26 Nisan 2009 Pazar

Kur’ân'ın Eğitimi Işığında Allah Resûlüne İttiba

Kur’ân Âyetleri Işığında Allah Resûlüne İttiba

De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana tabî olun ki, Allah’ta sizi sevsin...”
İttiba’ sözcüğünün anlamını vererek yazımıza başlamak istiyoruz. İzlemek, ardına düşmek, uymak anlamlarına gelen “tebia’ ” kökünden türeyen “ittiba’ ” kelimesi, tabi olmak, ardı sıra gitmek, peşinden yürümek, izlemek manalarını ihtiva eder.1

Allah Teâlâ’nın rızasına tabi olma, peygamberlere, onlara indirilen vahye ve kitaplara uyma, hidayete, hakka ve Kur’ân’a bağlanma, mü’minlerin yolundan gitme gibi İslam dininin temel noktasını teşkil eden ilkeler, “İttiba” kavramı ile ifade edilmiştir. Keza hevâ ve heveslere, şeytana, zalimlere ve müfsitlere tabi olma, zanna ve mü’minlerin yolunun dışında bir yola uyma gibi konular da yine “ittiba” kavramı ile anlatılmıştır.2

Çeşitli âyetlerdeki “Muhammed (s.a.v)’e ve ona indirilen vahye tabi olma” ile ilgili emir ve açıklamalar, konumuzun özünü teşkil etmektedir. Allah Teâlâ, bütün mü’minlerden Peygamber (s.a.v)’e uymalarını, onun yolunda yürümelerini, ona bağlanmalarını ve onu sevmelerini emretmektedir. Allah Teâlâ, O’nun zatını ve uygulamalarını üsve-i hasene (güzel bir numune) kılmıştır. O’nun rehberliği olmadan, Kur’ân’ın anlaşılması mümkün değildir. Zira, Allah Teâlâ O’na sadece Kur’ân’ı duyurma görevini vermemiş, aynı zamanda onu açıklama görevini de vermiştir. Nitekim bir âyet-i kerimede bu görev şöyle açıklanmaktadır: “…İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.”3

Allah Resûlünün açıklamalarına, onun pratik olarak uyguladıklarına “ittiba” etmeden, İslamî hayatın teşekkülü düşünülemez. İslam âlimleri nezdinde dinin birinci temel kaynağının Kur’ân olduğunda şüphe bulunmadığı gibi, sünnetin yani Resûlullah (s.a.v)’in kavlî, fiilî, takrîrî uygulamalarının da ikinci kaynak olduğunda asla tereddüt yoktur. Bu noktada tereddüt edenlerin, itibara alınacak bir delilleri yoktur. Böyle bir yola tevessül edenlerin, kafa karışıklığına yol açacak beyanları, Kur’ân’ın, Allah Resûlüne tabi olma konusundaki emirleri ile çelişmektedir.

Ashabtan Sa’d (r.a), Hz. Âişe’ye “Ey mü’minlerin annesi! Bana Resûlüllah (s.a.v)’in ahlakını anlat” dedi. Hz. Aişe “Sen, Kur’ân okuyorsun değil mi?” deyince Hz. Sa’d “Evet okuyorum” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Âişe ‘İşte Peygamber (s.a.v)’in ahlakı Kur’ân’dı.’dedi.”4 Görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz, Kur’ân’ın canlı örneği idi. Resûl-i Ekrem, Kur’ân’ı ümmetine tebliğ etmekle kalmamış, bizzat onun hükümlerini kendisi uygulayarak onlara rehberlik etmiştir. Bu sebeple hiçbir surette onu aradan çıkararak ve onun sünnetini terk ederek, Kur’ân’ın anlaşılması tasavvur edilemez.

Allah Teâlâ, Resûlüllah (s.a.v)’e tabi olmayı, onu sevmeyi, kendine tabi olma ve sevme derecesine yükseltmiştir. “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…”5

