14 Ağustos 2009 Cuma

Hayatın Her Alanını İslâm İle Dokumak

........Hayatın Her Alanını İslâm İle Dokumak

Kaynağını vahiyden alan ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvveti ile şekillenen İslâm Medeniyeti, bütün bir insanlığı aydınlatmış, ihyâ etmiştir. Bu zengin medeniyetten gıdasını alarak beslenen Ebû Hanîfeler, Ali Kuşçular, İbn-i Sînâlar, Pîrî Reisler, Fâtih Sultan Mehmetler ise, insanlığa güzel hizmetlerde bulunmuş, tarihte silinmez izler bırakmışlardır.

Medeniyetimizin ve bu önderlerimizin başarılarının temelinde iki kıstas vardır. Bu iki kıstas, kıymet ve orjinalliğinden hiçbir şey kaybetmeden dâima canlı ve taze kalmış ve her yüzyılda insanlara ışık ve rehber olmuştur. Bunlar, Âlemlerin Rabbi’nin inzâl buyurduğu “Kur’ân-ı Kerîm” ve terbiyesini Rabb-i Rahîm’in yaptığı Peygamber Efendimiz’in “Sünnet-i Seniyye”sidir.

Bu iki kaynaktan lâyıkıyla beslenen ecdâdımız, dünyanın dört bir tarafına iyilik, güzellik, adâlet, hak ve hukuk götürmüş; siyahı, beyazı, kölesi, câriyesiyle eşref-i mahlûkât olan insana gereken değeri vermişlerdir. Hatta fethettikleri bölgelerin tarih, kültür, örf ve an’anelerine saygı duyarak iyi ve güzel olanlarını harmanlamış ve köklü medeniyetler oluşturmuşlardır. Bizler, bu kadîm medeniyetlerin mirasçıları ve bu dâhilerin torunlarıyız. Onların açtığı aydınlık çığırların takipçileriyiz.

* * *

Zengin medeniyetimizi, güçlü kimliğimizi hazmedemeyen ve topraklarımızda yıllardır gözleri olan kadîm hasımlarımız, son yıllarda “modernizm” adı atında; “mutlu hayat, keyifli oyun ve eğlence” projeleri ürettiler. Bunun için öncelikle en kuvvetli silahları olan yazılı ve görüntülü medyayı kullanarak özellikle gençlerimizi asılsız, sahte, renkli boyalarla, boş söz ve oyunlarla oyalamaya/kandırmaya çalışmaktalar. Aynen Mekke’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mesajının yayılmasını engellemek isteyen müşriklerin yaptığı plan gibi…

Müşrikler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke’de çığ gibi büyüyen İslâm halkasını önleyebilmek için plan üstüne planlar kurarken aralarında söz alan Nâdir bin Hâris şöyle söyler:

“−Ey Kureyşliler!.. Bir gerçeği kabul etmeniz gerekir ki; aranızda yaşayan Muhammed en doğru, en dürüst ve emîn kişidir. Sizin dediğiniz gibi bir kâhin, sihirbaz, şâir ve mecnûn değildir. Bunlarla halkın dikkatini ondan kaçıramazsınız. Bakın!.. Ben, size O’nunla nasıl baş edeceğinizi söyleyeyim.” der ve sonra da Mekke’den ayrılıp Irak’a gider.

Oradan şarkıcı kızlar, masal ve efsânelerle düzenlenmiş eğlence grupları getirir. Bir kimsenin, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in etkisi altına girdiğini işittiğinde, şarkıcı kızları şöyle bir tâlimatla ona musallat eder:

“−Onu yedir, içir, şarkınla öyle bir ağırla ki; diğer taraftan kopup seninle hemhal olsun!..” (İbn-i Hişâm, c.I, s. 320)

Bugün aynı plan, modernleşmiş bir şekilde televizyon kanallarından, internetten ve sokaklardan yapılmakta!.. Günler öncesinden tatil, deniz, eğlence şölenleri vs. sûretinde çocuklarımızın/gençlerimizin beyinlerine sözlü ve görüntülü olarak empoze edilmekte... Gâye; yıllardır Kur’ân ve Sünnet’ten tâviz vermeden yaşayan Müslümanların evlatlarını dinlerinden, îmânlarından uzaklaştırmak, bu değerleri en azından unutturmak...

* * *

Eğlenme; insânî özelliklerimizden (fıtrattan) kaynaklanan bir istek ve ihtiyaçtır. Beşerî yapının gereği olan hiçbir istek ve ihtiyaç, dinde cevapsız bırakılmamıştır. Fakat bu isteklerin tatmini, sorumsuz ve sınırsızca olmamalıdır. Günlük hayatın çeşitli problemleri karşısında yorulan, bunalan ve sıkılan insanın, meşrûiyet sınırları içerisinde Allâh’ın arzının mavisini (denizini), yeşilini gezmesi, eğlenmesi, dinlenmesi güzeldir. Hatta bunlar Rabbimizin esmasını (isim ve sıfatlarını) tefekkür etmek, tesbih etmek, tahmid etmek bâbında tavsiye de edilmiştir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de seferlere giderken kur’a yoluyla eşlerinden birisini yanlarına alarak, zaman zaman da ashabıyla sohbet ederek/eğlenerek gitmiştir.

Rabbimiz, dünya hayatında meşrû olan her şeyi bize serbest bırakmış, en güzel şekliyle faydalanmamızı istemiştir. Yalnız müslüman; düzenli, disiplinli, sorumlu, Rabbine Peygamberine itaatte kusur etmeden, her dâim etrafına faydalı, hayırlı işler yapan şahsiyetli insan demektir. O, İslâm büyüklerinin öğrettiği ahlâk ve hayâ dairesinin dışına çıkmayan insandır. Onların kanlarıyla ve kalemleriyle kazanıp “Edep yâ hû” diyerek bize bıraktıkları toprakları, ruhlarını incitmeden bekleyen insanlardır.

Başta Peygamber Efendimiz (sav) olmak üzere, âlimlerimiz, büyüklerimiz de gezmişler, birbirlerine şaka ve oyunlar yapmışlardır. Medîne’de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i karşılama törenlerinde okunan şarkılar, düğünlerde söylenen şiir ve mersiyeler, bunlara en güzel örnektir.

Bütün bir insanlığa rehber olarak gönderilen Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı, ibâdet ve tâatlerle dolu olduğu gibi aynı zamanda oyun, şaka ve bilmecelerle de aktiftir, eğlencelidir. Peygamber Efendimiz, tebliğini bazen bir bilmeceyle, bazen bir latifeyle bazen de mersiyelerle yapmıştır. Meselâ bir gün çevresindekilere şöyle bir soru sorar:

“−Ağaçlardan bir ağaç vardır ki, bunun bereketi Müslüman’ın bereketi gibidir. Yaprakları düşmez, dökülüp yayılmaz. Rabbinin izniyle her mevsim meyve verir. Müslüman gibidir. Şimdi bana söyleyin bu ağaç nedir?” (Buhârî)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Arapların tanıdıkları ve özelliklerini çok iyi bildikleri hurma ağacını, “müslüman”a benzetmesi, karşılaştırma yapması, insanları muhâkeme yapmaya, aynı zamanda eğlendirmeye yöneliktir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, öğretmek istediği bir konuyu bazen de mîzah yolu ile anlatmıştır. Şaka yaparken bir taraftan düşündürmeyi ve ders vermeyi ihmal etmemiştir.

Bir gün yaşlı bir kadın, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:

“−Yâ Rasûlullâh! Cennete girmem için bana duâ eder misiniz?” dediğinde, Peygamber Efendimiz:

“−Sen bilmiyor musun, ihtiyarlar cennete giremez!..” demiş; kadın üzülerek ağlamaklı hâle gelince de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (gülerek):

“−Üzülme, sen yaşlı olarak değil, bir genç kız olarak cennete gireceksin!..” buyurmuştur. (Buhârî)

Hazret-i Âişe, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in meşrû eğlence faaliyetlerini de men etmediğini, hatta bizzat içinde yer aldığını belirten bir olayı şöyle nakleder:

“Bir bayram günüydü. Siyâhîler, mescidde kılınç-kalkan oyunu oynuyorlardı. Ben mi Rasûlullah’tan taleb etmiştim (bilemiyorum), yoksa O (kendiliğinden) mi:

“−Seyretmek ister misin?” buyurdular.

Ben:

“−Tabiî!” dedim.

Kalktı, beni geri tarafına aldı, yanağım yanağının üstünde olduğu hâlde durduk.

“−Ey Erfideoğulları, göreyim sizi (oynayın)!” diyordu.

Ben usanıncaya kadar böyle devam ettik. Usandığımı fark edince:

“−Yeter mi?” buyurdular. Ben:

“−Evet!” dedim.

“−Öyleyse haydi git!” buyurdular.” (Buhârî, İydeyn, 2-3)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtevâ ve söz açısından ahlak ve terbiye sınırları içerisinde mersiye ve benzeri müziklerin dinlenilmesine de müsâade etmiştir. Buna en güzel örnek de sahabeden güzel sesiyle coşkulu şarkılar söyleyen Enceşe’dir.
Enceşe, Vedâ Hutbesi dönüşünde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’inhanımlarının bulunduğu develeri sürmektedir. Bir ara develeri heyecanlandırıp hızlandıracak derecede coşkulu şarkı söylemesi karşısında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Ey Enceşe!.. Şişeler (hanımlar) için yavaş, yavaş... (Aman dikkat zarar görmesinler)!..” (Buhârî, Edeb, 90-95)diyerek meşrû ölçüler içerisindeki mûsikîye de göz yummuştur.
Aynı şekilde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir Kurban Bayramı günü, Hazret-i Âişe’nin yanına girmişti. Ensardan iki kız çocuğunu (veya câriye) def çalarak mersiyeler okur bir hâlde gördü. Bunlara hiçbir şey demeden, sırtı dönük olarak, üstünü de bir örtüyle örtmüş olarak uzandı.
Biraz sonra içeri giren Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-:
“−Bu ne hâl? Allah Rasulü’nün yanında şeytan nâmeleri mi?” diye kızınca, yattığı yerden üstündeki örtüyü atarak doğrulan Allah Rasûlü:
“−Onları bırak!.. Her milletin bir bayramı vardır. Bugün de bizim bayramımızdır.” (Buhârî, 3/151)buyurarak müsaade ettiğini söylemiştir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- düğünlerde kadınların kendi aralarında alçak bir sesle def çalarak oyunlar oynamalarına/eğlenmelerine de rızâ göstermiştir.
İbni Mâce bildiriyor ki:

Hazret-i Âişe, Medineli bir yakınını evlendiriyordu. Düğün yerine gelen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Kızı gelin ettiniz mi?” diye sordu.

“−Evet.” dediler.

Peygamber Efendimiz:

“−Kızla birlikte türkü söyleyecek birini de gönderdiniz mi?” buyurur.

Hazret-i Âişe; “Hayır!..” deyince, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:

“−Ensar arasında böyle günlerde eğlence geleneği vardır. Keşke kızla birlikte şarkı söyleyecek birisini gönderseydiniz de onlar şöyle söyleyiverseydi: «Size geldik, size geldik. Bize şenlik, size şenlik!»” (İbn-i Mâce, Nikâh, 1900)

Bütün bu örneklerden anlıyoruz ki; dînimiz; fıtrattan gelen oyun, eğlence isteğini ve insanlara iyilik, güzellik, huzur ve sükûn aşılayan mûsikîyi hiçbir zaman yasaklamamıştır. Bunlar, bizzat Peygamber Efendimiz’in zamanında da yapılmıştır. Yalnız asıl olan; bütün bunların helâl ve meşrû dâireler içerisinde olmasıdır.

Tabiî ki eğleneceğiz, ama sırf dünyevî istek ve arzuları tatmin etmek, kendimizi ve diğer insanları sefâhat ve günaha sürüklemek için değil; hayatımızın her ânının bir imtihan ve kazanç vesîlesi olduğu düşüncesiyle, tâat ve tesbih ile...

KIymetli Genç İnsan!

........

Eğlen ama gâfil olma, dinlen ama âtıl olma,
Bir velîye esîr ol gel! Sen sen ol, sende hapsolma!

Sen, büluğ çağına girmekle, çocukluğu da sona ermiş bulunan; Allah katında, yapmaması gerekirken yaptıklarından ve yapması gerekirken yapmadıklarından mes’ûl bulunan bir yetişkinsin. O hâlde öncelikle, sana “daha çocuksun” diyenlere aldırma!.. Zira onların birçoğu seni, “daha çocuksun, namaz kılmana ne gerek var?” diyerek oyalamaya, “ayol daha küçüksün, baş örtmek de nereden çıktı?” diyerek kandırmaya durur. Kimileri de “sen sadece ödevlerini yap, başka bir işe karışma!” diyerek seni, tek taraflı bir eğitimin kurbanı etmeye, tek kanatla uçurmaya kalkışacaktır.

Üzücü olan şu ki; belki de bu kişiler arasında öğretmenlerin, annen ya da baban da bulunacaktır. Hâsılı sana zarar, düşman bildiklerinden değil, bazen en yakınlarından gelebilir. Gözlerini iyi aç ve dikkat et.

Etiket sevdâsının kol gezdiği şu devirde, makam, mevkî ve isim yapmak yolunda, Allah rızâsından tâviz vermende bir mahzur olmadığını söyleyenler, iyi bil ki, Allâh’ın “celâl” sıfatını ciddiye almayanlardır. Onlar, “Evladım, günahı onların boynuna!..” demek sûretiyle seni, kulluğunun bir gereği olan “fedâkârlık ve sabır” gibi iki mühim mes’ûliyetinden muaf göstermeye çalışırlar.

Sana “tâvizin, fedâkârlık olduğunu söyleyenlere karşı” da dikkatli ol! Zira tâviz ile fedâkârlık arasında dağlar kadar fark vardır. Yine de bu koca farkı göremez ve ayırt etmekte zorlanırsan, sana yardımcı olacak bir söz söyleyeyim:

Tâviz; dünyevî bazı kazançlara kavuşmana yol açsa da, vicdanında sızıya, rûhunda huzursuzluğa sebep olur.

Fedâkârlık ise, dünyevî bazı kazançlardan mahrum kalmana sebep olsa bile, mânevî bakımdan nice hayra erdiğini hissetmeni sağlar. Vicdanın rahat, rûhun sükûn içinde olur.

Henüz pek gençsin. Hiç unutma ki, Hak katında ibâdetlerin en sevimlisi, işte, nefsinin bütün kuvvetine rağmen, sabrederek, azmederek devam ettiğin ve edeceğin namazlarındır. Buna bağlı olarak, yapacağın her türlü hayır, ihlâsla olduktan sonra, şüphesiz, nice ecirler kazanmana vesîle olacaktır. O hâlde, hazır gücün-kuvvetin de yerindeyken, davran, durma da hayırlar için koştur.

Her baharın sonrasında, elbet bir kış gelir, unutma. Bir karıncayı dikkatle seyret de, onun kış için yaptığı “hırslı” hazırlıktan ders al. Şu farkla ki: Senin hırsın ve gayretin, hakikî azığı biriktirmek yolunda olsun. Yani sen, “rûhuna gıda olacak dânenin peşine düş”. Böylece kış geldiği, yani bedenine yaşlılık çöktüğü, ölüm iyice yaklaştığı vakit, gönlün Rabbine yakınlaşmış olmanın sevinciyle dolsun da, gurbetten sılaya gidişin, sürûr olsun.

