıba hiç bakmamak da insanı hatalara götürür. Normalde melametîliğe, kalenderîliğe gerek yoktur. Zaten kalp sahiplerinin her işi itidal ve denge üzerindedir. Dengesizlik, muvazenesizlik demektir ki, kimse beğenmez.


Kalp sağlığının alabildiğine gündemde olduğu günümüzde biz de asıl kalbimizin sağlığına ve kalbî işlerin kıymetine dikkat çekelim istedik. Bu vesile ile kendimiz ve sizler için, bütün bir insanlık için sağlıklı kalpler ve onlardan kaynaklanan değerli işler dileriz sevgili Rabbimizden.

EĞİTİMDE MODEL OLMAK VE HZ.PEYGAMBER(S.A.V)

Genelde bütün peygamberlerin ve özelde bizim Peygamberimiz (s.a.)’in en önemli vasıflarından biri “üsve-i hasene”1 güzel model ve örnek oluşudur. Peygamberler, ümmetlerinin rol modelleri ve ahlâkî kahramanlarıdır. Çünkü insanlar ahlâkî erdemleri, güzel huyları ve insânî davranışları târiflerden çok; fiilî uygulamalardan öğrenir, kavrar ve hayata uygularlar.

Eğer sâdece kuralların bilinmesi yeterli olsaydı peygamberlere ihtiyaç olmazdı. Allah Teâlâ melek aracılığıyla ya da başka bir vâsıtayla hayatı kuşatacak ve davranışları yönlendirecek dînî hükümleri ihtivâ eden kitaplarını gönderir; insanlar da o kitaptaki ahkâm ve kurallara uyarak doğru yolu bulmuş olurlardı. Ama Allah Teâlâ öyle yapmamış; insanlara kendi içlerinden ve kendi cinslerinden peygamberler göndermiştir2 ki ümmetlerine model olsunlar ve fiilen yol göstersinler.

Allah Teâlâ, Rasûlünü Kur’an’da ahlâkî açıdan: “Sen yüce bir ahlâk üzeresin”3 diye övdüğü gibi yüce Nebî (s.a.)’nin bizzat kendisi de: “Mekârim-i ahlâkı/güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”4 buyurarak bi’setin/peygamber olarak gönderilişinin ana hedefinin güzel ahlâk olduğuna dikkat çekmiştir.

Gazzâlî’nin İhyâ’da naklettiği rivâyete göre Allah Rasûlü kendisine: “Din nedir?” diye ısrarla soran adama: “Güzel ahlâktır” buyurmuştur. Aynı zât üçüncü defa suâlini tekrarlayınca Peygamberimiz (s.a.) tekrar adama dönerek: “Anlamıyor musun? Din kızmamak demektir”5 buyurmuştur. Kendisine bir başka seferinde: “Şum/uğursuzluk nedir?”diye sorana da: “Kötü huydur” diye cevap vermiştir.6

Kur’ânî ve Nebevî anlayışa göre güzel ahlâk insanın kalb ülkesine Allah’ı egemen kılması “nerede bulunursa bulunsun Allah’tan korkup çekinmesidir. İnsanlık îcâbı bir yanlış ve günah işlediğinde ardından o günahı giderecek bir iyilik yapması ve insanlarla hüsn-i muâşereti/güzel geçinmesidir.”7

Bu âyet ve hadîslerden ahlâkın îmân ve Allah korkusu ekseninde gelişen bir vicdan olayı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim millî şâirimiz Mehmed Âkif de bunu şöyle ifâde eder:

Ne irfândır veren ahlâka yükseklik, ne vicdândır,
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân’ın.
Ne irfânın kalır tesîri katiyyen, ne vicdânın.

Güzel ahlâkın temelinde Allah korkusu ve insanlara iyi davranma kaygısı vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.) mîzâna ilk konulacak şeyin güzel ahlâk ve cömertlik olduğunu8 ifâde buyurduğu gibi dindarlığı süsleyen iki değerli hasletin de cömertlik ve güzel huy olduğunu ortaya koymuştur.9 Cömertliğin ölçüsü herkese ve her varlığa karşı yardıma koşmak değildir, ama hiç olmazsa güler yüz, güzel huy ile onları hoşnut etmeye çalışmaktır. Mümine şeref kazandıran dîni, asâlet veren güzel huyu, mürüvvet bahşeden ise aklıdır.10

Allah Rasûlü (s.a.): “İbâdeti zayıf olduğu hâlde kulun güzel ahlâkı sâyesinde âhirette yüksek derece ve şerefli menzillere erişeceğini”11 ifâde buyurur. Nitekim Cüneyd Bağdâdî hazretleri bu hadîsin şerhi zımnında şunu söylemiştir: Dört şey vardır ki bunlar -kişinin ilmi ve ameli az da olsa- onu yüksek mevkîlere yükseltebilir. Îmânın kemâli demek olan bu dört şey hilim/yumuşaklık, tevâzu/alçakgönüllük, cömertlik ve güzel ahlâktır.