Yukarıdaki âyetin iniş sebebi şöyle anlatılır: Resûlulah (s.a.v), zamanında bir topluluğun “Ey Muhammed! Allah’a yemin ederiz ki, şüphesiz biz Rabbimiz’i (çok)seviyoruz” demeleri üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirmiştir. Bu âyette Allah Teâlâ, Peygamberi Muhammed (s.a.v)’e tabi olmayı, kendi sevgisine bir alâmet kılmıştır.6 Bir başka iniş sebebini Taberî şöyle açıklar ve bu görüşü tercih ettiğini söyler. Necran Hıristiyanları Peygamber (s.a.v)’in ziyaretine gelirler. İsa (a.s) hakkında onu yüceltici sözler söylerler ve bunu da Allah sevgisinden dolayı yaptıklarını bildiriler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirir ve Peygamber (s.a.v)’e Necran Hıristiyanlarına şöyle demesini emreder: “İsa (a.s) hakkındaki sözlerinizi, Ancak Allah Teâlâ’yı yüceltmek ve O’nu sevmek için söylediğinizi iddia ediyorsanız, Muhammed (s. a.v)’e tabi olun.”7
Her iki iniş sebebi de Hz. Muhammed (s.a.v)’e tabi olmanın, onun sünnetine uymanın gerekliliğine işaret etmektedir. Allah Teâlâ’nın sevgisine ve bağışlamasına mahzar olmanın yolu, ancak Peygamber (s.a.v)’in getirdiklerine iman etmekle ve onun sünnetine tabi olmakla mümkündür. Dünya ve âhirette gerçek anlamdaki başarının ve kurtuluşun ancak Peygamber (s.a.v)’e tabi olmakla temin edileceğini Kur’ân şöyle bildirir:

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygamber’e tabi olanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûra (Kur’ân’a) tabi olanlar var ya, kurtuluşa erenler onlardır.”8

Resûl-i Ekrem’in risâletine inanmayan, ona destek olmayan, ona yardım etmeyen, ona tabi olmayan, ona indirilen Kur’ân’ı kabul etmeyen hiçbir kimse kurtuluşa eremez. Bütün Peygamberlere, onlara gönderilen kitap ve sahifelere inanmak, imanın temel esaslarındandır. Peygamber (s.a.v)’in risâletinden sonra kıyamete kadar yaşayacak olan herkesten; bütün Hıristiyanlardan, Yahudilerden ona tabi olmaları ve iman etmeleri istenmiştir. Onun peygamberliğini kabul etmeyen, ona indirilen Kur’ân’ın Allah tarafından gönderildiğine inanmayan hiçbir kimse mü’min sayılmaz. Yukarıdaki âyet bu gerçeği gayet veciz bir şekilde açıklamaktadır. Bir sonraki âyette de bu durum teyit edilerek şöyle buyurulur:

“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve ümmi peygamber olan Resûlüne iman edin. O, Allah’a ve O’nun kelimelerine iman getirendir. Ona tabi olun ki hidayete eresiniz.” 9

Bu âyet, Hz. Muhammed (s.a.v)’in cihanşümul bir Peygamber olduğunu açıklamaktadır. Peygamber Efendimiz, diğer peygamberler gibi, yalnız kendi kavimlerine, belirli bir bölgeye gönderilen bir peygamber değildir. O, bütün insanlara ve cinlere gönderilmiş bir peygamberdir. O’nun tebliğ ettiği ilâhî hükümler, sadece bir milletin, bir kavmin, bir topluluğun kurtuluşuna değil, bütün insanların saadetine vesiledir. Bu sebeple, ona tabi olanlar ve onun peygamberliğine candan inanalar, rahmet ve kurtuluşa erecek ve hidayet dairesinin içerisine girebileceklerdir.

Mü’minin bütün sevgisi, Allah için, Allah yolunda ve Allah’ın rızasını kazanmak uğrunda olur. Allah’ın dini de tevhid ve İslam olduğundan, sevgi hep bu çerçevede dolaşır, durur. İtaat ve ibadet için gösterdiği iradede, ancak bu din hakim olur. O halde Allah’ı sevenler, “Ben özümü Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da öyle”10 diyen ve bu dini tebliğ eden Resûlulah’a karşı gelmemeli, onun gibi ihlas ve samimiyetle “Ben özümü Allah’a teslim ettim” demeli, dini hayatta Hz. Peygamber (s.a.v)’e, onun tebliğine uymalı ve onu örnek almalıdır. Bunun zıddı, “Ben Allah’ı severim, ama emrini dinlemem, O’nun sevdiğini sevmem, O’nu sevenleri, O’nun yolunu gösterenleri, O’nun seçip gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem” demektir. Allah Resûlüne uymak istememek “Ben özümü Allah’a teslim ettim” dememek ve bu düstur ile hareket etmemektir. Bu da Allah’ı sevmemek ve rahmetinden mahrum kalmaktır.