Bilirsin ki, ölmenin yaşı yok. O hâlde, ölümün her ân, senin için de gelebileceğini hatırından çıkarma da, programını ona göre yap. Hani, yarın nereye gideceğini, kimlerle görüşeceğini, hangi arkadaşlarınla buluşacağını iyi düşün. Sen, sana cennet yolu olacak kişiye yakın dur. Eğlencen cehenneme değil, cennete yaklaştırsın seni. Eğlen; ama gâfil olma! Dinlen; ama âtıl kalma!..

Bebekliğinden bu yana gitmediğin doktor, belki de kalmadı. Dâhiliye, hâriciye, diş doktoru, göz doktoru, ortopedi uzmanı… Ne vakit bir yerinden şikâyet etsen, annen ve baban merhametle kucaklayıp, âcile yetiştirdiler seni. Peki, gönlün ağrıdığında, duyguların, düşüncelerin hastalandığında neler oldu? Eğer böyle zamanlarında herkesi bir âcizlik kapladı da, dertli ve garip bir hâlde ortada kaldıysan, sözümü iyi dinle: Bil ki, böyle durumlarda kapısını çalman gereken kişi “gönül doktoru”dur.

Şimdi, önemine binâen açıklamak istiyorum: Gönül doktorlarına “mürşid-i kâmil” de derler. Onları “gönül câsusları” diye ananlar da vardır. Gönlün dibini-bucağını öyle güzel bilirler, Allâh’ın izniyle, hastalarının hâllerine öyle isâbetle vâkıf olurlar ki, şaşar kalırsın. Sana tavsiyem, eğer hâlâ tutunmadıysan, bir gönül doktorunun eteğine sımsıkı tutunmandır. Kim ki, bir mürşîde esir olur, biiznillâh, hakikî özgürlüğe kavuşur. Zira o gönül mütehassısları, Hak’tan gayrı söylemezler ve onlara tâbî olmak demek, mânen vârisi oldukları Hazret-i Peygamber’e, Hazret-i Peygamber’e tâbî olmak da Hakk’a tâbî olmak demektir.

Şimdi, bu söylediklerimi, bir cümlede toplayalım: “O’nun nazlısına tâbi ol!..”

“O” kim? Allah -azze ve celle-…

“O’nun nazlısı” kim? İşte az önce anlattığım gönül doktoru. Neden nazlı? Allâh’a pek yakın, samimi kuldur ki, ne vakit elini açıp yalvaracak olsa, Allah onun duâsını kabul buyurur. O mübârekler, Hak ile öyle güzel bir yakınlık içindedirler ki, el açtıklarında geri çevrilmez. Yakardıklarında kabul görür. Allah onları sever, onlar Allâh’ı severler. İşte bu cihetten, nazlı kuldur onlar…

“Tâbî olmak” ne demek? Yap dediklerini yapmak, kaç dediklerinden kaçmak. İşine gelse de, gelmese de, sana “doğru” görünse de, görünmese de, tâbî olursun. Zira onların, kendi hevâlarından konuşmadığına îmân edersin. Tâbiiyet mühimdir, zira onlar peygamber vârisleridir. Vazifeleri, irşaddır.

O hâlde sakın, “ben daha bir mürşide talebe olacak kıvamda değilim, daha namazlarım eksik, daha tesettürüm yarım, aman canım, daha yaşım kaç, başım kaç!..” deme. Zaten sen, her eksiğini tamamlamış kâmil bir insan olsan, mürşide ihtiyacın kalmazdı. Eksiklerinden ötürü muhtaçsın. Hastalıklarından ötürü kapısında ve eteğinde olmalısın. Sana, daha erken, diyerek vesvese verecek olan şeytana kanma. Zararın neresinden ki dönersin, oradan itibaren kârdasın.

Zaaflarını ve kusurlarını peşin peşin kabul et. Bunlardan ötürü ümitsizliğe düşme de, emân dile. Yakarışında samimiysen, eteğine tutunacağın mürşid-i kâmile teslim ol. Hiç şüphe yok ki, her işinde olduğu gibi, teslimiyetinde de zaafa düşeceksin. Olsun. Doktora, hastasıyla meşguliyet, hastaya da doktorun kapısında “medet medeeet!” diye inlemek yakışır. Bir de şu yakışır ki, doktorun verdiği reçeteye harfiyen uyar, söz tutar. Kafasına göre davranmayıp, ne denildiyse onu yapar. Âh işte, öyle hastaya doktor, canı gibi bakar. Öyle hastanın canına doktor, biiznillâh, gün be gün can katar.

Mürşidine yakın ol. Yakınlık, her dakika peşinde dolanmakla, yanında oturmakla değildir. “Asıl yakınlık, söz tutmak ve hizmet etmek iledir.” Hâlini içtenlikle arz et. Hataların için her dem tevbe et ki, en güzel tevbe, dönmemek üzere bir günaha veda etmekle olur. Pişmanlık duya duya, yine aynı hatayı işlemeye devam ediyorsan bile vazgeçme, tevbeye devam et. Böyle olursan, “sevilen, nazı çekilen” olma nîmetine kavuşursun. Nîmet himmettir. Himmet oldukça da nimet bereketlenir. Naz, niyaz ve tevbe, düsturun olsun. Bu dediklerimi sadece yaşarsan anlayabilirsin. O hâlde durma, yaşa!

Tüm bunları, af ve merhamete kavuşmak ümidiyle yaşamak, ne de büyük bir nasiptir. Karşına çeşitli imtihanlar çıktığında; yılmadan, nefsine esir olmadan, en güzel tavrı takınmayı başka türlü öğrenmen çok zor. Olgunlaşman, kâmil bir mümin olma yolunda adımlar atman, elini eteğini tuttuğun “kâmil rehber” ile kolaylaşır. Af ve merhamete kavuşman iki şekildedir: Birincisi, af ve merhametle muâmele etmeyi öğrenmen; ikincisi, nice günah ve kusur ile Hakk’ın huzuruna çıktığın vakit, af ve merhametle karşılanman açısından…

Şimdi, son kez tekrarlayalım: Af ve merhamete kavuşmak istersen, naz, niyaz ve tevbe ile, O’nun nazlısına tâbî ol.

Bu bir duâdır. Bu duâyı dilersen, hemen şimdi ezberle. Gönlüne geldikçe söyle. Allah kabul buyursun. Ki, sen sende hapsolmadan, özgürlüğü bulursun.

Bu yazının muhâtabı olup olmadığını nasıl anlayacaksın, onu da söyleyeyim:

Öncelikle, eğer kırk yaşında ya da daha küçük yaşta isen, bu yazı sanadır. Zira gençlik genel olarak, on iki-on üç yaşlarında başlar, kırk yaşına kadar sürer. Biraz hamlık, dalgaların çokluğu, arayışlar, yanışlar, yakışlar vardır gençlikte. Seyretme, anlamaya çalışma vardır. Kırk-altmış yaş aralığı “orta yaşlılık” dönemidir ve aktif hizmet yaşıdır. Altmış yaştan sonrası ise yaşlılığın başladığı zamandır ve gençlere, tecrübeleriyle rehber ve danışman olmanın tam sırasıdır.

Şimdi bu gruplandırmaya ek olarak şunu da ifade etmemiz gerekir: Taze, heyecanlı, duru insan gençtir. İdealleri, projeleri ve bunları gerçekleştirebileceğine inancı bulunan insan gençtir. Coşkusu, aşkı, umûdu olan insan, gençtir. Gençlik deyince, bizim aklımıza, dinçlik gelir. Gençlik denilince, bizim aklımıza, yirmi bir yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih Sultan Mehmed Han gelir. Seksen küsur yaşında surlara dayanan Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri gelir. Demek ki, yaşın kaç olursa olsun, şu bahsi geçen genç ruh sende ise, elbet bu yazı sanadır da…

Dünya imtihanının şifrelerini çözebilen, mezara kadar genç kalır. Zira öylesi, neden doğduğunu, nereye gitmekte olduğunu çok iyi bilir de, uyuşmaya, gevşemeye, durmaya hâli kalmaz. Biz diyeceğimizi dedik. Hadi şimdi yolun açık olsun. Allah Teâlâ, kem gözlerin nazarından, bil cümle gençlerle beraber, seni de korusun. Âmin…

13 Ağustos 2009 Perşembe

İNSAN VE İNSANIN ZAAFLARI...

........İnsan, zaafları olan bir varlıktır. Kur’an, şu ayetiyle bu gerçeği bildirir: “İnsan zayıf yaratıldı” (Nisa Sûresi, 28.) Bu zayıflık, daha dünyaya gelir gelmez kendini göstermeye başlar. Diğer canlıların yavruları kısa zamanda hayata uyum sağlayıp, kendi başlarına hayatlarını devam ettirebilecek seviyeye ulaşırlar. İnsan yavrusu ise, bir-iki yılda ancak ayağa kalkar. 15-20 yılda ancak bir kısım fayda ve zararları öğrenir. Ömrü boyunca da, hayat kanunlarını öğrenmeye muhtaçtır.

Ayrıca, insan çok hassas bir canlıdır. Ne fazla sıcağa gelebilir, ne fazla soğuğa... Ne açlığa dayanabilir, ne susuzluğa... Bir mikrop onu yere serer. Bir kuyruklu yıldız onu ürkütür. Geçmişi düşünür, üzülür. Geleceği düşünür, endişe eder. Emelleri ebede uzanır.

Bir de,” beşeri zaaflarımız” vardır. Bu zaaflar, birtakım huy ve karakterlerimizdir. Bunlardan bir kısmını şu şekilde ele alabiliriz:

1. Nisyan (Unutkanlık)İnsan, nisyana müpteladır. Her insanın hayatında pek çok nisyan örnekleri vardır. İlk insan Hz. Adem de aynı nisyanı yaşamıştır. Ayet bunu şöyle anlatır: “Doğrusu daha önce Adem’den ahid almıştık da, unuttu...” (Taha Sûresi, 115.)

Hz. Adem’e, yasak ağaca yaklaşmaması emredilmiştir. Şeytanın vesvesesiyle yaklaşır ve o ağaçtan yer. Bunun sonucunda dünyaya gönderilir. (Bakara Sûresi, 35-37.)

Hz. Adem’in tabiatı aynen Ademoğullarında da vardır. Nisyanın en kötüsü, insanın kendini unutması, ne için yaratıldığını aklına getirmemesidir. Buna, gaflet denir. Cenab-ı Hak, bazı musibetlerle insanı gaflet uykusundan uyandırır. Onu, yaratılış gayesine yöneltir. Fakat pek çok insan yine unutur. Kur’an, bu hali şöyle bildirir:


“İnsana zarar dokunduğunda gerek yatarken, gerek otururken, gerek ayakta iken bize dua eder durur. Fakat ondan zararı giderdiğimizde, daha önce o zarar için bize dua etmemiş gibi, geçer gider...”
(Yunus Sûresi, 12.)


2- Harislik ve cimrilik
Beşeri zaaflarımızdan biri de, mala düşkünlüktür. Kur’an, bu hususu şöyle haber verir:


“İnsan helu’ (haris ve cimri) yaratıldı. Kendisine bir zarar dokunduğunda feryadı basar. Bir hayır dokundu mu ( yoksullara) yardım etmez (sıkı sıkı tutar)...”
(Mearic Sûresi, 19-21)


“Ademoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, ikinci bir vadi dolusu altını ister...” (Müslim, Zekat, 117.) hadisi, bu beşeri zaafımıza dikkat çeker. Bebeklerde bile aynı tabiatı görmek mümkündür. Onun elindekini almak çok zordur, ama sizin verdiğinizi hemen alır.

3- Acelecilikİnsan, aceleci bir varlıktır. Bir anda neticeye ulaşmak ister. Ahiret saadetini dünyada tatmaya çalışır. “Ya Rabbena! Bize dünyada ver’ der. Bu kimsenin ahirette bir nasibi yoktur.” (Bakara Sûresi, 200.)

Halbuki, bu dünya sabrı ve sebatı gerektirir. Asıl olan dünya mutluluğu değil, ahiret saadetidir. Ahiretin elmaslarını, bu dünyanın cam parçalarıyla değiştirmenin bir anlamı yoktur. Sonsuz hayata nispetle bu kısa hayat, bir an gibidir. Fakat insan, ahireti bilmediğinden bütün himmetini dünyaya sarf eder. “Hayat ancak bu hayattır” deyip, onun lezzetlerini elde etmeye çalışır. Kur’anın bildirdiği gibi, “İnsan çok acelecidir.” (İsra Sûresi, 11.)

4- Övülmek

Hemen her insan övülmeyi sever. Yaptığını sever, beğenir. Halbuki, övündüğü şeylerde kendisinin hissesi pek azdır. Mesela, sesinin güzelliğiyle iftihar eder. Halbuki, Allah ona böyle bir ses vermeseydi, elinden hiçbir şey gelmezdi.

Kur’an-ı Kerim, bu meselede şu hatırlatmayı yapar:


“Yaptıklarıyla gururlanan ve yapmadıklarıyla övülmeyi sevenlerin, azaptan emin bir yerde bulunduklarını zannetme!”
(Al-i İmran Sûresi, 188. )


Ayette reddedilen iki durum vardır:
1. Yaptığıyla gururlanmak.
2. Yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanmak.
Halbuki insan, kendini methetmek için değil, Allah’a hamd etmek için yaratılmıştır.

5- Hizmette ihmalİnsanın tabiatında hizmetten kaçmak, ücrete koşmak vardır. Bir iş yapılacağı zaman kimse ortalıkta görülmek istemez. Fakat ücret ve mükafat zamanında, herkes talip olur. Kur’anda zikredilen şu olay, buna güzel bir örnektir. Şöyle ki:
Peygamberimiz, 1400 sahabeyle umre niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıkar. O zaman Mekke henüz müşriklerin idaresindedir. Bir savaş çıkabileceği endişesiyle, bir kısım bedevi insanlar sefere katılmazlar. Sudan bahanelerle geri kalırlar. Fakat aynı insanlar, Hayber ganimetleri için yola çıkıldığında orduya katılmak isterler. Cenab-ı Hak, onların bu sefere katılmalarını men eder. (Fetih Sûresi, 11-15 )

6- Bahanecilik
Müsbet alanlarda bir varlık gösteremeyenler, birtakım bahanelerle kendilerini avuturlar. Nedense kendi kusurlarını görmek istemezler. Mesela, Hudeybiye Seferine katılmayan bir kısım bedevilerin bahanelerine bakalım: “Mallarımız, ailelerimiz bizi alıkoydu. Bizim için mağfiret dile’ diyecekler. Onlar, ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar...” (Fetih Sûresi, 11)

“Suçun sahibi olmaz” derler. Halbuki, “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur” (Nursi, Lem’alar, 84.) Kusurunu gören o kusurdan kurtulmaya çalışır.

İşte, insanın mahiyetinde böyle nice zaaflar vardır. Bu zaaflar, aslında insanın manevi terakkisinde mühim birer esastırlar. Meleklerde böyle zaaflar olmadığından, onlarda mücadele de yoktur. Mücadele olmayınca, terakki de söz konusu değildir.