Dîni güzel ahlâkla, güzel ahlâkı da tasavvuf ile özdeşleştirenler çoktur. Nitekim Ebû Bekir Kettânî bunlardan biridir. Ona göre “tasavvuf denilen şey güzel ahlâktan ibârettir. Ahlâkını güzelleştirip artıran kimse tasavvufî bakımdan da yücelik kazanır.” Atâ da şöyle der: “Yükselenler hep güzel ahlâkları sâyesinde yükselmişlerdir. Ahlâkın kemâl derecesi Hz. Muhammed (s.a.)’dir. Allah’a yakınlık da Rasûl-i Ekrem (s.a.)’in izini takip ederek güzel ahlâk ile gerçekleşir.” Kur’an’a göre “insanların en keremli ve şereflisi takvâ sahibi olanlardır.”12 Îmânın esâsı takvâ, İslâm’ın esası güzel ahlâktır.

Tâbiîn neslinin ser halkası, tasavvuf yolunun kol başısı Hasan Basrî güzel ahlâkı şöyle târif eder: “Güler yüz, tatlı söz, insanlara iyilik yapmak, kötülükten sakınmak.” Ebû Bekir Vâsıtî güzel ahlâk için: “Kimseye husûmet etmemek, kimsenin husûmetini çekmemek, bütün bunları Allah’ı daha iyi bildiği için yapmaktır” der. Sehl Tüsterî ise güzel ahlâkı şöyle anlatır: “En aşağısı halkın eziyetlerine katlanmak, kötülüğe kötülükle karşılık vermemek, zâlime bile merhamet etmek, onun bağışlanmasını dilemek ve ona şefkatle muâmeledir.”

“Ene’l-hak” sözünü söyledi diye îdama mahkûm edilen ve taşlanarak öldürülen Hallâc-ı Mansûr ise güzel ahlâkı şöyle açıklar: “Hakk’ı düşünerek halkın eziyetlerine aldırmamak.”

İnsanda çirkinliklerin kaynağı, kötülüğü çokça emreden nefistir.13 Bu yüzden ahlâkın esâsı nefsi adam edebilmektir. Çünkü insan nefsi şeytandan da firavundan da beterdir. Kibir dersen onda, mal peşinde koşmak dersen onda, şehvete tapmak dersen yine ondadır. Nefsin sâkin duruşu âcizliğindendir. Eğer imkân verilse o zaman gerçek yüzünü gösterir. Hani derler ya: “Bir insanın gerçek tabîatını ve huyunu tanımak isterseniz ona ya para verin; zengin edin, ya da makâm verin; iktidâr sâhibi, güçlü yapın, ondan sonra davranışlarına bakın.” Elindeki ekonomik gücüne; ya da makâm ve yetki kuvvetine rağmen iyilik yapıyor, herkese iyi davranıyorsa ne âlâ. Değilse onun iyi görünüşü ve suskunluğu âcizliğindendir. Mayasının temizliğinden değil.

Önemli olan insanın tabîat olarak iyilik ve güzelliğe, kötülük ve günaha duyarlılık kazanmasıdır. Gerçek iyilik güzel ahlâktan ibârettir. Günah ve çirkin davranış insanın gönlünü tırmalayan ve içinde huzursuzluk meydana getiren hareketlerdir.14 Onlara karşı hassasiyetin kaybolmaması gerekir ki güzel ahlâk zâyî olmasın.

Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde ahlâksız, geçimsiz ve dikkatsiz insanları katıra; yumuşak tabîatlı, iyi huylu ve herkesle geçinen güzel ahlâk sâhibi kimseleri de deveye teşbih ederek şöyle anlatır:
Katır bir gün deveye der ki: “Ey güzel yol arkadaşı, sevgili yoldaş! Yol yokuş ya da iniş, dar ya da geniş seni hiç ilgilendirmiyor. Güzelce geçip gidiyorsun. Hiç kapaklanmıyor; tökezleyip düşmüyorsun. Ben ise şaşkın gibi çoğu zaman tepetaklak düşüyorum. Sıkça tökezliyorum. Bana bunun sebebini anlatır mısın?” Deve cevaben der ki: “Ben her adımımı görerek atarım. O yüzden de tökezleyip sürçmekten kurtulurum. Sen ise üç adım ilerisini bile göremezsin, acele edersin. Önündeki dâneyi görürsün de tuzağı görmezsin. Hiç körle gören bir olur mu?15 Nitekim Allah Rasûlü de müminleri yumuşak huylu ve uysal tabîatlı olmada güzel yürüyen ve çekince giden deveye benzetir.16 Güzel ahlâkın temeli de geçim ehli olmaktır, uyum sağlamaktır.
Mevlânâ Dîvân-ı Kebîr’inde güzel ahlâk sâhibi olmadan Sevgiliye varılamayacağını şöyle anlatır:

Ulaşmak için ay yüzlü dilbere
İyi huylu ve geçimli olmak gerek bir kere
Güzelse eğer âşıkın ahlâkı ve huyu
Kurtulur, derin dahi olsa düştüğü kuyu
Aşk bir şehirdir ki, güzellikleri var
Güzelleri için lâzım ona hisar
Kötü huyluları aşk şehrine sokma sakın
Aşk ehli olmalıdır ahlâklı, îmânlı ve ehl-i yakîn
Aşk gam yükleri altındaki gönlün gıdâsıdır
Sevgiliyle buluşmak bir kalb safâsıdır.17