Peygamber (s.a.v)’e uymanın gerekliliği, onun sırf Allah’ın Resûlü, görevlendirdiği peygamberi, dinin tebliğcisi, hidâyetinin ve emirlerinin bildiricisi ve habercisi olduğundan dolayıdır. Allah Teâlâ’nın elçisine itaat etmekten kaçınanlar, Allah’a ibadet ve taattan kaçınan kâfirlerdir. Allah da kâfirleri sevmez ve küfrün hiçbir çeşidine razı olmaz.11

Allah Resûlüne tabi olmak ve onu sevmek, Allah’a itaat etmek ve Allah’ı sevmektir. Zira Peygamber (s.a.v), Allah’ın elçisidir. O’nun adına tebliğini yapar, O’nun emir ve yasaklarını açıklar, uygular ve bu anlamda ümmetine örnek olur. Allah Resûlüne itaat, doğrudan doğruya Allah’a itaattir. Hz. Peygambere tabi olmak ve ona itaat etmek, elçiyi gönderene itaat etmek anlamındadır. Bu bakımdan, Resûlullah (s.a.v)’e ittiba farzdır.

Dipnotlar: 1) İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1999, II, 13-15, (tebia’ maddesi); Osman Develliogğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1978, I, 564. 2) Muhammed Fuad Abdulbaki, Mu’cemü’l-Müfehres li elfâzi’l_Kur’ani’l-Kerîm, İstanbul, ts. s. 150-152. 3) Nahl, 16/44. 4) Müslim, Müsâfirûn, 139; Tirmizî, Birr, 69; İbn Mâce, Ahkâm, 14; Ahmed b. Hanbel, VI, 54, 91. 5) Âl-i İmrân, 2/31. 6) Bkz. Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Mısır (Kahire), 1981987, c. III, cz. III, 155; Muhammed eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, Beyrut, 1994, I, 420. 7) Bkz. Taberî, a.g.e., III, 155-156. 8) A’raf, 7/157. 9) A’raf, 7/158. 10) Âl-i İmrân, 3/20. 11) Geniş bilgi için bkz. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Sadeleştirenler, İsmail Karaçam ve Arkadaşları, Almanya, ts. II, 342-344.

“İnsan kalbiyle diri ve donanımlı olmalı” Kalbimizi Koruyalım

“İnsan kalbiyle diri ve donanımlı olmalı” Kalbimizi Koruyalım

İnsan, kalbi kadar adamdır. “Yürek” ve “gönül” de dediğimiz kalbimiz, kişiliğimizin ta kendisidir. Onun için kalp sağlığımıza dikkat edelim, kalbimizi koruyalım diyoruz.
Aslında kalp, gönül, yürek dediğimiz latifemiz ile, kan pompalayan organımız arasında bir ilişki vardır ama, ne derece güçlü ya da zayıf bir ilişkidir, tam da bilemiyoruz herhalde.


Her ikisi de önemlidir tabi. Organımız durursa, ölürüz. Hastalanırsa, hayat çekilmez olur. Kalbimiz ölürse imansız, hastalanırsa ahlaksız ve erdemsiz oluruz Allah Teâlâ korusun.
Derler ki manevî kalbimiz, maddî kalbimizin yerindedir mekân olarak. Ama gözle görülmez, elle tutulmaz. İman ve ibadetlerle, özellikle de zikirle uyanır, aydınlanır. Nurlanır yani. Açılır, derinleşir, bilginleşir. Bir acayip âlem olur çıkar. Böyle bir kalbe sahip olana da “gönül ehli”, “uyanık kalbli”, “diri kalpli”, “selim kalbli” gibi isiler verilir.


Bizim “koruyalım” dediğimiz kalp de işte bu kalbimizdir.
Alimlerimiz, bu kalbimizin vücudumuzun hükümdarı olduğunu söylerler. Nitekim bir hadiste Sevgili Peygamberimiz bunu açıkça ifade etmiştir: Kalbimiz iyi olursa bütün vücut iyi olur, kalbimiz bozulursa bütün vücut bozulur. O yüzden her sabah organlarımız kendi dilleriyle kalbimize iyi olması için rica ederlermiş. Çünkü onun kötülüğünü herkes çekmekte.