İnsanın meleklere üstünlüğünün mühim bir sırrı, bu zaaflarında gizlidir. Fıtraten cimri bir insanın, nefsini aşarak cömertlikte bulunması, elbette kolay bir şey değildir. Nefsini medhe meyilli bir kişinin, “Bütün medih ve muhabbet Allah’adır. Bütün iyilikler, güzellikler O’ndandır” diyebilmesi şüphesiz az bir hüner değildir.

Bu zaaflar aşılmayacak zaaflar değildir. Zira “Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez” (Bakara Sûresi, 286)

Rü'yalar ve Rüya Çeşitleri...

........İlâhî mevhibelerden biri de sâdık rüyalardır. Gaybî hakîkatlere vâkıf olmanın yollarından biri olarak kabul edilir. Uyku sırasında insanın maddî âlemle irtibâtı asgarî seviyeye iner. Bedene hapsedilmiş olan rûha âit hisler güçlenir. Ulvî manzaraları perdeleyen nefsâniyet bulutları dağılarak görüş berraklaşır. Bu sûretle rüyâlarında gayb âlemini seyretmek, bâzı sâlih kullara nasîb olur. Bu keşiflerin doğruluğu ise daha sonra uyanıkken müşâhede edilir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ümmete, nübüvvetten (peygamberlik husûsiyetlerinden) sadece mübeşşirât kalmıştır.” buyurmuştur.

Ashâb:

“– Mübeşşirât nedir, yâ Rasûlallâh?” diye sorunca da:

“– Sâdık rüyâdır.” diye cevap vermiştir. (Buhârî, Tâbir, 5; Müslim, Salât, 207-208)

Mübeşşirât, ihlâslı müminlerin gönüllerinin rüyâ esnâsında ilâhî müjdelere ve telkînlere açık hâle gelmesidir.

Yine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Onlar (Allâh dostu muttakî müminler) için dünyâ hayâtında da, âhirette de müjdeler vardır!” (Yûnus, 64) âyetinde bahsedilen “dünyadaki müjde”yi îzâh sadedinde:

“Müslümanın gördüğü veya kendisine gösterilen sâdık rüyâdır.” (Tirmizî, Rüyâ, 3) buyurmuşlardır.

Rüyâ üç kısımdır:

1. Şeytânî rüyalar: Şeytanın, insanı korkutmak, rûhu sıkıntıya düşürmek veya mahzûn etmek maksadıyla ilkâ eylediği rüyâlardır. Yüksek bir yerden düşmek veya insanı tesir altında bırakan kargaşa ve felâket sahneleri görmek gibi. Böyle rüyaların bir esası yoktur. Çoğunlukla bulanık, yarı hatırlanan, karışık bir rüya gören, gördüğünü kimseye anlatmamalı ve şeytanın iğvasından Allâh’a sığınmalıdır.

2. Hâricî bir tesirle görülen rüyâlar: Kişinin hâl ve hayâline bağlı olarak rüyâsına akseden manzaralardır. Meselâ çok tuzlu yemiş olan bir kimsenin rüyâda bolca su içmesi veyahut da zihnini fazlaca meşgûl eden bir meselenin rüyasına aksetmesi gibi. Bunların da tâbiri yoktur. Esassızdırlar.

3. Sâdık rüyâlar: Böyle rüyalar net olarak hatırlanırlar. Bunlar, Cenâb-ı Hak tarafından ya beşâret (müjde) veyahut da îkâz mâhiyetindedir. Bunları vazifeli bir kısım melekler ümmü’l-kitâb (levh-i mahfuz)’dan telakkî ederek, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve müsâadesi ile uyuyan insanın rûhuna ilkâh ederler.

Sâdık rüyâlar, Levh-i Mahfuz’dan istikbâle akseden pırıltılardır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, peygamberliğinin evvelinde sâdık rüyâlar altı ay kadar devâm etmiştir.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Zaman yaklaştıkça31 müminin rüyâsı neredeyse hiç yalan çıkmaz. (Gördüğü gibi gerçekleşir.) Müminin (sâdık) rüyâsı, nübüvvetin kırkaltı cüzünden biridir. Nübüvvetten olan bir şey ise yalan olmaz.” (Buhârî, Ta‘bîr, 26; Müslim, Rüyâ, 6) buyurmuştur.

Sâdık rüyâlar, ehli tarafından tâbire, yâni şifrelerinin çözülmesine muhtaçtır. Rüyâ tabiri de Hak vergisi bir ilimdir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazlardan sonra bâzen ashâbın gördüğü rüyâları dinler ve tâbir eder, istikbâle dâir bu şekilde zuhûr eden tecellîleri îzâh buyururlardı.

Gerçekten rüyâları tâbir etmek, bazı kâidelere istinâd ettirilen bir ilimdir. Bu ilme vâkıf olanlara da “muabbir” (tâbirci) denilir. Umum insanların istifâdesi için rüyâ tâbiriyle alâkalı pek çok eser telif edilmiştir. Bunlardan İbn-i Sîrin ve Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin tâbirnâmeleri meşhûr olmuş ve ekseriyetle onlardan iktibas sûretiyle günümüze kadar çeşitli kitaplar ortaya konulmuştur. Bununla berâber sırf böyle kitaplarda mevcûd mâlumâta istinâden rüyâ tâbir etmek mahzurludur. Zîrâ asıl tâbirin kısm-ı âzamı “keşif”tir. Bunun için rüyâyı tâbir edenin, mânevî bir iktidâra sâhip olması gereklidir. Aksi hâlde yanlış tâbirin tehlikeleriyle karşılaşılır. Zîrâ, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“… Rüyâ, ilk tâbirciye göre tahakkuk eder.” (İbn-i Mâce, Ta‘bîr, 7) buyurmuştur. Bu bakımdan rüyâlar ehil olmayanlara anlatılmamalıdır. Bu ilme vâkıf olanlar da, “İlk tâbir önemlidir; sonrakiler geçersiz kalır.” demişlerdir.

Mîzânu’n-Nüfûs33 adlı risâlede anlatıldığı üzere tâbir ilmi “enfüsî” ve “âfâkî” olmak üzere iki kısımdır. “Enfüsî” olanını avâm-havâs herkes tahsîl edebilir. Yâni kulaktan duymak sûretiyle veya geçmişte ehil kimselerin yaptığı tâbirleri muhtelif eserlerden toplamak sûretiyle tahsîli mümkündür. Bu sâyede birbirine benzeyen rüyalar, geçmiş tecrübelere istinâden tâbir edilebilir.

Rüyâda varlıkların her biri, lügattaki bir kelime gibidir. Yâni o âdetâ ayrı bir lisandır. Bu lisânda görülen varlığa atfedilen mânâ, uzak bir alâkaya dayanır. Yâni büsbütün mesnedsiz ve sebepsiz değildir. Meselâ yılan, düşmandır. Bu mânâ, Âdem -aleyhisselâm-’ın kıssasına dayanır. Onda görülen her hâl ve hareket, düşmana âit bir tavır olarak îzâh edilir. Fakat bir yılan dümdüz veya ölü gibi hareketsiz görülürse, yol ile tâbir edilir.

Diğer taraftan, rüyâ tâbirinde pek çok müessir rol oynar. Günler, mevsimler, rüyânın görüldüğü gece vakti vs. Meselâ kışın görülen rüya geç tahakkuk ederken, sabaha karşı görülen rüya çabuk çıkar. Ancak bu tâbirler her rüyâ sâhibinin tabiatı farklı olduğundan çoğu kez noksandır.

“Âfâkî” olan tâbir ilmiyse, ancak havâssa mahsus olup keşfe muhtaçtır. Çünkü rüyânın şeytânî mi Rahmânî mi olduğunu ayırd edebilmek, sünuhât-ı ilâhiyyeye mazhar olmaya bağlı bir keyfiyettir. Üstelik insanların tabiatları da birbirlerinden farklı olduğu için, aynı rüyâyı gören iki şahsın rüyâlarının tâbiri birbirinden çok farklı olabilir. Bu inceliği kavrayabilmek ise mânevî bir salâhiyet ister.

Nitekim İbn-i Sîrîn Hazretleri’ne iki kişi gelip, rüyâlarında hatip olarak hutbe okuduklarını beyân ettiklerinde bunu, onlardan birinin hacca gideceği, diğerinin ise îdâm olunacağı şeklinde tâbir buyurur. Hakîkaten bir müddet sonra o iki şahıstan biri hacceder, diğeri ise idâm edilir.

Asr-ı saâdette vukû bulan bir hâdise de şöyledir:

Bir kadın rüyasını tâbir ettirmek için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat eder. Rüyasında evinin orta direğinin kırılıp önüne yıkılıverdiğini söyler.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadına, kocası olup olmadığını ve varsa nerede olduğunu suâl eder. Kadın, kocasının sefere gittiğini ve hâlen dönmediğini söyleyince Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadına, kocasının sağ-sâlim dönüp mesrûr olacaklarını müjdeler ve rüya tâbir edildiği üzere vukû bulur.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın devr-i hilâfetinde bu kadın yine kocası seferdeyken aynı rüyayı görüp bu defâ da tâbirini halîfeye sorar. Hazret-i Sıddîk -radıyallâhu anh-, aynen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi önce kadından kocasıyla ilgili mâlumat alır ve sonra kadına kocasının seferde merhûm olduğunu söyler.

Kadın ise telâş ve şaşkınlık içinde Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a:

“– Aynı rüyâyı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kocamın sâlimen döneceğine yormuştu.” deyince Hazret-i Sıddîk:

“– Doğrudur, O’na öyle keşfolunmuş, bana da böyle ilhâm olundu.” buyurur. Aradan çok geçmeden tâbirin doğru olduğu anlaşılır.

Rüyâ esnâsında âlem-i misâlde akıl ve fikir üstü, hayâlî ve belirsiz nice hâller müşâhede olunacağından bunların doğru tâbiri gâyet zor ve hattâ mânevî bir dirâyet olmaksızın mümkün değildir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Yûsuf -aleyhisselâm-’a da bu ilmi verdiğini bildirmektedir.34

Nitekim Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, zindandayken bir ekmekçi ile saray sâkîsinin rüyâlarını dinlemişti. Ekmekçi, bir tabla ekmeği başı üzerinde götürürken havadan kuşların hücûm edip ekmekleri yediklerini anlatmış, Yûsuf -aleyhisselâm- da bunu, ekmekçinin pâdişâh tarafından îdam ettirileceğini ve havadan kuşların inip başının etini yiyeceklerini söyleyerek tâbir etmiştir. Sâkî de rüyâsında, evvelki gibi sarayda pâdişâha sâkîlik yaptığını gördüğünü ifâde edince, Yûsuf -aleyhisselâm-:

“– Sen yine pâdişahın makbûlü olup sâkîliğini yaparsın.” diye tâbir etmiştir. Hakîkaten bu keşifler, aynen tâbirde buyurulduğu gibi zuhûr etmiştir.

Yukarıda da ifâde ettiğimiz üzere tâbir ilminin büyük bir kısmı keşfe dayanır. Bunun için de tâbircinin mânevî bir derecede olması gereklidir. Nitekim İstanbul İmam Hatip Mektebi’nde okuduğumuz sırada hocalığımızı yapmış bulunan Merhum Celâleddin Öktem Hocaefendi, vaktiyle rüyâ tâbirinde gerçek bir üstad imiş. Kendileri, rüyâ tâbirinin berrak ve rûhânî bir kalb ile yapılabileceğini ifâde eder, tâbirin isâbetini tâbircinin takvâsına bağlardı.

Celâleddin Öktem Hocamız -rahmetullâhi aleyh-, gençlik yıllarında idâdîlerde (liselerde) din dersleri okutur ve diri bir gönülle takvâ üzere bir hayat yaşarmış. O yıllarda, isâbetli tâbirleriyle şöhret yapmış. Böyle isâbetli tâbirlerinden pek çok misâl anlattıktan sonra Hocamız derdi ki:

“– Bir zaman geldi, bu perde bana kapandı. Çünkü din dersleri lağvedildi. Beni de Felsefe hocası olarak tâyin ettiler. Akıl mahsûlü olan felsefî nazariyeler içinde yüzmeye başlayınca, gönül pınarlarım kurudu.”

Sâdık rüyâlara âit meşhûr misâllerden bir diğeri de şöyledir:

Meşhûr Kasîde-i Bürde şâiri İmâm Bûsirî birgün evine giderken yolda nûr yüzlü bir pîr-i fânîye rastlar. Yaşlı zât ona:

“– Yâ Bûsirî! Bu gece rüyanda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördün mü?” diye sorar.

İmâm Bûsirî:

“– Hayır, görmedim.” diye cevap verir.

Pîr-i fânî, bu kısa konuşmanın ardından başka bir şey demeden ayrılır. Fakat onun bu sözleri İmâm’ın gönlündeki Hazret-i Peygamber’e olan aşk ve muhabbeti coşturur.

O gece İmâm, rüyâsında Hazret-i Peygamberi görür ve uyanınca içinin neş’e ve huzurla dolduğunu fark eder.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i medheden ve nice Peygamber âşıklarını muhabbet deryâsında yıkayan birçok medhiyeler yazar.

Bir müddet sonra vücûdunun yarısı felç olur. Yürüyemez ve hareket edemez hâle gelir. O zaman meşhûr Kasîde-i Bürde’yi yazıp bununla Cenâb-ı Hak’tan şifâ diler.

Kasîdeyi bitirdiği gece rüyâsında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görür ve kasîdeyi O’na okur. Kasîdenin tamamen okunmasından sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek elleriyle İmâm Bûsirî’nin felçli uzuvlarını mesh eder. Ne derin bir muhabbetin eseridir ki, İmam Bûsirî, uyandığı zaman hastalığının zâil olduğunu görür ve Allâh’a şükreder.

O gecenin sabahında sıhhatine kavuşmuş olarak sürûr içinde câmiye giderken, yolda Şeyh Ebu’r-Recâ Hazretleri’ne rastlar. Hazret ona:

“– Yâ Bûsirî! Fahr-i Âlem’i medhettiğin kasîdeyi okur musun?” der.

İmâm Bûsirî:

“– Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i medh eden kasîdelerim pek çok. Hangisini istiyorsunuz?” diye sorar.

Şeyh Ebu’r-Recâ:

“– Hazret-i Peygamber’in huzûrunda okuduğunu istiyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu kasîdeden çok memnûn olduğunu gördüm.” der.

Bu kasîdeyi henüz hiç kimsenin duymadığını bilen İmâm Bûsirî hayretler içinde kalır.

İslâm âleminde pek çok misâlleri bulunan keşf, firâset, ilham ve sâdık rüyâlar vesîlesiyle gayb âlemine âit pek çok sırrın, sâdık kimselere ayân olduğu görülmektedir. Hâlbuki;

“… Göklerde ve yerde, Allâh’tan başka hiç kimse gaybı bilemez…” (en-Neml, 65) beyânı, ilâhî bir hakîkattir. O hâlde burada bir îzâha ihtiyâç vardır.