Aşk hem ibâdet ve kulluğu hem de kahır ve cefâ çekmeyi kolaylaştırır. Güzel ahlâk sâhibi olmanın önündeki engelleri kaldırarak öfke kılıcının yerine hilim kılıcını ikâme eder. Çünkü güzel ahlâkın temeli olan hilim/yumuşaklık öfke kılıcından daha keskindir. Bu konuda en güzel model Allah Rasûlü’dür. Allah Teâlâ onun hakkında buyurur ki: “Sen Allah’ın rahmeti sâyesinde insanlara leyyin/yumuşak davrandın. Eğer sen katı yürekli ve acımasız olsaydın insanlar etrafından dağılır giderlerdi.”18

Dipnotlar: 1) Bkz. el-Ahzâb, 33/21; el-Mümtehine, 60/4,6. 2) Bkz. el-Bakara, 2/151; Âl-i İmrân, 3/164; el-Cuma’, 62/2. 3) el-Kalem, 68/4. 4) Muvatta’, Husnü’l-hulk, 8; İbn Hanbel, II, 281. 5) İhyâ, III, 115, Mervezî, Tâzimu kadri salah’ta mürsel olarak rivâyet etmiştir. 6) İbn Hanbel, VI, 85; Ebû Dâvûd, Edeb 123, 124, hadîs no:5162; Taberâni, Evsat, VI, 38. 7) Tirmizî, Birr, 55/1987. 8) Krş. Tirmizî, Birr 62, (2003,2004); Ebû Dâvûd, Edeb 8, (4799); İhyâ, III, 116. 9) Bkz. Heysemî, VIII, 20; Ali el-Müttakî, Kenzu’l-ummâl, VI, 392. 10) Bkz. Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, hadîs no: 6229. 11) Krş. Ebû Dâvûd, Edeb, 7. Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr, 62. 12) el-Hucurât, 49/13. 13) Yûsuf, 12/53. 14) Krş. Müslim, Birr, 14, 15; Tirmizî, Zühd, 52/2381. 15) Mesnevî, III, b. 1745-1761. 16) İbn Mâce, Mukaddime, 6. 17) Dîvân-ı Kebîrden Seçmeler, I, 215 (I, 470). 18) Âl-i İmrân, 3/159.

1 Nisan 2009 Çarşamba

Uyan Artık Ey İnsan!

Uyan Artık Ey İnsan!

Uyan artık ey insan! Güvenme hiç yaşına,
Hüküm kesinleşince, îtirazlar boşuna.
Oyun bitmek üzere, uzatmaları dahil,
Yemin ediyorum ki; çok dakiktir Azrâil..
Hiç mi uyandırmıyor, seni bunca âfetler,
Bu şehvet yangınları, bu azgın cinayetler?
Hiç mi uyandırmıyor, boş kalan bu kucaklar,
Bu faiz depremleri, bu yıkılan ocaklar?

Hiç mi uyandırmıyor, bu mâbedler, ezanlar,
Teslim dilekçesini, secdelerde yazanlar?
Bu kâinat, bu denge, bu gökler, bu yıldızlar,
Saniyede üçyüz bin kilometrelik hızlar?
Onsekiz bin aç çocuk, can verirken bir günde;
Kaç onsekiz bin dolar, savrulur bir düğünde.
Nasıl taşır bir insan, bu nankörce utancı?
Hiç mi uyandırmıyor, seni bu kadar sancı?
Yetmiş trilyon hücre, bir insan bedeninde,

Ne kavga var, ne isyan, hiçbirinin geninde.
Kaç bin katrilyon atom, dönerken damla suda,
Sen, Kur’ân’a harb açmış, bekliyorsun pusuda.
Uyan artık ey insan! Sen bir ilâh değilsin;
O kibirli dik başın, secdelere eğilsin.
Aldanma.. Cübbelerin, parlak nakışlarına,
Alçak diktatörlerin, üstten bakışlarına.
Uyan artık ey insan! Gerçek düşmanı tanı;

Sana tuzaklar kuran, o lânetli şeytanı.
Sinsidir.. Dost görünür, seni vurur arkadan,
Binbir maskesi vardır, her boya, her markadan.
Uyan artık ey insan! Yetmez mi bunca zillet?
Kaderinde yazmıyor.. Bu kokuşma, bu illet.
Önyargılı infazlar, boğuyor vicdanını,
Bu “çağdaş” cehâletten, kurtar şu irfânını.
Sen ki; özünde şeref, fıtratında asâlet,
Ne sen sürün yerlerde, ne sürünsün adâlet.
Aç artık.. Çapaklanan, o gönül gözlerini;
Bak da gör, her zerrede kudretin izlerini.

Nankörlüğün yeri yok, gönül tahtında senin;
Allah’a şükrün için, yeterlidir bir cenin.
Bil ki, bütün melekler, senin ceddine hayran,
Sen olmasan.. Olmazdı, bu âlemler, bu devrân.
Uyan artık ey insan! Bak mesaj var Rabbinden;
Diyor ki: olmak için, o Cennetin ehlinden;
Önce mülkün sahibi, Mâlik’i bilmek gerek,
Sonra bütün putları, gönülden silmek gerek.
Uyan artık ey insan! Şakaya gelmez zaman,
Hiç kimseye verilmez, o son nefeste aman.
Bir sınav ki; önünde, seçenekler sanma çok;
Ya Kur’ân.. Ya da Hüsrân.. Üçüncüsü bil ki yok.