Böyle olunca temiz, selim bir kalbin işleri kaliteli olarak haliyle kıymet kazanacaktır. Kirli bir kalpten, kolay kolay temiz işler de çıkmayacaktır.
Kalbimiz her şeyden evvel, inancın merkezidir. İnsan kalbiyle inanır. Kalbde ya Allah Teâlâ’ya iman ve İslam dinine teslimiyet vardır, ya da inkar ve isyan.


Öyleyse kalbimizi ilk koruma işlemi, iman etmektir ve bunu samimiyetle yapmaktır. Kalbin katılmadığı iman, yok hükmündedir. Mesela dil iman ettiğini söyler ama kalp onu tasdik etmezse, buna münafıklık denir. Riya, süm’a, müdahane ve tabasbus, yani halk arasında yağcılık ve dalkavukluk denilen şeyler de bu türün teferruatlarındandır.


Kalbimize Allah Teâlâ’ya iman, Resulullah (sav) Efendimize iman, tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerime ve İslam dinine iman gibi iki dünyamızı da mes’ud ve bahtiyar edecek bir olguyu yüklediğimizde, onu koruyacak en büyük imkanı sağlamış oluruz. Ama iş bununla bitmez. Bundan sonra sürekli onu sağlıklı bir şekilde beslemeye devam etmeliyiz.


Kalbimiz, iyi niyet ve ihlasla, Allah Tealayı ve Resulullah (sav) Efendimizi, dolayısıyla müminleri sevmekle ve bunlara karşı düşmanlık yapan şeytanları, kafirleri, münafıkları, zalimleri, fasıkları sevmemekle canlanır, gürbüzleşir, açılır ve gelişir. Bu sevginin tefekkür ve tezekkür gibi, tefvîz ve tevekkül gibi açılımları da olacaktır haliyle.


Bu açılımların başında da ibadetler gelmektedir. Her ibadet, kalbe bir nur bırakır. Çoğaldıkça ve çeşitlendikçe bu ibadetlerden hasıl olan nurlar kalbi kaplar ve onu kıymetlendirir. Bu kalbin sağlamlığının garantisidir bir yerde. Tıpkı her günahın kalbe kara bir leke bırakması gibi.
Evet, her günah kalbe kara bir leke atar ve bu lekeler biriktikçe kalbi kaplar, üst üste gelen lekeler kalbe pas bağlatır ve hava aldırmaz eder onu, boğar atar, derken öldürür gider.

Bu açıdan kalbi korumanın bir başka adı da takva’dır. Takva Allah Teâlâ’ya karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmektir.


Aslında takva korunmak demektir kelime anlamıyla.
Neden korunmak?
Allah Teâlâ’nın azabından.
Nasıl korunmak?


Emirlerini yerine getirerek, yasaklarından kaçınarak, ahlakımızı güzelleştirerek.
İşte takva budur ve bizim bireysel olarak bütün amacımız bunu elde etmektir. Ümmet olarak amacımız da bütün insanları takvalı yapmak için bize düşen görevleri eksiksiz yapabilmektir. Bütün bu çabaların sonu, Allah Teâlâ’nın dininin yeryüzünde üstün olması demektir. İşte bizim nihaî hedefimiz budur.


Bu hedefe yürüyen bir kalbin azıkları olacaktır elbette. Bunlar onu her dem taze ve diri tutacaktır. Marifetullah, muhabbetullah, tefekkür, tezekkür, tedebbür, tevekkül, tefviz, havf, reca, sabır, şükür, rıza, teslimiyet, murakabe, muhasebe, muhabbet… gibi azıklar.


Ve yoldaşlar olacaktır haliyle. Allah Teâlâ için olan dostluklar ve yardımlaşmalar, sohbetler, bu seyr-u sülûkta birer yoldaş ve yardımcıdırlar.
Bu uzun yolların çetin sınavları vardır daha başında bildirilen. Sabır ve mücahede gibi silahlar gerekir haliyle bu uzun seferde.


Bir insan kalbiyle diri ve donanımlı olmalı. Gerçi kalıp da bir eserdir, iz bırakır, nişan verir ama, asıl olan kalpdir, gönüldür. Saç sakal, sarık cüppe de bir nişandır ama, Allah Teâlâ ne bu nişanlara, ne sûret ve suratlara, ne soy ve soplara, ne de servetlere bakmaz, illa kalbe bakar. Yere göğe sığmaz ama, kalbe tecellî eder.