Bu îzâh, esâsen, “…Kulumu sevince ben onun (âdetâ) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” (Buhârî, Rikâk, 38) kudsî hadîsinin muhtevâsında mevcuddur. Keşf ve ilhâmın merkezi, Allâh’ın insana üflediği rûhtur. Zâhiren, bedendeki baş gözüyle bakılsa bile; o gözde mevcûd olan “ilâhî nûr” karşısında gaybın perdeleri, Allâh’ın dilediği ölçüde hükümsüz kalıverir. Bu takdîrde gaybı gösteren yine Allâh’tır. Yoksa kulda gaybı görecek, işitecek ve bilecek bir kudret yoktur. Kulun bilmesi, ancak Allâh Teâlâ’nın kuluna lutfedip bildirmesi sâyesindedir.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“(Rasûlüm!) Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir…” (Âl-i İmran, 44) buyurarak bâzı gaybî hakîkatleri bildirdiğini haber vermektedir.

Bir de şu var ki, gayb iki türlüdür: Mutlak gayb ve izâfî gayb.

Allâh’tan gayrısının bilemeyeceği gayb, mutlak gaybdır. Bir kimsenin mutlak gaybdan bir şey bilebilmesi, kendi dirâyetine bağlı değildir. O, ancak Allâh’ın bildirmesiyle bilinebilir. Bu biliş de O’nun lutfu kadardır. İzâfî gayb ise bâzılarına mâlum, bâzılarına meçhûl olan keyfiyetlerdir. Meselâ bir kimsenin cebindeki parayı yalnız kendi bilir başkası bilmez. Bâzı kimseler için gayb olan bir şey, bâzı kimseler için gayb olmayabilir.

Burada Allâh’ın velî kulları için mevzubahis olan gayb, mutlak gaybdır ki o da ancak Allâh’ın bildirmesiyle ve bildirdiği kadarıyla bilinebilir.


Gerçek Hak dostları, tahmin ve teşhislerinde ne kadar isâbet etseler de, keşf ve firâset sâhibi olduklarını iddiâya kalkışmazlar. Öyle insanlar vardır ki yüzlerine bakıldığında Allâh hatırlanır. Dillerinden hikmet ve mârifet damlaları dökülür. Tâbir câizse konuşmaz, sanki konuşturulurlar. Buna rağmen, Hakk’ın lutufları karşısında iki büklümdürler. Zîrâ insan zayıf bir varlıktır. Haddi aşarak gurura kapılabilir. İnsanın kendisini üstün görmesi ise en büyük felâkettir. Bu takdirde Cenâb-ı Hak da kulunu îkâz için ona acziyeti tattırabilir.

Aslında firâset, keşf ve sâdık rüyâlar, Allâh’ın sâlih kullarına hakîkatleri ilhâm ederek lutufta bulunmasından ibârettir.

Kişinin Nefsini Tezkiye Etmesi ve Eğitmesi...

........
Bu hususta Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de ondan sakınmayı ilhâm edene yemin olsun ki, nefsini tertemiz yapan kurtuluşa ermiş, onu (cehâlet ve günahlar ile) mâsiyetlere gömen de ziyân etmiştir.” (eş-Şems, 7-10)

Âyet-i kerîme muktezâsınca ancak Allâh’ın temizlediği, yâni günahlardan arınmış, feyz ve takvâ ile terbiye olunmuş kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir. Hak Teâlâ’nın:

“(Sâlih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir.” (el-Fecr, 29-30) âyetindeki beşâreti de yine bu mes’ûd kullar hakkındadır.

Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:

قَدْ أَفْلَحَ مَن تَزَكَّى وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّهِ فَصَلَّى

“Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip O’na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14-15) buyurur.

Ayrıca âyet-i kerîmedeki sıralama da câlib-i dikkattir. Şöyle ki:

– Önce kalb, beden ve malı menfîliklerden güzelce temizlemek,

– Bu sâyede Rab ile kul arasına giren gaflet perdelerini kaldırıp atmak,

– Sonra da helâl gıdâlarla beslenmiş bir beden ve zâkir bir kalb ile huşû içerisinde tam bir ibâdet iklîmine girerek gönlü rûhânî lezzetlerle tezyîn etmektir.

Müfessir Bursevî’nin beyânı vechile:

“Bu âyette, şeriate aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünyâ sevgisinden arındırmaya, gücü nisbetinde Allâh’a yönelmeye, hattâ Allâh’tan başkasını hatırlamaktan bile sakınmaya işâret vardır.”

Nitekim Allâh dostlarından Ebû Bekir Kettânî -kuddise sirruh-’a ölüm döşeğindeyken ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, bu umdelerin âdetâ fiilî bir nümûnesi mâhiyetinde şu güzel sözlerle mukâbele etmiştir:

“– Ölümüm yakın olmasa, riyâ olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allâh Teâlâ’dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allâh’tan başkasını tanımaz oldum.”

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, yukarıdaki âyette geçen “tezekkâ” kelimesini, “Kişinin Lâ ilâhe illâllâh! demesidir.” şeklinde tefsir eder. (Kurtubî, el-Câmî, XX, 22) Zîrâ tezkiyede ilk adım, kalbin küfür ve şirkten temizlenmesidir.

Nitekim kelime-i tevhîd, önce nefy ile başlar. Yâni “Lâ ilâhe” diyerek kalbden âdetâ put hâline gelmiş nefsânî hevesler, çirkin ahlâk ve huylar çıkarılır. Sonra isbâta geçilir. Yâni “İllâllâh” demek sûretiyle, bir nazargâh-ı ilâhî durumunda olan kalb, Allâh Teâlâ’nın tevhîd nûrlarıyla doldurulur.

Şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak

Pâdişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan


“Gönül sarayından Allâh’tan gayrı ne varsa hepsini çıkar. Zîrâ hâne mâmur olmadan pâdişah sarayı şereflendirmez.”

Tezkiyenin ehemmiyeti sadedinde İbrâhim Desûkî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“– Ey oğlum! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz bir iç âlemine ve Hak ile hâlis bir muâmeleye de sâhip olsan, sakın benlik iddiâsında bulunma! Sakın gurûra mağlûb olup nefsin kandırmasına aldanma. Zîrâ nice derviş, nefsinin hevâsına kapılıp helâk oldu.”

Hâtem-i Esamm -kuddise sirruh- da şöyle buyurur:

“Muhteşem konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel bir yer yoktur. Fakat Hazret-i Âdem’in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak meyvaya yaklaştı. Murâd-ı ilâhî îcâbı, dünyâya indirilmekle cezâlandırıldı.

İbâdet ve kerâmetinin çokluğuna aldanma. Zîrâ sâhib olduğu bunca kerâmete rağmen, Allâh -celle celâlühû-’nun kendisine ism-i âzamı öğrettiği Bel’am bin Baura’nın7 başına gelen hazîn âkıbet, ne kadar ibretlidir.

Sen, sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine rağmen iblisin başına neler geldi, bilmiyor musun?! Nefs ve şeytanın iğvâsıyla aldananlardan olma!

Nitekim kullarına merhameti sonsuz olan yüce Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şeytanın hîle ve tuzaklarına karşı îkaz sadedinde şöyle buyurur:

“İblis dedi ki: (Ey Rabbim!) Yemin ederim ki, beni azdırmana karşılık, ben de insanları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.” (el-A’raf, 16)

“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (el-Hicr, 39)

Âbidlerin, zâhidlerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Zîrâ kuru kuruya bir berâberlik faydasızdır. Sâlebe8, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir âkıbete uğradı.

Bir peygamber evlâdı olmasına rağmen Hazret-i Nûh’un oğlu, babasının dâvetinden kendisini müstağnî görmek gibi bir bedbahtlığa dûçâr oldu. Aralarındaki kan bağı dahî ona bir fayda vermedi. Netîcede, helâk edilenlerden oldu.

Hazret-i Lût’un karısı, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle yanıbaşındaki hidâyet nûrundan nasibsiz kaldı ve gaflet içerisinde küfrün karanlıklarına daldı.

Hülâsa; ilim, amel, mal, evlâd ve dost gibi ne kadar dayanak varsa âhiretteki kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine aslâ pay çıkarma.”

Âyet-i kerîmede, “nefs engelini aşarak menfîliklerden arınanların kurtuluşa ereceği” ifâde buyuruluyor. Bu ifâdeden aynı zamanda “tezkiye olmayanların yâni benliklerini menfîliklerden arındırmayanların kurtuluşa eremeyecekleri” mânâsı ortaya çıkmaktadır.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:

إِنَّمَا تُنذِرُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالغَيْبِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَمَن تَزَكَّى فَإِنَّمَا يَتَزَكَّى لِنَفْسِهِ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ

“…Sen ancak göremedikleri hâlde Rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin. «Kim temizlenirse», sırf kendi faydasına temizlenmiş olur. Nihâyet varış Allâh’adır.” (Fâtır, 18)

Âyet-i kerîmede, peygamberlerin ümmetlerini fecî âkıbetlere dâir inzâr ve korkutmalarının, ancak görmedikleri hâlde kalbleri Allâh’ın haşyeti ile dolu olan, namaz kılan ve zâhirlerini ibâdet ile tezyîn etmiş bulunan kimselere fayda vereceği beyân buyurulmaktadır.

Günahkâr kişi, günâhının vebâlini ancak kendisi çekecek ve kimse ona ortak olamayacaktır. İşlenen hayırlar da sâdece sâhibine fayda verecektir. Temizlenen kimse de, kendi lehine temizlenecektir.

Âyetteki “tezekkâ”, haşyetullâh ve namazı huşû ile kılmaya da şâmildir.

“Allâh’tan gerçek mânâda ancak âlim olanlar haşyet duyar.” (Fâtır, 28) âyeti, kişinin gerçek bilgiye eriştiği ölçüde, Allâh’a karşı kalbî ürperişler içinde olacağını ifâde eder. Rabbini bilmeyen ve ondan haşyet duymayan kimselerin kalbleri ölüdür. Böylelerine îkâz ve nasîhat tesir etmez. Yâsîn Sûresi’nin yetmişinci âyetinde buyurulan “(Peygamber, Kur’ân ile kalbleri) diri olanları uyarsın diye…” beyânı da bunu anlatır. Yâni bâtında haşyet, zâhirde de dosdoğru bir namaz olmalıdır.

Günahlardan temizlenmenin karşılığı, cennet ve onun yüksek dereceleridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Kim de sâlih amellerde bulunmuş bir mümin olarak O’na varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir. İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte arınanların mükâfâtı budur.” (Tâhâ, 75-76)

Allâh’tan başkasına gönül bağlamaktan kurtulmanın karşılığı ise cennetin de ötesinde bir nâiliyyet olan Cemâlullâh nîmetidir ki, orada Allâh Teâlâ’nın târiflere sığmayan güzellikteki cemâlinin tecellîleri temâşâ edilir. Kim kendi irâde ve ihtiyârı ile ve hakkıyla Allâh’a yönelirse, O’nun dışında bir düşüncesi kalmaz. Allâh’ı tanımak, yâni mârifetullâh da, tezkiye edildikten sonra nefsin hakîkatini öğrenmekle başlar. “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” hakîkati, bu mânâya tekâbül etmektedir.

İşte insanlığın ekseriyetle maddeye râm olup nefsâniyet sultasında rûhlarını kararttığı günümüzde, nefsin süflî ihtiraslarından müstağnî kalabilen nûrânî zevâtın rehberliğine olan ihtiyâcımız daha da şiddetlidir. Bu münâsebetle Hak dostu mâneviyât sultanlarının, kalbleri ihyâ eden nasîhat ve tavsiyelerinden ve onların bir nümûne-i imtisâl olan ibret ve hikmet dolu yaşayışlarından kendi nâmımıza hisseler almalıyız.

Millî târihimizin zâhir planında olduğu kadar mâneviyât âleminde de zirve şahsiyetlerinden biri olan Yavuz Sultan Selîm Han’ın, yolumuzu aydınlatmaya medâr olabilecek şu davranışı ne kadar mânidârdır:

O, zaferlerden zaferlere nâil olduğu Mısır Seferi’nden dönerken, İstanbul halkının kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun üzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Çamlıca’nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul’a girmedi. Nice muazzam ordulara gâlib gelmiş olan Sultan, nefsine mağlûb oluvermek korkusuyla binbir endîşeye bürünerek lalası Hasan Can’a:

“– Lala! Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul’a girelim. Fânîlerin alkışları, zafer tâkları ve iltifatları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..” dedi.

Nihâyet akşam olup her yer karanlığa gömüldükten sonra, gizlice ve alâyişsiz bir şekilde şehre girdi. Zîrâ o, ihtişam ve saltanatın nefsi düşürebileceği tuzaklara karşı uyanık bir sultan idi. Bir velînin kudsî nefesiyle irşâd olunmanın, dünyâ saltanatından da kıymetli olduğunu ifâde eden şu beyti pek meşhurdur:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş

Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş

Her mümin, sık sık nefsiyle iç hesaplaşmaya girerek, onu sîgaya çekmeli; mânevî vaziyetine ciddî bir şekilde çeki-düzen verip, gidişâtını kontrol altına almalıdır. Buna rûhiyât ilminde “bâtınî tefahhus” (nefs muhâsebesi) denilir. İnsan, hiç olmazsa başını yastığa koyduğu her yirmi dört saatte bir, o günün muhâsebesini yapmalı ve kendini sîgaya çekmelidir. Bunu alışkanlık hâline getirenlerin hatâda ısrar illetinden kurtulabilmeleri kolaylaşır.

Bu hususta İmâm Gazâlî Hazretleri’nin şu nasîhatlerine kulak verelim:

“Bir mümin, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir süre nefsi ile başbaşa kalıp, onunla bâzı muâhedeler yapmalı ve birtakım şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermâyesini ortağına teslîm etmek mevkiindeyse onunla böyle muâhedeler yapar. Bu arada ona bâzı îkâzlarda bulunmayı da ihmâl etmez. İnsan da nefsine şu îkâz ve telkînlerde bulunmalıdır:

«– Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kâr ve kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allâh Teâlâ bu gün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete katiyyen yaklaşma ve sakın ola ki bu günün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.

İyi bil ki bir gün, gece ve gündüzü ile yirmi dört saattir. Kıyâmet günü insanoğlunun önüne her gün için yirmi dört tâne kapalı kutu getirilir. Kutunun birini açıp, o saatte yaptığı amellerin mükâfâtı olarak, içinin nûr ile dolu olduğunu görünce, Allâh’ın lutfedeceği mükâfâtı düşünerek kul öyle sevinir ki, bu sevinci cehennem halkı arasında paylaşılsa, cehennemin acısını duymaz olurlardı. İkinci kutuyu açtığında, bundan karanlık ve pis kokular çıkar ki, bu da isyân ile geçirdiği saattir. Buna da öyle üzülür ki, eğer bu üzüntü cennet halkına dağıtılsaydı, kederlerinden cennetin zevkini kaybederlerdi. Üçüncü bir kutu daha açılır ki içi tamâmen boştur. Bu da uyku veyâ mübah şeylerle geçirdiği saattir. Fakat küçük bir hayrın ecrine dahî şiddetle ihtiyâç duyulan o günde, imkânı olduğu hâlde büyük bir kazancı kaybeden tüccarın hasreti gibi ve belki çok daha fazla yanar ve o saati boşa geçirmesinin acısıyla kıvranır.

O hâlde;

Ey nefsim! Fırsat eldeyken sandığını iyi doldur, sakın boş bırakma. Tembelliğe düşme, sonra yüksek derecelerden düşersin.»”