Âhireti Dünyaya Tercih

Âhireti Dünyaya Tercih

Her mü’min, kendisinden iyilik gördüğü bir kimseye îmânı gereği minnet duyar, teşekkür ve duâ eder. İmkân bulduğunda ise ona daha güzel bir şekilde mukâbele etmek ister. İkrâm edilen bir bardak su bile, nezâketen teşekkürü îcâb ettirir.
Âyet-i kerîmede:
“Allâh’ın nîmetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız…” (en-Nahl, 18) buyrulmaktadır. Şüphesiz ki bu nîmetlerin en büyüğü “îman”dır. Her nîmetin bir bedeli ve mukâbili olduğu gibi, îman nîmetinin mukâbili de, hamd, şükür, zikir, ihlâs ve takvâ üzere bir kulluk hayatı yaşamaktır.
Mü’min, kendisine ihsân edilen bütün nîmetlerin ve bilhassa da “îmân”ın şükür bedelini Rabbine ödemek mecbûriyetindedir. Zîrâ bedeli ödenmeyen bir şeye sahiplik iddiâsına kalkışmak, abesle iştigaldir.
Îman; ilâhî lutufların en büyüğüdür. İmtihan ise bu nîmetin ne nisbette kıymetini bildiğimizi, ona ne kadar sahip çıkabildiğimizi ölçen bir miyardır. Mü’minlerden beklenen, hayatın değişen şartları içinde sabır ve teslîmiyetle îmânını muhâfaza etmektir. Bu aynı zamanda ilâhî mükâfatlara nâiliyetin bedeli mesâbesindedir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111)
Dünyada geçirilen zaman, âhiretin sonsuzluğu karşısında bir zerre veya bir damla mesâbesinde bile değildir. Fakat dünya imtihanının neticesi, ya sonsuz saâdet yurdu olan cennet, ya da ebedî bir ıztırap mahalli olan cehennemdir. Kulun yolculuğunun hangi istikâmete olacağını, fânî hayatında “âhireti veya dünyayı tercih edişi” belirler. Bu bakımdan şu kısacık dünya hayatında, âhireti tercihte gaflet göstermekten daha büyük bir aldanış söz konusu olamaz.
Hakk’a yakınlığın nûruyla gafletten uyanmış olan Allah dostları ise, kâinat kitabının her harfini gönül gözüyle ve hikmet nazarıyla okurlar. Kâinâtın ulvî bir gâye ile var edildiğini, hiçbir şeyin boş ve abes yere yaratılmadığını, her geçen günün ömür takviminden bir yaprak daha koparıp insanı kabre bir adım daha yaklaştırdığını yakînen idrâk ederler. “Hayat nîmetinin mânâ ve hikmeti nedir? Dünya niçin insanoğlunun emrine âmâde kılındı? İki kapılı bir hân olan bu cihâna nereden geldik, buradan yolculuk nereye?” gibi sualler üzerinde tefekkür ederek, ömürlerini ince, derin ve hassas bir hâlet-i rûhiye ile yaşarlar.

KALB-İ SELÎM’İN ALÂMETİ
Kıyâmet günü en çok muhtaç olacağımız şeyi, Rabbimiz şöyle beyân eder:
“O gün (kişiye) ne malın-mülkün faydası olacaktır ne de çoluk-çocuğun. Ancak kalb-i selîm (tertemiz bir kalp) ile Allâh’ın huzûruna gelenler (kurtulacaktır).” (eş-Şuarâ, 88-89)
Kalb-i selîm’e nâil olabilmek de, kabir âleminden dâvetiye gelmeden evvel, âhiret yolculuğuna hazırlanmaya bağlıdır. Bunun için kalbi Allah’tan uzaklaştıran her şeyden rafine etmek, yâni arındırıp inceltmek ve dünyada ihsân edilen her nîmeti uhrevî selâmet ve saâdetin sermâyesi kılabilmek gerekir.
Hak dostları, kalb-i selîm’in en mühim iki vasfını şöyle ifâde etmişlerdir:
1. Kimseyi incitmemek, kimseden incinmemek. Zîrâ kalp, nazargâh-ı ilâhîdir.
2. Dünya ve âhiret işleri karşı karşıya geldiğinde âhiret işini tercih etmek.
Kalb-i selîm ile ahlâkî bakımdan kemâle eren mü’minin, Allah ile beraberlik şuuru zirveye çıkar. Kendisini dâimâ Hakk’ın huzûrunda ve ilâhî kameralar altında hisseder. Her an şu âyet-i kerîmelerin tefekkürü içinde bulunur:
“…Ve her nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)
“…Ve Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)
Bu takvâ hâlinin zirvesinde bulunan Hak dostları da Rabbimizin sık sık hatırlattığı âhiret gerçeğini dâimâ dikkate alarak hayat yolculuğunda dosdoğru bir istikâmet izlerler. Âhiret hayatına âit bir zarara uğramaktansa, bütün dünyevî menfaatlerden vazgeçebilme dirâyetini gösterirler.