İnsanın kalbine bakmadan kalıbına bakması, hep ona bakması, bir eksikliktir. Her şeyden evvel anlayışta, kavrayışta, tefakkuhta bir eksiklik. Bu eksiklik adamı yobazlığa götürebilir kuşkusuz. Ama, nasıl ki “küp içindekini sızdırır,” kalpde de böyle bir uyanma, nurlanma, sağlanma varsa, bu kalıptan da belli olur. Temizlik, tertip ve düzen, nezaket, tebessüm, tatlı dil, hoşgörü, af, müsamaha, yardımseverlik, cömertlik, îsar, hep temiz bir kalbin nişaneleridir.


Kalıba hiç bakmamak da insanı hatalara götürür. Normalde melametîliğe, kalenderîliğe gerek yoktur. Zaten kalp sahiplerinin her işi itidal ve denge üzerindedir. Dengesizlik, muvazenesizlik demektir ki, kimse beğenmez.


Kalp sağlığının alabildiğine gündemde olduğu günümüzde biz de asıl kalbimizin sağlığına ve kalbî işlerin kıymetine dikkat çekelim istedik. Bu vesile ile kendimiz ve sizler için, bütün bir insanlık için sağlıklı kalpler ve onlardan kaynaklanan değerli işler dileriz sevgili Rabbimizden.

EĞİTİMDE MODEL OLMAK VE HZ.PEYGAMBER(S.A.V)

Genelde bütün peygamberlerin ve özelde bizim Peygamberimiz (s.a.)’in en önemli vasıflarından biri “üsve-i hasene”1 güzel model ve örnek oluşudur. Peygamberler, ümmetlerinin rol modelleri ve ahlâkî kahramanlarıdır. Çünkü insanlar ahlâkî erdemleri, güzel huyları ve insânî davranışları târiflerden çok; fiilî uygulamalardan öğrenir, kavrar ve hayata uygularlar.

Eğer sâdece kuralların bilinmesi yeterli olsaydı peygamberlere ihtiyaç olmazdı. Allah Teâlâ melek aracılığıyla ya da başka bir vâsıtayla hayatı kuşatacak ve davranışları yönlendirecek dînî hükümleri ihtivâ eden kitaplarını gönderir; insanlar da o kitaptaki ahkâm ve kurallara uyarak doğru yolu bulmuş olurlardı. Ama Allah Teâlâ öyle yapmamış; insanlara kendi içlerinden ve kendi cinslerinden peygamberler göndermiştir2 ki ümmetlerine model olsunlar ve fiilen yol göstersinler.

Allah Teâlâ, Rasûlünü Kur’an’da ahlâkî açıdan: “Sen yüce bir ahlâk üzeresin”3 diye övdüğü gibi yüce Nebî (s.a.)’nin bizzat kendisi de: “Mekârim-i ahlâkı/güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”4 buyurarak bi’setin/peygamber olarak gönderilişinin ana hedefinin güzel ahlâk olduğuna dikkat çekmiştir.

Gazzâlî’nin İhyâ’da naklettiği rivâyete göre Allah Rasûlü kendisine: “Din nedir?” diye ısrarla soran adama: “Güzel ahlâktır” buyurmuştur. Aynı zât üçüncü defa suâlini tekrarlayınca Peygamberimiz (s.a.) tekrar adama dönerek: “Anlamıyor musun? Din kızmamak demektir”5 buyurmuştur. Kendisine bir başka seferinde: “Şum/uğursuzluk nedir?”diye sorana da: “Kötü huydur” diye cevap vermiştir.6

Kur’ânî ve Nebevî anlayışa göre güzel ahlâk insanın kalb ülkesine Allah’ı egemen kılması “nerede bulunursa bulunsun Allah’tan korkup çekinmesidir. İnsanlık îcâbı bir yanlış ve günah işlediğinde ardından o günahı giderecek bir iyilik yapması ve insanlarla hüsn-i muâşereti/güzel geçinmesidir.”7

Bu âyet ve hadîslerden ahlâkın îmân ve Allah korkusu ekseninde gelişen bir vicdan olayı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim millî şâirimiz Mehmed Âkif de bunu şöyle ifâde eder:

Ne irfândır veren ahlâka yükseklik, ne vicdândır,
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân’ın.
Ne irfânın kalır tesîri katiyyen, ne vicdânın.