Bedenin âzâları da, nefsin yardımcıları mevkiindedir. İnsan, onlara vazîfelerine göre husûsî tavsiyelerde bulunmalı, bu emânetleri kötü işlere bulaştırmamayı nefsine telkîn etmelidir.

Gözü; haramlara ve kalbi meşgûl edecek faydasız, boş şeylere bakmaktan men etmeli,

Dili; “âfât-ı lisân” tâbir olunan dedikodu, gıybet, iftirâ, yalan, söz taşıma, kendini övme, başkalarını yerme, yaltaklanma gibi mezmûm şeylerden alıkoyup dâimâ zikir ve hayır sözlerle meşgûl etmeli,

Mîdeyi; haram ve şüpheli gıdâlardan sakındırıp, helâlleri de asgarî seviyede istîmâle alıştırmalıdır.

İnsan her hareketinde pek çok mübah şeylerle karşı karşıyadır. Gâyesiz meşgûliyetleri terk etmesi ise, en muvâfık olanıdır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Lüzûmsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır.” (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12) buyurmuştur.

Yâni gerçek bir müminin konuşması zikir, bakışı ibret ve sükûtu tefekkür olmalıdır.

İşte nefs, bu gibi telkînlerle dâimâ gafletten uyanık tutulmalıdır.

Nefsi hesâba çekerken ihmâl edilmemesi gereken hususlardan biri de yaptığı amelin Allâh için mi, yoksa nefsi için mi olduğunu yoklamaktır. Zîrâ insan, zaman zaman Allâh için sâlih ameller işlediğini zannettiği hâlde, nefsânî duygularını tatmin için de hareket etmiş olabilir.

Nefs tezkiyesi netîcesinde kalb, “selîm” hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde şu üç hâl müşâhede edilir:

1- Kimseyi incitmez. Bu, ittikâ ehlinin hâlidir. Kalb, nefsin şerrinden korunur. Güzel ahlâk teşekkül eder.

2- Kimseden incinmez. Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânîlerin medih ve yermeleri bir ehemmiyet ifâde etmez. Güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların bir önemi olmayacağı gibi.

Şâir bu hâli şöyle ifâde eder:

Cihân bağında ey âşık budur maksûd-ı ins ü cin

Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin

3- Dünyâ menfaatiyle âhiret karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek rızâ-yı ilâhîyi hedefler.

Bütün bu söylediklerimizin hülâsâsı şudur:

Allâh Teâlâ, bir imtihan âlemi olmasını murâd eylediği bu dünyada, her insanın önüne nefs engelini koymuş ve insanı, nefsin ortaya çıkaracağı güçlükleri yenerek muzaffer bir şekilde kendisine avdete memur eylemiştir. Nefs, hayra da şerre de vesîle olma istîdâdındaki bir vasıta hükmündedir. Dolayısıyla o, hem bir kazanç kapısı ve hem de kendisine tâbî olunduğu takdîrde bir gayyâ kuyusudur. Nefsi tezkiyenin bereketi ise, dünyâda hiçbir şeyle mukâyese edilemeyecek derecede muazzamdır.
Cenâb-ı Hak cümlemizi nefsine gâlip gelenlerden eylesin!

Âmin!

8 Ağustos 2009 Cumartesi

........Virdler Neye Göre Belirlenir?

Soru: Tarikatlardaki tesbihat ve zikir sayısı neye dayanılarak tespit edilmiştir?


Tasavvufta hedef, kalbi gafletten uyandırıp Yüce Allah’a bağlayarak ebedi huzuru elde etmektir. Bunun en önemli yolu, kalbi devamlı zikirle meşgul etmektir, bu ise ancak belli bir manevi yolu takip ederek öğrenilebilecek zor bir süreçtir. Zira şeytan daima bizi dünya ile meşgul etmeye ve Allah’tan gafil kılmaya uğraşmaktadır. Kur’an-ı Kerîm’de pek çok yerde Allah Teâlâ’nın zikr edilmesi (hatırlanması) emredilmiştir. Hatta Allah Teâlâ kendisini zikredeni zikredeceğini bildirmiş ve “Siz beni zikredin; ben de sizi zikredeyim.” (Bakara, 152) buyurmuştur. Kur’an-ı Kerîm’e göre akıllı ve uyanık olanlar her durumda Allah Teâlâ’yı zikredenlerdir: “O gerçek akıl sahipleri, ayakta (yürürken) otururken ve yanları üzere yatarken (bütün hâl ve zamanlarında) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler.” (Âl-i İmran, 161)

Bu konuda pek çok hadisi şerifte varid olmuştur. “Kulum beni zikrettiğinde, ben onunla beraberim. Kulum beni gizlice içinden zikrederse, ben de onu özel olarak zatımla zikrederim. O beni bir topluluk içinde zikrederse, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde (meleklerimin arasında) zikrederim.”

Bu ayetler ve hadislerde yapılacak zikir miktarı açık olarak belirtilmemiştir, tarikat kurucusu büyük Allah dostları mezhep imamlarının fıkıh konusunda yaptıklarını maneviyat sahasında yapmışlar ve Peygamber Efendimiz’in manevi hayat ile ilgili söz ve amellerini Kur’an ışığında değerlendirerek bize değişik reçeteler sunmuşlardır, zaman ve zemine göre insanı Allah Teâlâ’ya yaklaştıracak zikir çeşitleri ve miktarını tespit etmişlerdir. Bir örnek vermek gerekirse Peygamber Efendimiz günde en az yetmiş; bir diğer rivayete göre de en az yüz kere istiğfar çektiğini yani estağfirullahel azim dediğini bize bildirmiştir. Hemen her tarikatta istiğfar çekmek virdin bir parçasıdır. Yine Peygamber Efendimiz kendisine sık sık selat u selam getirmemizi müminlere tavsiye etmiştir. Bundan dolayı bütün tarikatlarda Hz. Peygamber’e selat u selam getirmek virdin önemli bir parçası olmuştur. Keza Hz. Peygamber lezzetleri yok eden ölümü çokça düşünmemizi tavsiye eder. Buradan yola çıkarak Nakşîler her seher vakti Rabıta-i mevt (ölüm tefekkürü) yaparlar. Şüphesiz bu zikir ve virdleri bir Müslüman hiçbir tarikata girmeden de yerine getirebilir, ama düzenli şekilde bunları yerine getirmek ancak belli bir manevi yolun reçetesini takip etmekle olur.

Tarikat takva yolu olduğu için yani Hz. Peygamber’in her tür hal ve sözlerine uymak olduğu için sufiler aynı şekilde teheccüd, kuşluk ve evvabin namazı gibi maalesef bugün neredeyse ismini bile unuttuğumuz namazları günlük hayatın bir virdi gibi görmüşler ve mü­ritlerden bunları yerine getirmelerini istemişlerdir.

Soru: Kadınlar özel hallerinde tesbih çekebilirler mi?Manevi dersleri olan hanımefendiler özel günlerinde tesbihatlarını çekebilirler fakat evratları içinde okumaları gereken sureleri okuyamazlar. Bunun bir istisnası ise Fatiha suresi’dir, bu sure dua niyeti ile okunabilir.

Soru: Mürşid-i kâmil, vazifesini yapmayan, dünya işlerini dalmış müridi tarikattan atabilir mi?

Mürşid-i kâmilin vazifesi, müridleri eğitmek ve onları kâmil hale getirmektir, yoksa bu makam aforoz makamı değildir. Nitekim Hz. Peygamber hiçbir sahabesini İslam dışına atmamış onları kendinden uzaklaştırmamıştır. Hatta münafıklar bile hayatta iken Müslüman muamelesi görmüştür.

İnsanları kendi fıtratımıza uymadığında hemen yanımızdan uzaklaştırmak nefsanî bir harekettir. Zira nefs daima övülmek ve hoş tutulmak ister, kendisini kıran veya kendisine saygıda kusur edenlerden hemen intikam almak ister. Hâlbuki Kuran-ı Kerim cahillere uyulmamasını, onlara af ve müsamaha ile muamele edilmesini tavsiye eder. Maneviyat yolunda bu tür eziyetlere sabredebilmek gerçekten zor bir iştir ve her insana da nasip olmaz. Bazı müslümanlar hatta bazı sufiler, dünyada cennet hayatı yaşamayı beklemektedirler. Bu ham hayaldir Müslüman için bu dünyada rahat yoktur. İnsanların eza ve cefalarına sabırla katlanmak gerekir. Peygamber Efendimiz kendine kaba davranan bedevileri hep hoş görmüş, yakasına sarılarak sert bir şekilde kendisinden Beytü’l-malden gıda isteyen bir insanın da talebini yerine getirmiştir. Bu sebeple bizler Allah’ın Habîbini örnek almalı ve insanları yanımızdan kovma kolaycılığına gitmemeliyiz. Hele bazı gafil, sözüm ona İslami fırkalar gibi insanlara en basit olayda kâfir veya münafık damgasını vurmak çok yanlıştır. İyi bir Müslüman bu tür yanlış davranışlardan son derece uzak durmalıdır.

Bununla birlikte eğer mürid hal ve hareketleri ile başkalarına zarar veriyor hale gelmiş ise bu durumda mürşid ondan uzak kalabilir. Bu tutumu ile hem o müridi uyarmış, hem de onun zararından başkalarını korumuş olur.

Soru: Haftalık sohbetleri cd veya videodan dinleyerek yapabilir miyiz?
Özellikle Nakşi yolunda sohbetlerin çok özel bir yeri vardır. Sohbet sadece haftada bir kere insanların bir araya gelip, birkaç sayfa kitap okuması değil, manevi terbiyenin gerçekleşmesinin önemli bir yoludur. Sohbet ortamında bir füyûzat alışverişi olur. Sohbet yapan hoca efendiler, ana merkezden aldıkları füyûzatı dinleyenlere dağıtırlar. Ayrıca sohbete katılanlardaki güzel hasletler birbirine sirayet eder. Bu sebeple sohbet sadece basit bir dinleme hadisesi değildir. Sohbet diğer ihvanla hal paylaşımı demektir. Bütün bunları sadece cd veya videodan elde etmek mümkün değildir. Bu sebeple sohbette cd dinlemek normal vazife yerine geçmez, sohbet ancak usulüne uygun olarak klasik eserlerde tarif edildiği şekilde yapılırsa tam etkili olur. Sohbetleri terk ederek sadece görüntülü bir malzemeyi sohbet yerine ikame etmemek şartıyla Allah dostlarının sohbetlerini teyp, cd ve videodan dinlemek faydalıdır.

Suretten Hakikate

........Suretten Hakikate
“Ameller, dış görünüş itibariyle kuru bir şekilden/suretten ibarettir; onları canlandıran ruh ise ihlâs sırrıdır.” İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-

Ölümü ve hayatı en güzel bir hayat tarzı ortaya koyabilmemiz için yaratan Yüce Mevlâ, kabuktan ibaret amel ve davranışlarımıza itibar etmemekte ve hatta bu nevi amellerimizin bizi O’na yaklaştırmaktan ziyade, gazabına götüreceğine işâret etmektedir. Bir ömür boyu yapageldiğimiz ibadet, taat ve amellerimizin, ahiret sermayesi adına ilâhî terazide bir değer ifade etmemesi, ne büyük bir iflastır. Bu gerçekten yola çıkan basiret ve firâset ehli Hak dostları, insanın en önemli çabasının “ihlâsa ermek ve bu sayede niyetleri tashih etmek” olması gerektiği üzerinde ısrarla durmuşlardır.

İhlâs; Allah ile olan münasebetlerimizde ya da O’nun adına ortaya koyduğumuz tüm amel ve davranışlarımızda, nefsânî ve dünyevî hiçbir garaz gözetmeden, yalnız O’nun rızasına kilitlenmek ve iki yüzlülükten arınmış bir şekilde sıdk, sadâkât ve samimiyet dolu bir duruş sergileyebilmektir.

Sâlih amel, şu iki şartı taşıyan ameldir. 1. Niyet sahih olacak; yani yalnız Allah’ın rızası gözetilecek (İhlâs). 2. Yapılan amel, Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu zâhirî şartlara uygun olacak. Bu iki şarttan biri eksik olursa, amellerimiz sâlih olmayacak ve nihâyet Hakk’ın dergâhında kabul görmeyecektir.

Niyet, bir kalp ürünüdür. Diğer bir ifadeyle kalp, niyetin doğduğu ana menbadır. Menba, arı duru olmadıkça, oradan billur niyetlerin doğması hayaldir. Bunun için denilmiştir ki: “Kalb selîm olmadan niyet sahih olmaz; niyet sahih olmadan da amel sâlih olmaz”. Kalbin selîm olması, inkâr, şirk, şüphe, kin, haset, kibir ve riyâ gibi manevî hastalıklardan temizlenmesi ve Hakk’a tam teslim olması ile gerçekleşebilecek bir kıvamdır. Böyle bir kıvama erişmek ise ciddi bir manevî mücâhedeye soyunmak demektir. Kültür ve medeniyetimizde buna seyr u sülûk denilmiştir. Tasavvufi terbiyenin varlık sebebi de, kulu ihlâsa ulaştırmak ve bu vesileyle Hakk’ın râzı olacağı bir kalbî sâfiyete eriştirmektir. İmâm-ı Rabbânî’nin tasavvufu tarif ederken kullandığı şu ifade, bu gerçeği açık bir şekilde beyan eder:

“Tasavvuf, sûret-i şeriattan hakikat-i şeriata bir yolculuktur”. Yani Kur’an ve sünnetin, mü’min insandan beklediği, kalbî ve bedenî tüm duygu, inanç ve amellerinde, işin şekil ve sûret boyutunda kalmayıp, onun hakikatine ve özüne doğru bir derinlik kazanmaktır. İnanç esaslarında îkâna (yakînî bir inanca), İslâmın ahkâmını icrâda, ihlâs ve ihsana, duygu ve tefekkür dünyasında, Hak ve hakikate bütün benliğiyle odaklanmaya ve nihâyet her türlü hamlıktan kurtulup kemâle erişmektir.

İmâm-ı Rabbânî –kuddise sirruh- Hazretlerinin “Kalp itmi’nâna ermediği sürece, ameller suretâ ameldir, kılınan namaz sûretâ namazdır, tutulan oruç sûretâ bir oruçtur” ifâdesi, niyetteki zafiyete ve ihlâs yokluğuna dikkat çekmek içindir. Yoksa bu amellerin hiçbir kıymeti yoktur anlamında değildir. Rahmeti her şeyi kuşatmış olan Rabbimiz, henüz istenilen kaliteye erişememiş amellerimize de belli ölçüde değer atfetmekte ve en azından üzerimizdeki borç düşmüş olmaktadır. Ancak bu amellerimizle Hakk’a kurbiyyet ve O’nun rızasına erme bahtiyarlığını elde etmek mümkün değildir. İhlâsa ermek ya da erdirilmek için, gönül iklimimizde Rabbimizden ihlâsa erdirilme talebimizin daimî bir duâ halinde terennümü zaruridir.

İhlâs, her kulun ubudiyetteki derecesi nispetinde farklılık gösterir. Âbid ve ebrârın ihlâsı, gizli açık her çeşit riyâdan/gösterişten arınmak ve nefsin hevâsına uymaktan uzak kalabilmektir. Bu zümrenin ibadet ve amellerindeki niyetleri, vaad olunan ecir ve sevaba erişmek ve azab-ı ilâhîden ve kötü âkıbetten korunmaktır. Bu makamdaki kullar, halk için ibâdet ve amelde bulunmasalar bile, nefislerinde bir varlık görmekten ve ibâdetlerine itimad etmekten henüz kurtulamamışlardır.