DÜNYALARI VERSELER,
BİR ÂHİRET AMELİYLE DEĞİŞMEYİZ!..
Mûsâ -aleyhisselâm- Firavun’un sarayında bolluk içinde yaşamaktayken, Firavun’un kendisini öldürmek istediğini haber almış ve derhal Medyen istikâmetinde azıksız olarak yola çıkmıştı. Tam sekiz gün aç-susuz yürümüş, hâlsiz ve bitkin bir durumda Medyen kalesi önlerine varmıştı. O kadar çâresizdi ki artık:
“...Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtâcım!” (el-Kasas, 24) diye ilticâ ediyordu. Sonra orada kim olduklarını bilmeden, Şuayb
-aleyhisselâm-’ın kızlarına, koyunlarını sulamaları husûsunda yardımcı oldu. Hazret-i Şuayb bunu duyunca kendilerine iyilikte bulunan bu zâtı evine davet edip yemek ikrâm etmek istedi. Hazret-i Mûsâ sekiz gündür mîdesine bir lokma girmemiş olmasına rağmen, önüne konulan yemeğe el uzatmadı.
Hazret-i Şuayb’a da:
“–Biz öyle bir âileyiz ki, bütün dünyayı verseler, bir âhiret ameli ile değişmeyiz! Ben size bu yemek için değil, Allah rızâsı için yardım ettim.” dedi.
Şuayb -aleyhisselâm- bu cevâba çok memnun oldu ve:
“–Bu ikrâmımız, yaptığın yardım için değil, Hakk’ın misâfiri olduğun içindir.” buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm- ikrâmı kabûl etti.
İşte âhirete îmânın, davranışlara aksetmiş âbidevî bir misâli. Dünyada açlıktan bütün gücünün tükeneceğini bilse bile, bir âhiret amelini dünyevî hiçbir karşılıkla değişmeme firâseti… Bu mânevî olgunluğun diğer bir misâlini de Vâsile bin Eskâ
-radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Tebük Seferi’ne çıkılacağı günlerde (sefere katılabilmek için ne maddî gücüm ne de bir bineğim vardı. Bu mübârek seferden mahrum kalmamak için) Medîne meydanında müslüman kardeşlerime şöyle nidâ ettim:
“–Ganimet hissemi vermek karşılığında kim beni bineğine bindirir?”
Ensâr’dan yaşlı bir zât, bineğine sırayla binmek sûretiyle beni savaşa götürebileceğini söyledi. Bu hayırlı arkadaşla yola çıktım. Allah ganimet de nasîb etti; hisseme bir miktar deve isâbet etti. Develeri o yaşlı zâta götürdüm. O ise bana:
“–Develerini al götür.” dedi.
“–Başta yaptığımız anlaşmaya göre bunlar senin.” dediysem de Ensârî:
“–Ey kardeşim! Ganimetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. (Ben sevâbına, yâni uhrevî kazancına iştirâk etmeyi düşünerek ve Hakk’ın rızâsını umarak seni buraya getirdim.)” karşılığını verdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 113/2676)
Böylece o mübârek Ensârî de, o devrin en kıymetli dünyâ metâı sayılan birçok deveye sahip olmaktansa, âhirette nâil olacağı ecri tercih etti. Allah için olan bir hayrı elde edebilmek için, ne kadar kıymetli de olsa dünyevî bir menfaatten vazgeçebilme dirâyetini sergiledi.
Hak dostlarından birine, kendisini çokça tesir altında bırakan bir hâdiseyle karşılaşıp karşılaşmadığı sorulunca, Hazret şunları anlatmış:
“Mekke-i Mükerreme’de para kesemi kaybedip muhtaç durumda kalmıştım. Basra’dan para bekliyordum, fakat bir türlü gelmiyordu. Saçım sakalım da epeyce uzamıştı. Bir berbere giderek:
«–Param yok, Allah rızâsı için saçlarımı düzeltir misin?» diye sordum.
Berber o esnâda bir adamı tıraş ediyordu. Hemen yanındaki boş yeri gösterip; «Buraya otur.» dedi ve müşterisini bekleterek beni tıraş etmeye başladı. Bekletilen müşteri îtirâz edince berber:
«–Kusura bakmayınız efendim, sizi ücret mukâbilinde tıraş ediyorum, lâkin bu şahıs, Allah rızâsı için kendisini tıraş etmemi istedi. Allah için olan işler dâimâ önceliklidir ve maddî bir karşılığı yoktur. Allah için olan işin bedelini kullar aslâ bilemez ve ödeyemez!» dedi.
Tıraştan sonra berber, cebime zorla birkaç altın da sokuşturdu:
«–Âcil ihtiyaçlarını karşılarsın, imkânım bu kadar, kusura bakma!» dedi.
Aradan birkaç gün geçti, Basra’dan beklediğim para geldi. Berbere bir kese altın götürdüm. Berber:
«–Aslâ alamam! Allah için olan işin bedelini ödemeye kulların gücü yetmez. Varın gidin siz yolunuza devâm edin, Allah selâmet versin!» dedi.
Helâlleşip ayrıldım, lâkin tam kırk senedir seherlerde ona duâ ediyorum.”
İşte Allah için yapılan bir sâlih ameli dünyalara değişmeme fazîleti… Her şeyi zâhir planında değerlendirmeye alışmış ve dünyalık kazanma hırsıyla haram-helâl sınırlarını bile görmez olmuş sığ idraklerin aslâ kavrayamayacağı bir davranış mükemmelliği… Hakk’a dostluk ufkundan bakılmadan anlaşılamayan hakîkî basîret, asıl firâset ve gerçek akıllılık…