Güzel ahlâkın temelinde Allah korkusu ve insanlara iyi davranma kaygısı vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.) mîzâna ilk konulacak şeyin güzel ahlâk ve cömertlik olduğunu8 ifâde buyurduğu gibi dindarlığı süsleyen iki değerli hasletin de cömertlik ve güzel huy olduğunu ortaya koymuştur.9 Cömertliğin ölçüsü herkese ve her varlığa karşı yardıma koşmak değildir, ama hiç olmazsa güler yüz, güzel huy ile onları hoşnut etmeye çalışmaktır. Mümine şeref kazandıran dîni, asâlet veren güzel huyu, mürüvvet bahşeden ise aklıdır.10

Allah Rasûlü (s.a.): “İbâdeti zayıf olduğu hâlde kulun güzel ahlâkı sâyesinde âhirette yüksek derece ve şerefli menzillere erişeceğini”11 ifâde buyurur. Nitekim Cüneyd Bağdâdî hazretleri bu hadîsin şerhi zımnında şunu söylemiştir: Dört şey vardır ki bunlar -kişinin ilmi ve ameli az da olsa- onu yüksek mevkîlere yükseltebilir. Îmânın kemâli demek olan bu dört şey hilim/yumuşaklık, tevâzu/alçakgönüllük, cömertlik ve güzel ahlâktır.

Dîni güzel ahlâkla, güzel ahlâkı da tasavvuf ile özdeşleştirenler çoktur. Nitekim Ebû Bekir Kettânî bunlardan biridir. Ona göre “tasavvuf denilen şey güzel ahlâktan ibârettir. Ahlâkını güzelleştirip artıran kimse tasavvufî bakımdan da yücelik kazanır.” Atâ da şöyle der: “Yükselenler hep güzel ahlâkları sâyesinde yükselmişlerdir. Ahlâkın kemâl derecesi Hz. Muhammed (s.a.)’dir. Allah’a yakınlık da Rasûl-i Ekrem (s.a.)’in izini takip ederek güzel ahlâk ile gerçekleşir.” Kur’an’a göre “insanların en keremli ve şereflisi takvâ sahibi olanlardır.”12 Îmânın esâsı takvâ, İslâm’ın esası güzel ahlâktır.

Tâbiîn neslinin ser halkası, tasavvuf yolunun kol başısı Hasan Basrî güzel ahlâkı şöyle târif eder: “Güler yüz, tatlı söz, insanlara iyilik yapmak, kötülükten sakınmak.” Ebû Bekir Vâsıtî güzel ahlâk için: “Kimseye husûmet etmemek, kimsenin husûmetini çekmemek, bütün bunları Allah’ı daha iyi bildiği için yapmaktır” der. Sehl Tüsterî ise güzel ahlâkı şöyle anlatır: “En aşağısı halkın eziyetlerine katlanmak, kötülüğe kötülükle karşılık vermemek, zâlime bile merhamet etmek, onun bağışlanmasını dilemek ve ona şefkatle muâmeledir.”

“Ene’l-hak” sözünü söyledi diye îdama mahkûm edilen ve taşlanarak öldürülen Hallâc-ı Mansûr ise güzel ahlâkı şöyle açıklar: “Hakk’ı düşünerek halkın eziyetlerine aldırmamak.”

İnsanda çirkinliklerin kaynağı, kötülüğü çokça emreden nefistir.13 Bu yüzden ahlâkın esâsı nefsi adam edebilmektir. Çünkü insan nefsi şeytandan da firavundan da beterdir. Kibir dersen onda, mal peşinde koşmak dersen onda, şehvete tapmak dersen yine ondadır. Nefsin sâkin duruşu âcizliğindendir. Eğer imkân verilse o zaman gerçek yüzünü gösterir. Hani derler ya: “Bir insanın gerçek tabîatını ve huyunu tanımak isterseniz ona ya para verin; zengin edin, ya da makâm verin; iktidâr sâhibi, güçlü yapın, ondan sonra davranışlarına bakın.” Elindeki ekonomik gücüne; ya da makâm ve yetki kuvvetine rağmen iyilik yapıyor, herkese iyi davranıyorsa ne âlâ. Değilse onun iyi görünüşü ve suskunluğu âcizliğindendir. Mayasının temizliğinden değil.

Önemli olan insanın tabîat olarak iyilik ve güzelliğe, kötülük ve günaha duyarlılık kazanmasıdır. Gerçek iyilik güzel ahlâktan ibârettir. Günah ve çirkin davranış insanın gönlünü tırmalayan ve içinde huzursuzluk meydana getiren hareketlerdir.14 Onlara karşı hassasiyetin kaybolmaması gerekir ki güzel ahlâk zâyî olmasın.

Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde ahlâksız, geçimsiz ve dikkatsiz insanları katıra; yumuşak tabîatlı, iyi huylu ve herkesle geçinen güzel ahlâk sâhibi kimseleri de deveye teşbih ederek şöyle anlatır:
Katır bir gün deveye der ki: “Ey güzel yol arkadaşı, sevgili yoldaş! Yol yokuş ya da iniş, dar ya da geniş seni hiç ilgilendirmiyor. Güzelce geçip gidiyorsun. Hiç kapaklanmıyor; tökezleyip düşmüyorsun. Ben ise şaşkın gibi çoğu zaman tepetaklak düşüyorum. Sıkça tökezliyorum. Bana bunun sebebini anlatır mısın?” Deve cevaben der ki: “Ben her adımımı görerek atarım. O yüzden de tökezleyip sürçmekten kurtulurum. Sen ise üç adım ilerisini bile göremezsin, acele edersin. Önündeki dâneyi görürsün de tuzağı görmezsin. Hiç körle gören bir olur mu?15 Nitekim Allah Rasûlü de müminleri yumuşak huylu ve uysal tabîatlı olmada güzel yürüyen ve çekince giden deveye benzetir.16 Güzel ahlâkın temeli de geçim ehli olmaktır, uyum sağlamaktır.
Mevlânâ Dîvân-ı Kebîr’inde güzel ahlâk sâhibi olmadan Sevgiliye varılamayacağını şöyle anlatır:

Ulaşmak için ay yüzlü dilbere
İyi huylu ve geçimli olmak gerek bir kere
Güzelse eğer âşıkın ahlâkı ve huyu
Kurtulur, derin dahi olsa düştüğü kuyu
Aşk bir şehirdir ki, güzellikleri var
Güzelleri için lâzım ona hisar
Kötü huyluları aşk şehrine sokma sakın
Aşk ehli olmalıdır ahlâklı, îmânlı ve ehl-i yakîn
Aşk gam yükleri altındaki gönlün gıdâsıdır
Sevgiliyle buluşmak bir kalb safâsıdır.17

Aşk hem ibâdet ve kulluğu hem de kahır ve cefâ çekmeyi kolaylaştırır. Güzel ahlâk sâhibi olmanın önündeki engelleri kaldırarak öfke kılıcının yerine hilim kılıcını ikâme eder. Çünkü güzel ahlâkın temeli olan hilim/yumuşaklık öfke kılıcından daha keskindir. Bu konuda en güzel model Allah Rasûlü’dür. Allah Teâlâ onun hakkında buyurur ki: “Sen Allah’ın rahmeti sâyesinde insanlara leyyin/yumuşak davrandın. Eğer sen katı yürekli ve acımasız olsaydın insanlar etrafından dağılır giderlerdi.”18

Dipnotlar: 1) Bkz. el-Ahzâb, 33/21; el-Mümtehine, 60/4,6. 2) Bkz. el-Bakara, 2/151; Âl-i İmrân, 3/164; el-Cuma’, 62/2. 3) el-Kalem, 68/4. 4) Muvatta’, Husnü’l-hulk, 8; İbn Hanbel, II, 281. 5) İhyâ, III, 115, Mervezî, Tâzimu kadri salah’ta mürsel olarak rivâyet etmiştir. 6) İbn Hanbel, VI, 85; Ebû Dâvûd, Edeb 123, 124, hadîs no:5162; Taberâni, Evsat, VI, 38. 7) Tirmizî, Birr, 55/1987. 8) Krş. Tirmizî, Birr 62, (2003,2004); Ebû Dâvûd, Edeb 8, (4799); İhyâ, III, 116. 9) Bkz. Heysemî, VIII, 20; Ali el-Müttakî, Kenzu’l-ummâl, VI, 392. 10) Bkz. Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, hadîs no: 6229. 11) Krş. Ebû Dâvûd, Edeb, 7. Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr, 62. 12) el-Hucurât, 49/13. 13) Yûsuf, 12/53. 14) Krş. Müslim, Birr, 14, 15; Tirmizî, Zühd, 52/2381. 15) Mesnevî, III, b. 1745-1761. 16) İbn Mâce, Mukaddime, 6. 17) Dîvân-ı Kebîrden Seçmeler, I, 215 (I, 470). 18) Âl-i İmrân, 3/159.

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...