Aşk ve muhabbet ehlinin ihlâsına gelince, bu makamda bulunanlar, ibâdet ve taatlerinde ecir ve sevap talebi ya da azap korkusu endişesi olmaksızın, yalnız Hakk’a tazim ve şân-ı ulûhiyetin azamet ve yüceliğini gayelerin gayesi haline getirmişlerdir. Ancak ihlâsın bu mertebesinde de amelleri henüz kendi nefislerine nispet etme kokusu mevcuttur. Râbia-i Adaviyye’nin münâcâtında yer alan “Rabbim, ben sana celâlinin tecellisi olan Cehennem korkusundan ya da cemâlinin tecellisi Cennet arzusundan ibâdet etmedim” ifâdeleri, bu makamdaki ihlâs nişânıdır.

İhlâsın üçüncü derecesi ise âriflerin ve mukarrebînin ihlâsıdır ki bu makamda bulunanların ihlâsı, ibâdetlerinde ve her çeşit hal ve hareketlerinde, kendilerinde hiçbir güç, kuvvet ve varlık görmeksizin, tüm hallerinde yalnız vâcibu’l vücûd olan Rabbü’l-âlemîni müşâhede etmeleri ve kendilerine ait herhangi bir gayeyi hedef haline getirmemeleridir.

Aşk ve muhabbet ehlinin ibâdeti Allah için; âriflerin ibâdeti ise Allah iledir. Amellerin Allah için yapılması, sevap kazandırırken; amellerin Allah ile olması Hakk’a kurbiyete bir vesiledir. Allah için amel işlemek, ibâdetin hakikatine eriştirirken, Allah ile amel işlemek irâdeyi sıhhatli hale getirir. Allah için amel işlemek, âbidlerin bir vasfı iken, Allah ile amel işlemek Hakk’ı murâd edenlerin bir vasfıdır.

Bazı meşâyıh “Ameli ihlâs ile, ihlâsı da her türlü varlık emaresinden yani benliğe nispet edilen her çeşit güç ve kudret vehminden kurtararak sıhhate kavuşturmak (tashih etmek) gerekir”, demişlerdir.1

İhlâsın mertebesi, marifet-i nefs (kendini tanıma) ve marifetullah (Allah’ı tanıma) derecesiyle mütenâsiptir. Muhammed Es’ad Erbili’nin “Oldunsa vakıf aczine ednâ amel2 bir dağ olur” mısrasında da ifade ettiği gibi, hiçliğini idrak edip kendini aradan çıkaran âriflerin zâhiren az gibi görülen amelleri, Hak katında çok yüce bir değere sahiptir. Nitekim Allah Rasûlü –sallallahu aleyhi ve selem-:

“Dinî hayatında ihlâslı ol, az amel sana yeter.”3 buyurmuştur..

İhlâs, sahibini koruyan, bereketlendiren, ebedî olanla buluşturan bir sırra sahiptir ki, Yüce Rabbin has kullarına çok özel bir ikramıdır. İhlâslı olmaya çalışmakla birlikte, bu çalışmanın esasının da ihlâsa erdirilmeyi istemek olduğunu unutmamalı ve bu nimete eriştirmesi için sürekli dua ve tazarruya sarılmalıdır. Rabbimize kabuktan ve şekilden ibaret ameller sunmaktan hayâ etmeli ve onları ihlâs ruhuyla hayat bulmuş ahsen4 bir surette arzetmenin edebine sarılmaldır.

Dipnotlar: 1) Bkz. Muhammed b. İbrahim b. Abbâd en-Nefzî, Ğaysü’l-mevâhibi’l-aliyye fî şerh-i’l-hikemi’l-atâiyye, I, 39-40; Kastamonulu Hafız Ahmed Mâhir, El-Muhkem fî şerhi’l-hikem, 25-26. 2) Ednâ amel: En aşağı derecede görülen amel demektir. 3) el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/342; ed-Deylemî, el-Müsned 1/435. 4) Ahsen: ibadet ve amellerimizi Allah’ı görüyormuşçasına bir şuurla en güzel bir şekilde ilahi huzura takdim etmek.

Tasavvuf’ta İstidâd Önemli mi?

........Tasavvuf’ta İstidâd Önemli mi?
Tasavvufî eğitimde başarılı olabilmek için şahsî gayretlerin yanı sıra fıtrî kâbiliyetlerin yani isti‘dâdın da büyük bir önemi vardır. Bu sebeple mürşidler, mâneviyâta kâbiliyetli kişilerin mürîd olmasından ayrı bir mutluluk duyarlar. Şeyh Ebû Muhammed Şenbekî, mürîdi Ebü’l-Vefâ Bağdâdî kendisine bağlandığı zaman şöyle demiştir: “Bugün tuzağıma öyle bir kuş düştü ki, böylesi hiçbir şeyhin tuzağına düşmemiştir”. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî hazretleri de şeyhi Muhammed Bâkî Billâh’a intisap ettiğinde, ondaki isti‘dâdı sezen şeyhi, bir dostuna yazdığı mektupta mutluluğunu şöyle dile getiriyordu: “Sirhind’den Şeyh Ahmed isminde ilmi çok, ameli güçlü bir yiğit birkaç gün bizimle oturup kalktı. Ondan, çok ilginç hâller müşâhede edildi. Muhtemelen âlemin kendisiyle aydınlandığı bir kandil olacak”.

Hoca Ubeydullah Ahrâr gençliğinde Ya‘kûb Çerhî hazretlerinin yanına gidip mürîd olmuştu. İntisâbından sadece birkaç gün sonra Ya‘kûb Çerhî ona icâzet ve hilâfet verince diğer mürîdler bu duruma şaşırdı. Bunun üzerine Ya‘kûb Çerhî şöyle buyurdu: “Mürîd dediğin, mürşidin huzûruna böyle gelmeli. Her şeyi hazır, iş icâzete kalmış. Lamba, yağ ve fitili hazırlamış, sâdece kibrit çakmak gerekiyor”.

Karakter ve kâbiliyet yönünden bazı kişilerin tasavvufî eğitime daha yatkın olduğu bilinen bir gerçektir. Bazıları ise diğerleri kadar şanslı değildir. Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri bu durumu şöyle ifâde eder: “Sohbetimize gelenlerden bazılarının gönlünde muhabbet tohumu vardır. Ama dünyevî alâkalar yüzünden gelişip büyüyememiştir. Bizim vazîfemiz o alâkaları temizlemektir. Bazılarının ise gönlünde muhabbet tohumu yoktur. Burada bizim vazîfemiz tohum oluşturmaktır”. Gönlünde muhabbet tohumu olan kişilerin yola erken çıkacakları ve diğerlerine nazaran tasavvuf yolunda daha hızlı mesâfe alacakları muhakkaktır. Diğer taraftan isti‘dâdı az olanlar bu yolculukta daha gerilerde kalırlar. Nitekim Hz. Mevlânâ buyurur: “Koku almayan biri gül bahçesine girse, gül kokusundan, reyhan kokusundan bir zevk alamaz”.

Tasavvufî eserlere bakıldığında mürşid-i kâ­mil­lerin, karşılarındaki insanın isti‘dâdını ve tasavvufî eğitime yatkınlık derecesini büyük bir mahâretle sezdikleri anlaşılmaktadır. Bu sezgide o kişinin davranışları ya da gördüğü rüyâlar da etkili olabilmektedir.

Kişinin davranışlarına bakarak mâneviyata kâbiliyetini anlama konusuna şu menkıbeler örnek olarak gösterilebilir:

Rivâyete göre, Hakîm Süleyman Ata küçüklüğünde Yesi şehrinde Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek için arkadaşlarıyla birlikte câmiye giderken diğer çocuklar Kur’ân’ı boyunlarına astığı halde, o saygısından dolayı Kur’ân’ı başının üzerinde taşıyordu. Bu durumu gören Ahmed Yesevî onu kendi talebeleri arasına aldı. Hakîm Ata’nın diğer çocuklara göre Kur’ân-ı Kerîm’e farklı bir saygı göstermesi Hoca Ahmed Yesevî’nin dikkatini çekmiş, ondaki isti‘dâdı sezen Yesevî onu mürîd edinmiş ve sonraki yıllarda Hakîm Süleyman Ata, Hoca Ahmed Yesevî’nin halîfesi olmuştur.

Davranışlara bakarak isti‘dâdı sezmeye bir örnek de şu rivâyettir: Seyyid Hasan henüz küçük bir çocuk iken babasıyla birlikte Hoca Ubeydullah Ahrâr’ın yanına gelmişti. Hoca Ahrâr’ın yanındaki bal küpünü gören çocuk bütün ilgi ve dikkatini oraya yöneltti. Hoca Ahrâr çocuğa adını sorunca, âdetâ kendinden geçmiş olan çocuk “Bal” diye cevap verdi. Bu duruma çok sevinen Hoca Ahrâr: “Bu çocukta büyük bir kâbiliyet var. Balı görünce kendi adını unuttu. Eğer rûhunun murâdına baldan daha tatlı bir şey (mâneviyât) tattırırlarsa mutlaka ona yönelişi çok kuvvetli olacak” dedi ve çocuğun maddî mânevî eğitimini üstlendi. Sonraları Seyyid Hasan, Hoca Ahrâr’ın önde gelen mürîdlerinden biri oldu.

Kişinin mâneviyâta kâbiliyetini anlamanın yollarından biri de gördüğü rüyâlardır. Bu konuda bir örneğe Hz. Mevlânâ’nın hayatında rastlanır:

Mevlânâ Celâleddin Rûmî küçük bir çocuk iken ailesiyle birlikte Belh şehrinden göç ediyordu. Nişâbur’a geldiğinde bir rüyâ gördü. Rüyâsında nûr yüzlü bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı vermişti. Mevlânâ Celâleddîn rüyâsını babasına anlattığında o: “Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir kitap yazacağına işârettir.” buyurdu. O anda orada hazır bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da: “Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz.” diyerek Esrârnâme isimli kitabını Mevlânâ Celâleddîn’e hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse de, Ferîdüddîn Attâr imiş. Ferîdüddîn Attâr hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn’de ilâhî nûrlar ve fıtrî, yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti.

Kişinin mâneviyâta is­ti‘­dâ­dını anlamak her zaman onun davranışları ya da rüyalarıyla olmaz. Bazen akıl sınırlarını aşan bir sezginin ve firâsetin devreye girdiği anlaşılmaktadır. Buna misal olarak şu menkıbe zikredilebilir:

Hoca Bahâeddîn Nakşbend Hazretlerinin doğmasına yakın bir târihte Muhammed Baba Se­mâ­sî mürîdleriyle birlikte Buhara’nın Kasr-ı Hinduvân köyünden geçmiş ve yanındakilere: “Bu topraktan bir yiğit kokusu geliyor, yakında Kasr-ı Hinduvân, Kasr-ı Ârifân (Ârifler Köşkü) olacak” demişti. Baba Semâsî’nin Kasr-ı Hinduvân’a bir sonraki gelişinde Bahâeddîn Nakşbend henüz üç günlük bir bebek idi. Bebeği gören Baba Semâsî mürîdlerine: “Kokusunu işittiğimiz yiğit budur” deyip halifesi Emîr Külâl’e döndü ve: “Oğlum Bahâeddîn’e şefkat ve terbiyeni esirgeme, yoksa sana hakkımı helâl etmem” dedi.

Duygu ve sevgi yönü ön planda olan insanlar tasavvufî eğitime, mantık yönü ön planda olan insanlar da medrese eğitimine daha yatkındır. Ancak isti‘dâdı ne yönde olursa olsun, tasavvuf kültürünün ahlâk ve mâneviyât birikiminden herkesin istifâde edebileceği bir nokta vardır. Çünkü tasavvuf yolu bazı insanları evliyâ yaparken, bazılarını da en azından eşkiyâ olmaktan kurtarır.

Tâhir Efendi isminde bir zât şöyle anlatıyor:

Bir gün Abdülhakîm Ârvâsî Efendi’ye gidiyordum. Yolda, kendi ken­dime, Abdülhakîm Efendi’ye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar, teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım, bahçede yalnız oturuyorlardı. Selâm verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp: “Tahir! Şu ağaç ne ağacıdır?” buyurdu. “Manolya” dedim. “Şu nedir?” buyurdu. “Gül” dedim. “Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül fidanı olabilir mi, gül de manolya ağacı kadar büyür mü?” buyurdu. “Hayır efendim.” dedim. “Demek ki, farklılık isti‘dâdlarından yani kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!” buyurup tekrar bana baktılar. “Kusurumu bağışlayın efendim.” dedim.

Bazı insanlarda kâbiliyet vardır ama o kâ­bi­li­yeti geliştirmek için gayret etmedikleri ya da uygun bir ortam bulamadıkları için isti‘dâd tohumları çürüyüp zâyi olur. Alâeddin Âbîzî hazretleri şöyle der: “Bu yolda ilerlemek, kâbiliyet, gayret ve isteğin bir araya gelmesiyle mümkündür.” Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri de şöyle buyurur: “Zikir telkîni, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonra iyi bir netice oluşması için amel etmek mürîde âiddir”.

Diğer taraftan kâbiliyetler farklı farklı olabilir. Herkes isti‘dâdı olduğu noktayı geliştirerek iyi bir kul olma yönünde mesâfe alabilir. Sûfîlerin meşhûr sözlerinden biri şudur: “Allah’a giden yollar, mahlûkâtın nefesleri sayısıncadır”. Mürşid-i kâmiller mürîdin kâbiliyet ve zaaflarını tespit edip gerektiğinde kişiye özel reçete geliştirebilen tabîblerdir.

Hoca Ali Râmîtenî hazretleri buyurur:

“İrşâd işine giren bir kimse, önce mürîdin yani talebenin yeteneğini, kâbiliyetini tanımalıdır. Bunu bildikten sonra ona zikir telkîni yapar, yeteneğine göre onu yetiştirir. Bu bakımdan mürîd terbiyesi işine girmiş olan kişi, tıpkı kuş yetiştiricisi gibidir. Kuş terbiyecisi, kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir ki ona fazla yem yüklememelidir. Buna göre mürşid olan zât da, mürîdin kâbiliyeti nisbetinde ona zikir telkini yapar.”

Tasavvuf, kişideki yaratılıştan gelen -az veya çok- mânevî isti‘dâdı ortaya çıkarmaktır. Her gönül, altında petrol bulunan bir arâzi gibidir. Fakat sondaj vurulmadığı için o petrol, kendiliğinden dışarı çıkma imkânı bulamaz. İşte o alt zemindeki petrol, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği mânevî bir isti‘dâddır. Bu da tıpkı akıl gibi her insanda farklı seviyededir. Bu isti‘dâdın ve yeteneğin ortaya çıkması için mânevî sondajı vurarak o cevheri açığa çıkaracak olan, mürşid-i kâmildir. Mürîd de azim ve gayret ile üzerine düşen görevleri yaparak bu konuda mürşide yardımcı olmalıdır.

Tasavvuf: Sorular-Cevaplar İnsan Günümüzde Üveysî Olabilir mi?