GERÇEK AKILLI KİM?
Akıl ve mantığın îcâbı, küçük ve geçici menfaatleri, faydası ebediyyen sürecek büyük kazançlar ile değişmeyi gerektirir. Allah Teâlâ buyurur ki:
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Takvâ1 sahipleri için âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (el-En’âm, 32)
Hadîs-i şerîfte de, gerçek akıl sahipleri şöyle târif edilir:
“Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonrası için çalışan; ahmak ise nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)
İşte bir insanın ne kadar akl-ı selîm sahibi olduğu, bu gerçekler ışığında mîzân edilmelidir. Akl-ı selîmin îcâbı; bâkîyi fânîye tercih etmektir.
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur:
“Âhiretin yanında dünyanın durumu, sizden birinin parmağını denize daldırıp çıkarması gibidir. Parmağı (denizden) ne çıkardıysa (âhiretin yanında) dünya işte odur.” (Hâkim, Müstedrek, 4/319)
Ashâb-ı kirâm, Mekke devrinde müşriklerin baskı, zulüm ve ambargosu altında iken kendi kendilerine:
“Bizler Rabbimize kul olabilmek için her cefâya katlanıyoruz. Allâh’a isyân eden kâfirler ise dünyada refah içinde rahat rahat dolaşıyor, dünya menfaatlerini istedikleri gibi kullanıyorlar.” dediler. Bunun üzerine Rabbimiz, mü’minlere dünyadan çok daha hayırlı olan ukbâyı tercih etmelerini emretti:
“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir! Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikram olarak, altlarından ırmaklar akan, ebedî olarak kalacakları cennetler vardır. Ebrâr (hayır-hasenat sahipleri) için Allah katındaki (nîmetler) daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân, 196-198)
Dolayısıyla âhiret penceresinden bakıldığında dünyanın bütün rahatı ve zevk u safâsı, azıcık bir menfaatten ibârettir. Şâyet dünyanın Allah katında bir değeri olsaydı, Cenâb-ı Hak en sevgili kulları olan peygamberlerini, kıyâmete kadar saraylarda refah içinde yaşatırdı. Fakat Allah Teâlâ peygamberlerine ve sâlih kullarına fânî dünyanın hakîkî yüzünü göstermiş ve onların kalplerini dünyadan çok daha hayırlı olan ukbâya yönlendirmiştir.
Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar ki:
“Benim dünya ile bir bağım yok. Benim dünyadaki durumum, bir ağacın altında gölgelenen, sonra da yoluna devam eden bir yolcu gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 44)
Nebevî terbiye ile yetişen Ashâb-ı Kirâm’ın hayat tarzı da bu hususta bizlere eşsiz bir numûnedir. Onların âhiret yurdunu özleyişleri ve şehîd olma iştiyakları dillere destandır:
Allah Rasûlü’nün İslâm’a dâvet mektubunu, kelle uçurmaya hazır cellâtların arasından geçerek, kralların karşısında îman cesâretiyle okuyan genç sahâbîlerin gözünden dünya arzusu silinmiş, en küçük hücrelerine kadar bütün varlıklarını Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti kaplamıştı. Efendimiz’e öyle yürekten bağlıydılar ki ucunda ölüm bulunan çok tehlikeli bir anda bile:
“Yâ Rasûlallâh! Sen nasıl dilersen o sûrette hareket et, bize emret, biz Sen’inle beraberiz. Sen’i gönderen Allah hakkı için, Sen denize girsen, biz de Sen’inle beraber gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız!..” diyorlardı. (İbn-i Hişâm, II, 253-254)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hilâfeti döneminde, ilk müslümanlardan olan Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh-’a:
“–Allah yolunda çektiğin işkenceleri biraz anlatır mısın?” demişti.
Bunun üzerine Hazret-i Habbâb:
“–Ey mü’minlerin emîri, sırtıma bak!” dedi.
Hazret-i Ömer onun sırtına bakınca:
“–Ömrümde böylesine harap edilmiş bir insan sırtı hiç görmemiştim.” diyerek hayretler içinde kaldı.
Habbâb -radıyallâhu anh- şöyle devâm etti:
“–Kâfirler ateş yakarlar ve beni elbisesiz olarak korların üzerine yatırırlardı. Ateş, ancak sırtımdan eriyen yağlarla sönerdi.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 115)
İşte İslâm’ın ilk yıllarında müşrikler mü’minlere böyle işkence ederler, fakat yine de istedikleri küfür sözlerini söyletemezlerdi. Zîrâ îman heyecânı, bütün dünyevî ıztırapları bertarâf ediyordu.
Bugünkü insanlığın dünyada biraz daha rahat ve uzun yaşayabilme arzu ve endişesine mukâbil, sahâbe neslinin en büyük arzusu; yüz akıyla, vicdan huzûruyla ve selîm bir kalp ile âhirete intikâl edebilmekti.
Birgün İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- tâbiînden dostlarına dedi ki:
“–Sizler Rasûlullâh’ın ashâbından daha çok oruç tutuyor, namaz kılıyor ve sâlih amellere gayret ediyorsunuz. Ancak onlar sizden daha hayırlıydı.”
Onlar:
“–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında:
“–Onlar dünyaya karşı sizden çok daha zâhid, âhirete de sizden daha çok rağbetli idiler.” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek, 4/135)
Sahâbe neslinin büyük bir îman vecdi içinde kendilerini Allâh’a adamalarının bir benzerini de yakın tarihimizin Çanakkale muhârebeleri safhasında, sînesi îmanla dolu Mehmetçik sergilemiştir. Nitekim vatan müdâfaasını mukaddes bir borç bilip bu borcu canlarıyla ödemekten çekinmeyen Mehmetçik, dünyadan geçerek can siperâne harb ediyor; îmanlarının bir îcâbı olarak silaha sarılıyorlardı.
Bizler de tıpkı sahâbe nesli ve mübârek ecdâdımız gibi, gerektiğinde dünyadan geçerek, ümmeti olduğumuz Peygamber’in nurlu izinde yürümeyi her şeyden aziz bilmek durumundayız.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- muhtelif vesîlelerle ve sık sık; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayâtıdır.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikak, 1)
Bu düstûru, O’nun ümmeti olarak bizler de gönüllerimize nakşetmek mecbûriyetindeyiz. Herhangi bir fânî nîmete ulaştığımızda; “Allâh’ım! Gerçek hayat âhiret hayatıdır!” diyerek, nîmetlerin asıl sahibine şükretmeli; şımarıklık, azgınlık ve gafletten sakınmalıyız. Zîrâ böyle bir hassâsiyetten mahrum olanların hâlini, Rabbimiz şöyle haber vermektedir:
“…Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir.” (er-Ra’d, 26)
Yine mü’minler olarak herhangi bir musîbet veya iptilâ ile karşılaşıp sabrımızın zorlandığı anlarda da; “Allâh’ım! Gerçek hayat âhiret hayatıdır!” diyerek rızâ, teslîmiyet, sabır ve tevekkül ile metânetimizi ve ruh dengemizi korumalıyız. Dâimâ Rabbimize sığınarak:
“…Dünya menfaati önemsizdir, Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır...” (en-Nisâ, 77) şuur ve idrâki içinde huzurlu bir kulluk hayatı yaşamalıyız.
Sanki hiç bitmeyecekmiş zannedilerek hoyratça tüketilen dünya hayatının, aslında ne kadar kısa bir zaman dilimi olduğu, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir:
“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)
Bu yüzden şu kısacık ömürde yapılacak en akıllıca iş, Hakk’a güzel bir kulluktur. Fakat bütün nîmetler gibi hayat nîmetinin de kıymeti, o elden çıkmadan lâyıkıyla anlaşılamaz. “Zaman” mefhumu üzerindeki bu umûmî gaflet sisini dağıtabilecek yegâne imkânın, “ölümü tefekkür” olduğunu hatırlatan Necip Fâzıl’ın şu beyti ne kadar mânidardır:
Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm;
Ölümde yekpâre ân, ne kesiklik ne bölüm...
Bu hakîkate binâendir ki gönülleri îman ve irfân iklîminde yoğrulmuş olan ecdâdımız, dünyanın fânîliğini hatırlatan kabristanlara, yaprağını dökmediği için âhiretin ebedîliğini temsil eden selvi ağaçları dikmişlerdir.
Âhiret şuuru noktasında Lokman Hekim’in şu nasihati çok mühimdir:
“Evlâdım! Âhiretin uğruna dünyanı fedâ et, her ikisini de kazanırsın. Fakat sakın ola ki dünyan uğruna âhiretini fedâ etme, her ikisini de kaybedersin.”
Gerçekten de dünya ve âhiret, bir terâzinin iki kefesine benzer. Birine ağırlık verilince diğeri hafifler. Akl-ı selîm sahibi her mü’minin gönlü, dâimâ âhirete meyletmek mecbûriyetindedir. Zîrâ dünyanın gelgeç sevdâlarına ve içi boş heveslerine râm olup onunla mutlu olanın kalbinden âhiret sevgisi ve düşüncesi çıkar. Âhirete dâvet sesi kalbe yerleşince de, dünyâya dâvet fikri gönle yabancılaşır.