........Tasavvuf: Sorular-Cevaplar İnsan Günümüzde Üveysî Olabilir mi?

Soru–1: Bazı cemaatlerde tövbe almak diye bir uygulama vardır, bu nedir?
Tövbe günahtan pişman olmak ve bir daha yapmamak üzere Allah Teâlâ hazretlerine söz vermektir. Müslümanın işlediği her günah için tövbe etmesi farzdır. Bununla birlikte tövbe almak bazı cemaatlerde tarikat dersi almak manasına gelmektedir. Zira tarikata giren insan öncelikle bir manevi rehberin (mürşidin) huzurunda günahlarına tövbe etmekte ve bir daha günah işlememeye söz vermektedir. Böylece mânevîyat yoluna giren şahıs, tövbe ederek Allah’a kul olmaya çalışacağını bir Allah dostu önünde tescil etmektedir. Elbette böyle bir sözleşme insanı avarelik ve başıboşluktan kurtarır. Çünkü insan kendi kendine verdiği sözlere genellikle pek uymaz. Ama birini şâhid tutarak verilen söz daha bağlayıcı olur. Mürşidiyle zaman zaman görüşerek mânevî halleri hakkında bilgi verecek olan mürid, en azından biraz daha kontrollü hareket etmeye çalışacaktır. İnsanın şu veya bu şekilde bir manevî kontrol mekanizması ile hayatını murâkabe altına alması mümkün olmadığı zaman yaşadığı çevrenin etkisiyle dînî ve manevî duyarlılığının kaybolduğu görülmektedir. Hayatın zorlukları ve olayların insanda bıraktığı izleri izâle etme ve bir takım dış etkilere karşı direnç kazanma hususunda bir manevi rehbere bağlı olan, diğerlerine göre daha şanslıdır. Çünkü sıkıntısını paylaşacağı bir mürşidi ve ihvanı vardır.

Aslında tövbeyi dîni bir tören haline getirmek, mürîdin tövbesini kolaylıkla bozmasına engel olmak için yapılan psikolojik bir destektir. Zira insan Allah Teâlâ’ya kullar önünde söz verince kendini daha sorumlu görür. Bununla birlikte tövbe almak günah çıkarmakla karıştırılmamalıdır. Hıristiyalık’ta ve özellikle Katolik kilisesinde papaz günahları affetme yetkisine sahiptir. Hâlbuki tasavvufi terbiyede mürşid sadece mürîdin tövbe etmesine yardım etmektedir. Tövbeyi kabul edip etmemek Hakk Teâlâ’nın iradesine bağlıdır, başka hiçbir aracının bu hususta yetkisi yoktur.

Soru-2: Ruh, beden, akıl ve duygunun birbirleriyle ilişkileri nasıldır? İnsanın bileşenleri nelerdir?
İnsan ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır. Ruh, Allah tarafından üflenmiş olup ilahî bir menşei vardır. Bu sebeple insanı Allah’a götüren yolda ruhun güçlendirilmesi ve nefse galip olması gerekir. Nefis ise yine imtihan gayesi ile insana verilmiş, insanı dünyaya ve zevklere iten bir güç olup, buna hayvânî ruh ismi de verilir. Ruh rahmanî, nefs ise şeytanî etkilerin altındadır. Duygulara gelince bunlar insana mahsus, hem rahmanî hem de nefsanî yönleri olan ruhun ve nefsin yönelişleridir. Kızmak, sevmek, nefret etmek, haset etmek gibi pek çok duygumuz aslında dinin ve özellikle de tasavvufun ilgi alanına girer. Zira dinimizdeki pek çok günah ve sevap duygularla ilgilidir. Tasavvuf insanın sadece fiillerini değil, ruhunu güçlendirerek duygularını da kontrol altına almasını mümkün kılar. Duygularımız bize hayır veya şerre yönlendiren dâhili etkenler olduğu için bunların terbiye edilmesi, yani insanın sevgisini, nefretini, gazabını doğru şekilde yönlendirmesi gerekir. Tasavvuf, nefs muhasebesi, murakabe, tefekkür ve tezekkür gibi uygulamalarla duyguları kontrol etmeyi, doğru şekilde yönlendirmeyi bize öğretir. Bu manasıyla tasavvuf aslında bugün modern psikolojinin yaptığı çok önemli bir işlevi de yerine getirmektedir.

Akıl ise Allah Tealâ’nın bütün canlılar arasında insana bahşettiği en değerli yetenektir. Akıl doğru ile yanlışı birbirinden ayırmamızı sağlayan ilahî bir nurdur. Ne var ki akıl tek başına insanı hidayete götüremez. Diğer kabiliyetlerimiz gibi akıl da dîni süzgeçten geçirilmeli ve terbiye edilmelidir. Yoksa akıl kolaylıkla nefis ile işbirliği yapıp insanın kötülüklerini temize çıkarmanın bir aleti olabilir.

Tasavvufi eğitim ruhu beden memleketinde sultan yapar ve ruhun güçlenmesi ile akl-ı maaş dediğimiz dünyalık akıl uhrevi akla, akl-ı meâda dönüşür. Kısacası, ruh, beden, akıl ve duygu denkleminde asıl öğe ruhtur. Günümüz modern hayatında ise merkez, nefis beden ve bunların hazlarıdır. O kadarki nefsin arzuları adeta putlaştırılmış ve hedonizmı (hazcılık) tek amaç haline getirilmiştir.

Tasavvuf, merkeze ruhu koymakla aklı, nefsi ve duyguları inkâr etmiş olmaz. Aksine bu hassalarımız daha yerinde ve kontrollü olarak bize hizmet eder. Bugün insanlığın bu hassaları kullanma konusunda büyük zaafları vardır. Tasavvuf bu manada hem Müslümanlara hem de bütün insanlığa yol gösterecek öğretileri içinde taşır.

Soru 3: İnsan günümüzde üveysî olabilir mi?
Üveysîlik; bir mürşid ile görüşmeden, mânevî yolla; rüya tarikiyle ondan feyz almaktır. Allah’ın bazı kullarına özel bir tecellisidir. Hz. Peygamber devrine yetiştiği halde O’nunla görüşme şerefine eremediği için sahâbî unvanını alamayan Üveys Karenî’ye nisbetle ortaya çıkmış bir kavramdır. Daha sonra mürşidini görmeden mânevî yolla feyz alanlara bu zâtın adına nisbetle ‘üveysî’ denmiştir. Ana kaide tarikatta silsiledir, teselsüldür, yani insanın mânevî eğitimini yaşayan bir mürşidin rehberliğinde tamamlamasıdır. Hâlbuki üveysîlik istisnaî bir yoldur. Çoğu zaman üveysîlerin kendilerine faydası olsa bile başkalarına rehberlik edemezler. Her ne kadar tasavvuf tarihimizde Şah-ı Nakşibend gibi büyükler üveysî yolla feyiz almışlarsa da bu onların sadece bu kanaldan beslendiği manasına gelmez. Tabiî ki her dönemde Üveysîlik mümkündür ama insan bu tür olağanüstü hâdiselere bel bağlamamalı, yaşayan bir mürşidden terbiye almalıdır.

Dini ilimleri öğretmek çok mesuliyetli bir iştir, yüce Kitabımız Kuran emanetlerin ehline verilmesini emreder. Bu sebeple silsileye bağlı bir mürşid bulmak son derece önemlidir.

Soru–4: Tasavvufî terbiyede mürîdin meşrebi mi yoksa mürşid mi daha önemlidir?
Mürşid-i kâmil mürîdin meşrebini bilir ve ona göre eğitir, bu sebeple her ikisi de önemlidir. Bazı meşrepler nadir de olsa tasavvufi eğitimi kabul etmez, bunun haricinde iyi niyetli olarak mânevîyat yoluna girenler istidatları oranında kemâlâta ererler. Maneviyat yoluna giren herkes Bâyezîd-i Bistamî veya bir Bahauddin Nakşibend (k.s) olamaz ama en azından farzları, haramları ve İslam’ın diğer emirlerini zorlanmadan severek yerine getirecek seviyeye ulaşabilir. Burada önemli olan başka bir husus da mürşid ile mürîdin meşreben birbirine yakın olmasıdır. Zaten birbirine benzemeyen meşrepler birbirlerini iter.

Tasavvufta pek çok tarikatın olması da aslında farklı meşreplerin olmasından kaynaklanmaktadır. Hareketli bir meşrebe sahip olan bir insan Kâdirilikle irşâd olunurken, daha sessiz ve vakur olanlar Nakşîliği tercih edebilir. Musikiye ve edebiyata düşkün bir insan yine bu tür uygulamalara önem veren bir tarikata, mesela Mevlevîliğe intisap eder. Hatta ahilik ve fütüvvet teşkilatı insanlara mesleklerine göre tasavvufi eğitim vermeyi hedeflemiştir ki hem sâlikler arasında hem de mânevî rehber ile aralarında meşrep farkı en aza indirilsin. Bu sebeple önceki dönemlerde şeyh efendiler kendi meşreplerine uygun bulmadıkları sâlikleri başka mürşitlere yönlendirmişlerdir.

Nefs Nasıl Terbiye Etme Yolları...

........Nefs Nasıl Terbiye Edilir?

Tasavvufta nefis terbiyesi nasıl olur? Kişi kötü alışkanlıklardan nasıl kurtulabilir?
Tasavvufi anlayışa göre insan, yaratılışında ilâhî cevher taşıyan bir varlıktır. Allah insanı ahsen-i takvim üzere yaratmış, onu imtihan maksadıyla bu dünyaya göndermiştir. Bu durumda insan artı sonsuz ile eksi sonsuz arasında iyiye ve kötüye meyilli, hayır ve şer kapasitesine sahip yegâne varlıktır. Varlık âleminde melekler sadece hayır yapma kapasitesine sahip olup hiçbir şekilde isyanda bulunamazlar. Şeytan ise tamamen kötülük yapmak üzere programlanmış olup hiçbir surette hayırlı bir amelde bulunamaz. İşte insan nefsî itibarı ile şeytanî ve ruhu itibari ile de melekî bir varlıktır. Bu sebeple insan benliği çok boyutlu bir varlığa sahiptir. Pek çok insan kendini sadece nefisten ibaret olarak görmekte ve onun peşinden giderek ömrünü heba etmektedir. Hâlbuki nefsimizin pek çok katmanları olup bunlar dışarıdan gelen uyarıcıların durumuna göre şekil alır. Mesela birine kızınca nefs-i emmaremiz intikam almayı, vurup kırmayı emreder. Bir fakiri görünce ruhumuz ona yardım etmeyi ilham ederken, yine nefsimiz başımızı başka yöne çevirmeyi tavsiye eder. Tüm bu düşünceler bir insanda aynı anda çakıştığına göre biz hangi sese kulak vereceğiz, nefse mi yoksa ruha mı? İşte tasavvuf bize Kuran ve Sünnet çerçevesinde nefsimizi kontrol altına alarak ruhumuzu güçlendirmeyi ve onu vücut ikliminde hükümran kılmayı öğretir.1

Tarikat kurucusu büyük sufiler insanın terbiye edilmesinde iki ana metod izlerler, bunlardan birincisine nefsâni ikincisine de ruhâni metod ismi verilir.

Genellikle nefsin olumsuz yönünü, yani hayvanî nefsi itaat altına almayı önceleyen tarikatlarda riyâzat, halvet, oruç, ağır ibadetlerle yapılan “cihad-ı ekber” sayesinde nefis zayıflatılmaya çalışılır. Bu meşrepteki sufiler nefisle muvafakat/uyum halinde olmayı Allah’la muhalefet/uyumsuz olmak olarak anladıklarından nefse muhalefeti temel ilke edinmişler ve “Nefsin arzu ettiği değil, onun zıddı olan şey doğrudur.” demişlerdir.2

Bir yandan yemeği, uyumayı, konuşmayı en aza indirmek ve inzivaya çekilmek, diğer yandan kendini ibadete, taate, zikre ve tefekküre vermek sûretiyle nefis zayıflatılır (bu hususlar aynı zamanda insanî rûhu güçlendirir) ve direnci kırılır. Nefse boyun eğdirmenin ve onu terbiye etmenin, disiplin altına almanın, bu suretle onu iyi bir hizmetçi haline getirmenin yolu budur.3

Çile çekerek, riyazat ve perhiz yaparak, nefsin mukavemetini kırarak nefsin yapısında var olan günah işleme ve kötülük yapma arzusunun (hevâ-heves) kökü kazınamaz, bunlar tümden yok edilemez. Zaten bu tür duyguların öldürülmesi ve yok edilmesi gaye de değildir. Önemli olan bu tür kötü duygu ve eğilimleri etkisiz hale getirerek, insan üzerinde İlâhî iradenin, kalbin ve vicdanın hâkimiyetini sağlamaktır. Tasavvufta müritliğin anlamı nefsi terbiye etmek ve disiplin altına almaktır. “Ölmeden evvel ölmek” ve “fenâya erme” deyimleriyle de kastedilen budur.4

Nefs ile girişilen mücadelede başarıya ulaşmak kişinin tek başına elde edeceği bir netice değildir. Nefsin bilinmez, hesaba gelmez, tedbirle engellenemez ve buyruk altına girmez serkeş tabiatı ancak nefsin bu tabiatına vakıf bir kâmil insanla terbiye edilebilir.5 Nefsi terbiye etmenin diğer metodu olan ruhâni metod konusu ise önümüzdeki sayıda ele alınacaktır.

Kişinin almış olduğu dersi yapamaması halinde telafi etmesi mi veya dersi tekrar tazelemesi mi gerekir. Tasavvufta dersin önemi nedir, seyr-u sulûk için ders gerekli midir?
Cevap: Seyr u sulûk için üç esas vardır. Birincisi günlük olarak yapılan evrad u ezkar, ikincisi genelde haftada bir kez yapılan sohbet ve üçüncü olarak ta insanlığa verilen her tür faydalı hizmettir. Manevi terakki için bunların hepsi de çok önemlidir. Üçayaklı bir masa bir ayağı eksik olduğunda nasıl ki ayakta durmakta zorlanırsa, bir salik de bu üç vazifeyi yerine getirmeden gerçek manada Hakk’a ram olamaz. Tasavvuf yolunda çekilen evrad ve zikirler farz ibadet olmadığı için kazası gerekmez. Öncelikli olarak şunu ifade edelim ki evradı ihmal etmek insanın şeyhine ve kendine verdiği sözü tutmaması manasına gelir. Bundan da önemlisi Allah’ın zikrinden uzak geçen her vakit, her saniye bizim için ebedi bir kayıptır. Boşa geçen zaman geri getirilemeyeceği için sâlik bütün vakitlerini yukarıda sayılan vazifelerle doldurmaya azami gayret sarf etmelidir. Ahirette cennet ehlinin en çok hasret çektiği şey zikirsiz geçen vakitlerdir.

Tasavvufi terbiyenin en önemli hedeflerinden biri de insanın ahlakını güzelleştirmesi, kuran ahkâmını ve sünnet-i seniyyeyi en güzel şekilde yaşamasıdır. Bazı saliklerin bu konuda ihmalleri olabilmektedir. Eğer salikin virdi ve dini vazifeleri bu konuda müspet bir gelişmeye sebep olmuyorsa gerçek manada virtlerini yerine getirmiyor demektir. Bu sebeple salik hem manevi dersini yerine getirme hususunda hem de ahlakını güzelleştirme hususunda dikkatli olmalıdır.