KASVET-İ KALBİN DEVÂSI
Günümüzde yaşanan pek çok huzursuzluğun, rûhî sıkıntının ve kasvet-i kalp iptilâsının temelinde, âhireti unutup dünya derdine düşmek bulunmaktadır. Öyle ki, nice fakir, zengin olmanın; nice zengin de daha çok kazanmanın hırsıyla en başta kendi rûhuna eziyet etmektedir. Nereden ve nasıl kazandıkları düşünülmeden dünyanın geçici süs ve yaldızlarıyla donananların şatafatına heves edilmekte, lâkin en saltanatlı zenginliğin kanaat olduğu unutulmaktadır.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyururlar ki:
“Kimin arzusu âhiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğini koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya boyun eğerek onun peşinden gelir. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah onun iki gözünün arasına fakirliği koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)
İşte sadır inşirâhı, kalp ferahlığı ve vicdan huzûrunun nebevî reçetesi…
Yine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar...” (el-En’âm, 125) âyetindeki “şerh / açmak” kelimesinden sorulduğunda:
“–Nûr kalbe girdiği zaman, göğüs açılır ve onun için genişler.” buyurdu.
“–Bunun bir alâmeti var mı?” dediklerinde, Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Evet vardır. Aldanma yeri olan dünyadan yüz çevirip (onun gelgeç nefsânî arzularına îtibâr etmeyip amel-i sâlihlerle) ebedî hayat olan âhirete yönelmek ve gelmeden önce ölüme hazırlanmaktır.” buyurmuştur. (İhyâ, IV, 406-7)
Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-:
“Dünyayı âhiret üzerine tercih eden kimseyi Allah Teâlâ üç şeye mübtelâ kılar: Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı, hiç kurtulamadığı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs.” buyurmuştur. (İhyâ, IV, 411)