Bundan 10 sene öncesine kadar esrar içiyordum. Ama son bir seneden beri ayda bir kaç kere içiyorum. Namazlarımı da kılıyorum. Ayda bir kaç kere kendimi bilecek kadar içtiğim esrarın kıldığım namazlara zararı olur mu?
Cevap: Dinimize göreçoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır, azı sarhoşluk vermesede hüküm değişmez. Bununla birlikte namazlarınızı kılıyor olmanız çok güzel, zira insanın bazı emirleri yerine getirmemesi diğer emirleri de terk etmesine sebep olmamalıdır. Size tavsiyem esrarı bırakmak için öncelikle çevrenizi değiştirmeniz ve sizi esrar kullanımına sevk eden çevreden ayrılmanızdır. İkinci olarak Allah Teâlâ’nın azametini tefekkür etmek, kalbi ve dili zikir ile meşgul etmek uyuşturucu madde bağımlılıklarını kolay şekilde azaltmanıza yardımcı olabilir. Allah hepimize her tür kötü alışkanlıkları bırakma hususunda yardımcı olsun.

Dipnotlar: 1) Bkz. H. Kamil Yılmaz, AnahatlarıylaTasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007, s. 262. 2) Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili I, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 21; Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf: İslam’da Manevî Hayat, İz Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 124-127. 3) Uludağ, a.g.e., s. 22. 4) Uludağ, a.g.e., s. 22. 5) Arpaguş, a.g.e., s. 72.

7 Ağustos 2009 Cuma

Kur'ân'ın Işığında İdeal İnsan Nasıl Olur?...

........

Bir sınıfta öğrencilere:

– Sizce ideal insan kimdir ve ideal insan nasıl olmalıdır? Şeklindeki bir soruya şu şekilde cevaplar aldım. Bir öğrenci, önce Kur’an’dan Mu’minûn suresinin ilk ayetlerini yazmış. Aynen şöyle:

1. Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir;

2. Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler;

3. Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler;

4. Onlar ki, zekâtı verirler;

5. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar;

Bundan sonra gelen ayetlerden de yararlanmak suretiyle bir örnek müslüman tipi tasvir etmiş. Gerçekten Kur’ân’nın bu ayetleri güzel bir müslüman tipini tasvir etmekte ve kurtuluş yolları göstermekte.. Bunlar elbette ideal bir müslüman için gerekli özellikler olup her müslümanda bulunduğunda ideal bir müslümanın ortaya çıkmasına vesile olacaktır. Fakat benim asıl sorum ideal bir müslümandan öte ideal bir insandı.

Öğrencilerden bir başkası ise yine Kur’ân’dan Furkan suresinin 63. ve sonraki ayetlerini yazıp bir kompozisyon tertibi içinde sunmuştu. Bu kağıtta da Kur’an diliyle Allah’ın sevdiği kullar tasvir ediliyordu. Bunlar:

63. Rahman’ın (has) kulları onlardır ki, yer yüzünde tevazu ile yürürler ve kendilerini bilmez kimseler onlara laf attıklarında (incinmeksizin) ‘selam’ derler (geçerler);

64. Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.

67. (Onlar), harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.

68. Yine onlar ki, Allah ile beraber (tuttukları) başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahı(nın cezasını) bulur.

70. Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

72. (O kullar), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.

73. Kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.

Diğer kompozisyonlar da bu derece dini hüviyet taşımamakla beraber, din dışı da değillerdi. Demek ki, dinin amacı da ideal müslüman tipi meydana getirmekle beraber ideal bir insan tipinin oluşmasını sağlamaktır. Dini bir havası olmayan öteki bütün kompozisyonlar da gerçekten dinlerden ayrı bir hüviyet arzetmemekteler... İşte onların birbirleriyle özdeştikleri noktalar: “Kimse için kötülük düşünmeyen, kıskanmayan, övünmeyen, böbürlenmeyen, şımarıklık etmeyen, şiddet belirtisi göstermeyen, bencillik yapmayan, sizi aldatma olasılığı olmayan, sadık, vefalı, yalan söylemeyen, dürüst, saygılı, sevgi dolu, masum, bir su gibi berrak ve temiz...”

Buradan çıkan sonuç ortadadır: Gerek dindarların, gerekse sıradan vatandaşların birleştikleri ortak bir nokta vardır ki, o da erdemli insan olmak... Demek ki, herkesin dürüst yani erdemli olduğu gün ideal bir insan tipi ortaya çıkacak ve büyük ölçüde toplumun problemleri çözülmüş olacak...

Gönülden Vahye Kulak Vermek...

........Hz. Mûsâ (a.s.) ülü’l-azm peygamberlerdendir. Kendisine Tevrat gibi büyük bir kitap indirilmiş ve “Kelîm” unvânı verilmiştir. “Kelîm” ilâhî kelâma muhâtab; Allah ile konuşan demektir. Kur’an’ın haber verdiğine göre peygamberler içinde bu özelliğe eren ve bu sıfatla anılan sâdece Mûsâ (a.s.)’dır. Nitekim Kur’an’da Îsâ (a.s.) Rûhullah, İbrâhim (a.s.) Halîlullah diye anılır.

Kur’an’da bildirildiğine göre Hz. Mûsâ (a.s.)’nın bir ateş şeklinde gördüğü ilâhî tecellî nûru, yanına vardığı zaman ona şöyle nidâ etmişti:

“Yâ Mûsâ! Ben senin Rabbınım. Naleynini/ayakkabılarını çıkar. Sen Tuvâ mukaddes vâdisindesin. Ben seni seçtim. Şimdi sen vahyedilene kulak ver:

• Muhakkak Ben, Benden başka tanrı bulunmayan Allah’ım,

• Bana kulluk et; Beni zikretmek için namaz kıl,

• Kıyâmet saati mutlaka gelecektir. Her nefis peşinde koştuğunun karşılığını bulsun diye Ben kıyâmeti neredeyse gizli tutuyorum. Kıyâmete inanmayıp nefislerinin hevâsı peşinde koşanlar sakın seni aldatmasın, yoksa helâk olursun.”1

Kur’an’ın naklettiği bu haberi iki bölüm hâlinde değerlendirmek mümkündür.

1- Vahye hazırlık safhası,

2- İlâhî emirler kısmı.

Birinci kısımda ülü’l-azm bir peygamberin vahyi gönülden telakkî etmek üzre Allah tarafından nasıl hazırlandığına dikkat çekilmektedir.

Bilindiği gibi Mûsâ (a.s.) Şuayb (a.s.)’ın kızı Safurya ile evlendikten sonra eşiyle birlikte Medyen’den Mısır’a doğru annesini ve kardeşi Hârun’u ziyâret için yolculuğa çıktı. Meşakkatli bir yolculuğun ardından nûrânî bir ışık gördü ve o ışığın yanına geldikten sonra kendisine ilâhî hitâb vârid oldu. Bu hitâbın ilk kısmında Hz. Mûsâ şu lâfızlarla safha safha vahye hazırlanmaktaydı.

a- Ey Mûsâ! Ben senin Rabbınım.

b- Nalinlerini çıkar.

c- Tuvâ mukaddes vâdisindesin.

d- Ben seni seçtim.

e- Şimdi sen vahyedilene kulak ver.

Son derece sarsıcı bu ilâhî hitâbın amacı Mûsâ (a.s.) üzerinde etkileyici ve toparlayıcı bir tesir meydana getirerek ilâhî mesajı ten kulağıyla değil, can kulağıyla; basarla değil basîretle ve gönülden dinleyip algılamasını sağlamaktı. Çünkü iyi algılamanın ve anlamanın yolu iyi dinleyip kulak vermekten; dikkati teksîf etmekten geçer.

Benzer hitâbın Hz. Peygamber (s.a.) için de sözkonusu olduğunu görüyoruz. Allah Teâlâ ona ağır bir yük yükleyeceğini, bunun için gece ibâdetine devam etmesi gerektiğini bildirmektedir.2 Çünkü geceleyin insanın dikkati dıştan içe yönelir. Kalb ve zihin açılır, alıcılar daha iyi çalışır, hem peygamberlere vahiy hem şâir ve mütefekkirlere ilhâm genellikle gecenin karanlığında gelir. Kur’an buna işâret etmektedir.3

Ayrıca Allah Peygamberi­miz’i vahyi çabuk alıp ez­berlemek için dilini oynat­maktan sakındırarak dik­katini dağıtmamasını; himmetini vahyedilene teksif etmesini emretmektedir.4

Peygamberlerinden bunu isteyen Allah, elbette diğer kullarından da aynı hassâsiyeti bekler. Nitekim bir âyette: “Kur’an okunduğu zaman ona kulak verin ve susun ki rahmete nâil olasınız” buyrulur.5

İnsan kalbinin iç yoğunluğu dış organlardan ulaşan uyarılarla azalmakta; dikkat dağılmaktadır. Bu yüzden Allah Teâlâ peygamberlerini böyle bir hazırlık safhasından ve dikkat çekici hitab ve uyarılardan sonra vahye muhâtab kılmaktadır.

– Niye nalinlerini çıkar?

– Çünkü huzûr-i ilâhîye, üzerinde bir takım necâsetin bulaşmış olması ihtimâli olan ayakkabılarla çıkmamak için.

– Ya da nalinlerin yapıldığı maddelerin temizliği endişesinden korunmak için.

– En çarpıcı yorum bu iki nalinden murâdın iki âlem olduğudur. O iki âlem dünyâ ve ukbâdır. Çünkü iki âlemden geçmeden; onları gönülden çıkarmadan, tarafından peygamber olarak seçildiği ve O’ndan başka Tanrı bulunmayan Allah’a mülâkî olmak mümkün olmadığı gibi gönülden vahyi algılamak da mümkün değildir.

İkinci kısımda Allah Teâlâ bütün ilâhî dinlerin ortak vasıfları olan emirleri sıralamaktadır:

a- Tevhîd inancı,

b- İbâdet/kulluk ve Allah zikri için namaz,

c- Her şeyin karşılığının görüleceği kıyâmet ve âhiret.

a- Tevhîd ilkesi ilâhî dinlerin temelini oluşturur. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (s.a.)’e bütün dinler ve peygamberleri, insanları bu gerçeğe dâvet etmişlerdir. İnsanoğlu yaratılış mayasına zerkedilen bu duygu sebebiyle mutlaka bir şeylere kul olmak ve üstün bir kudrete sığınmak ihtiyâcındadır. Bu yüzden Allah’a kulluğa erememiş insanlar ya nefislerinin hevâsına ya da kendilerinin uydurduğu sanal tanrılara yönelmektedirler.

b- Tevhîd inancının ardından Hakk’a kulluğa sıra gelir. Kulluk abd ile Rabb arasındaki en yüksek düzeydeki ilişkidir. Çünkü Allah insanların ruhlarından bu mânâda bir ahid almış ve ruhlar kendilerine sorulan: “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” ilâhî sorusuna: “Evet”6 diye cevap verdikten sonra bu Rabb-abd muâhadesi başlamıştır. Böyle bir muâhade insanoğlunun sorumluluğunu arttırmaktadır.

Muâhade ve sözleşmeler ciddiye alınmak ve uygulanmak için yapılır. Dolayısıyla unutulmaması esastır. Allah Teâlâ kulları ile olan bu sözleşmeyi unutmamayı “zikir” diye adlandırmıştır. Zikir hatırlamak, unutmamak, yâdında tutmak demektir.

Allah tevhîdi itiraf tarzındaki inancın ardından kulluğu hatırlatmakta; hem kendisini hem de kendisiyle yapılan muâhadeyi unutmamaya vesîle olsun diye namaz kılmayı emretmektedir. Namazda hem zikir/hatırlama hem de Allah Teâlâ ile müvâcehe/karşı karşıya gelme ve mülâkat sıfatı vardır. Namaz sâyesinde kul Rabbı ile âdetâ konuşmakta; O’na kulluk duygularını arz ederek dünyâ ile bağlarının âriyet/geçici olduğunu itiraf etmektedir.

c- Ardından gelen âyette de kıyâmet ve hesap günü hatırlatılarak bu geçici ve fânî dünyâya aldanmamak gerektiğine vurgu yapılmaktadır. İnsan ezeliyet âleminden gelip ebediyete doğru kanat açtığı için bu dünyâdaki varlığını bir algı yanılması sonucu ebedî sanmaktadır. Öyle olunca da fânî olan şeylere gereğinden fazla bel bağlamakta, ebediyet yurdu gölgede kalmaktadır. Oysa tevhîd inancının ve ilâhî dinlerin en önemli özelliği kıyâmet ve âhirettir. Ancak insanlar kıyâmet ve âhiret inancı konusunda ciddî problemler yaşamaktadır.

Günümüzde yapılan araştırma ve anketlerde de sonuç aynıdır. Allah inancı konusunda yüzde doksanlara yaklaşan grafik, âhiret inancı konusunda yüzde altmış-yetmişlere düşmektedir. Sanırım bunda pozitivizmin etkisindeki medya araçları ve estirilen rüzgârın önemli bir tesiri vardır. Oysa Allah inancı ile âhiret inancı doğru orantılı olmalıdır. Çünkü âhiret inancı Allah inancının tabiî bir sonucudur.

İmtihân kasdıyla yaratılan insanın başıboş salıverilmiş olması, hesap kaygısından uzak bulunması akl-ı selîme uymaz. Hesap kaygısı taşımayan ve hevâsının esîri olan güçlü ve zâlim insanların târih boyu insanlığa yaptıkları ürküntü vericidir. Özünde imtihân kaygısı olan ve nihâyetinde âhiret endişesi taşıyan insanların yaşadığı toplumlar ise insanlık onurunu yükseltecek değerli işler yapmışlardır. İnsanı yönlendiren aklı, aklı da yöneten vahiy olmalıdır. Vahyin sesine kulak veren akıl tevhîde erer, kulluğa ulaşır, dünyâsını âhiret kaygısıyla yaşar.

“Altta kalanın canı çıksın” düşüncesiyle düşeni ezen, parçalayan, vahşileşen insanlardan insanlık onuruna lâyık bir şey üretmeleri beklenemez. Târih boyunca insanlık vahiy iklîminden beslendiği; Allah inancı ve âhiret kaygısı taşıdığı sürece adına medeniyet denilecek değerler üretmiştir.

İnsanlık genellikle saâdet/mutluluk ile refâhı birbirine karıştırmaktadır. Refâh düzeyi yükseldikçe mutluluğun artacağı sanılır. Oysa ki durum hiç de öyle değildir. Refâh hayatı kolaylaştırsa bile insanlara mutluluk tadı vermemektedir. Bu yüzden dün de bugün de müreffeh olmayan ama mutlu olan insanlar pek çoktur. Dolayısıyla mutluluğu refâhta değil insânî ve ilâhî değerlerde, vahyin aydınlığında aramalı ve vahye gönülden kulak vermelidir.

Dipnotlar: 1) Tâhâ, 20/11-16. 2) bkz. el-Müzzemmil, 73/1-5. 3) bkz. aynı sûre, 73/6. 4) bkz. el-Kıyâme, 75/16-17. 5) el-A’râf, 7/204. 6) el-A’râf, 7/172.

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...