KUSUR DÜNYADA DEĞİL, ONA ALDANANDA...
Allah Teâlâ, nefsin hoşlandığı dünyevî menfaatleri aslında birer imtihan vesîlesi olarak karşımıza çıkarmaktadır. Bu menfaatlere kanmak, tıpkı balığın oltaya takılmasına benzer. Balık, gördüğü yeme aldanır, fakat yemin içinde gizli olan kancayı görmez. İşte bu tuzağı göremeyenler, ona aldanmaktan kurtulamazlar. Nice ayakların kaydığı, nice irâdelerin dağıldığı ilâhî imtihanlardan selâmetle geçebilmek, dünyevî menfaatlerin iç yüzünü görebilmeye ve onlardaki “imtihan sırrı”nı sezebilmeye bağlıdır. Bu firâseti elde edebilmek için de, servet, şehvet ve şöhret gibi dünyanın câzibeli tuzaklarına karşı uyanık olup her hâlükârda âhiret selâmetini tercih edebilmek şarttır.
Rabbimiz bu hususta bizleri şöyle îkaz buyurmaktadır:
“Fakat siz (ey insanlar!) Âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu hâlde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” (el-A’lâ, 16-17)
“…Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah (sizin için) âhireti istiyor...” (el-Enfâl, 67)
Dünyada kazanılan zenginlik, sahibine en fazla kabre kadar yoldaşlık eder. İnsanın dünyadan kabre götürebileceği, zâhiren yalnızca bir kefenden ibârettir. Bâtınen ise insan, îmânı ve amelleriyle kabre girecektir. Bu itibarla dünyanın vefâsız servetine güvenmemek, geçici zevklerine aldanmamak gerekir.
Rivâyete göre yaptığı seferlerle yeryüzünün tamamına hâkim olan Zülkarneyn -aleyhisselâm- vefâtından evvel şu vasiyette bulunmuştur:
“Beni yıkayın, kefenleyin! Sonra bir tabuta koyun! Yalnız kollarım dışarıya sarkık kalsın! Hizmetkârlarım arkamdan gelsin! Hazînelerimi de katırlara yükleyin! Halk, benim son derece ihtişamlı bir saltanat ve dünyâ mülküne rağmen eli boş gittiğimi, hizmetkârlarımın da, hazînelerimin de bu dünyada kaldığını, benimle beraber gelmediğini görsün! Bu yalancı ve fânî dünyaya aldanmasın!..”
Âlimler bu vasiyeti şöyle îzah etmişlerdir:
“…Dünya, baştanbaşa benim idârem altında idi. Sayısız hazînelere sâhip oldum. Fakat dünya nîmetleri kalıcı değildir. İşte gördüğünüz gibi mezara eli boş gidiyorum! Dünya malı dünyada kalır. Siz, âhirette faydası olacak işlere bakın!..”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de biz ümmetine şu hikmetli nasihatte bulunmuştur:
“…Size beş haslet vasiyet ediyorum ki Allah onlarla sizin için hayır hasletlerini kemâle erdirsin: Yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamayınız; içlerinde oturamayacağınız binalar yapmayınız. Yarın bırakıp gideceğiniz şeylerde başkalarıyla çekişmeyiniz. O’na kavuşup huzurunda toplanacağınız Allah’tan korkunuz. Varacağınız ve orada ebedî kalacağınız yer için hazırlıkta bulununuz.”(Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, hd. no: 1363)
Velhâsıl son nefeste aldandığını anlayıp da dünyayı suçlamak faydasızdır. İnsan, dünya nîmetleri peşinde koşarak îman ve fazîlet hayatına girmemekle ancak kendine yazık etmiş olur. Bitip tükenmek bilmeyen emeller, gelgeç sevdâlar ve fânî lezzetler uğruna sonsuz bir istikbâli hebâ etmek ne hazindir. Düşünmek gerekir ki, ne dünyada ölümden kaçacak bir zaman ve mekân, ne kabirde tekrar geriye dönecek bir imkân, ne de kıyâmetin şiddetinden sığınacak bir barınak vardır.
Cenâb-ı Hak, cümlemizi dünyevî imtihan tecellîleri karşısında ihlâsını koruduğu, firâset ve basîret sâhibi, takvâ ehli kullarından eylesin! Dünya ve ukbâyı sâlih kullarına gösterdiği gibi hakîkî vechesiyle görebilmemizi, her hâlükârda kalben âhirete dönebilmemizi lutf u keremiyle ihsân eylesin!..
Âmîn!
Dipnot: 1) Takvâ: Nefsânî arzuları

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...