7 Ağustos 2009 Cuma

Kur'ân'ın Işığında İdeal İnsan Nasıl Olur?...

........

Bir sınıfta öğrencilere:

– Sizce ideal insan kimdir ve ideal insan nasıl olmalıdır? Şeklindeki bir soruya şu şekilde cevaplar aldım. Bir öğrenci, önce Kur’an’dan Mu’minûn suresinin ilk ayetlerini yazmış. Aynen şöyle:

1. Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir;

2. Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler;

3. Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler;

4. Onlar ki, zekâtı verirler;

5. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar;

Bundan sonra gelen ayetlerden de yararlanmak suretiyle bir örnek müslüman tipi tasvir etmiş. Gerçekten Kur’ân’nın bu ayetleri güzel bir müslüman tipini tasvir etmekte ve kurtuluş yolları göstermekte.. Bunlar elbette ideal bir müslüman için gerekli özellikler olup her müslümanda bulunduğunda ideal bir müslümanın ortaya çıkmasına vesile olacaktır. Fakat benim asıl sorum ideal bir müslümandan öte ideal bir insandı.

Öğrencilerden bir başkası ise yine Kur’ân’dan Furkan suresinin 63. ve sonraki ayetlerini yazıp bir kompozisyon tertibi içinde sunmuştu. Bu kağıtta da Kur’an diliyle Allah’ın sevdiği kullar tasvir ediliyordu. Bunlar:

63. Rahman’ın (has) kulları onlardır ki, yer yüzünde tevazu ile yürürler ve kendilerini bilmez kimseler onlara laf attıklarında (incinmeksizin) ‘selam’ derler (geçerler);

64. Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.

67. (Onlar), harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.

68. Yine onlar ki, Allah ile beraber (tuttukları) başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahı(nın cezasını) bulur.

70. Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

72. (O kullar), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.

73. Kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.

Diğer kompozisyonlar da bu derece dini hüviyet taşımamakla beraber, din dışı da değillerdi. Demek ki, dinin amacı da ideal müslüman tipi meydana getirmekle beraber ideal bir insan tipinin oluşmasını sağlamaktır. Dini bir havası olmayan öteki bütün kompozisyonlar da gerçekten dinlerden ayrı bir hüviyet arzetmemekteler... İşte onların birbirleriyle özdeştikleri noktalar: “Kimse için kötülük düşünmeyen, kıskanmayan, övünmeyen, böbürlenmeyen, şımarıklık etmeyen, şiddet belirtisi göstermeyen, bencillik yapmayan, sizi aldatma olasılığı olmayan, sadık, vefalı, yalan söylemeyen, dürüst, saygılı, sevgi dolu, masum, bir su gibi berrak ve temiz...”

Buradan çıkan sonuç ortadadır: Gerek dindarların, gerekse sıradan vatandaşların birleştikleri ortak bir nokta vardır ki, o da erdemli insan olmak... Demek ki, herkesin dürüst yani erdemli olduğu gün ideal bir insan tipi ortaya çıkacak ve büyük ölçüde toplumun problemleri çözülmüş olacak...

Gönülden Vahye Kulak Vermek...

........Hz. Mûsâ (a.s.) ülü’l-azm peygamberlerdendir. Kendisine Tevrat gibi büyük bir kitap indirilmiş ve “Kelîm” unvânı verilmiştir. “Kelîm” ilâhî kelâma muhâtab; Allah ile konuşan demektir. Kur’an’ın haber verdiğine göre peygamberler içinde bu özelliğe eren ve bu sıfatla anılan sâdece Mûsâ (a.s.)’dır. Nitekim Kur’an’da Îsâ (a.s.) Rûhullah, İbrâhim (a.s.) Halîlullah diye anılır.

Kur’an’da bildirildiğine göre Hz. Mûsâ (a.s.)’nın bir ateş şeklinde gördüğü ilâhî tecellî nûru, yanına vardığı zaman ona şöyle nidâ etmişti:

“Yâ Mûsâ! Ben senin Rabbınım. Naleynini/ayakkabılarını çıkar. Sen Tuvâ mukaddes vâdisindesin. Ben seni seçtim. Şimdi sen vahyedilene kulak ver:

• Muhakkak Ben, Benden başka tanrı bulunmayan Allah’ım,

• Bana kulluk et; Beni zikretmek için namaz kıl,

• Kıyâmet saati mutlaka gelecektir. Her nefis peşinde koştuğunun karşılığını bulsun diye Ben kıyâmeti neredeyse gizli tutuyorum. Kıyâmete inanmayıp nefislerinin hevâsı peşinde koşanlar sakın seni aldatmasın, yoksa helâk olursun.”1

Kur’an’ın naklettiği bu haberi iki bölüm hâlinde değerlendirmek mümkündür.

1- Vahye hazırlık safhası,

2- İlâhî emirler kısmı.

Birinci kısımda ülü’l-azm bir peygamberin vahyi gönülden telakkî etmek üzre Allah tarafından nasıl hazırlandığına dikkat çekilmektedir.

Bilindiği gibi Mûsâ (a.s.) Şuayb (a.s.)’ın kızı Safurya ile evlendikten sonra eşiyle birlikte Medyen’den Mısır’a doğru annesini ve kardeşi Hârun’u ziyâret için yolculuğa çıktı. Meşakkatli bir yolculuğun ardından nûrânî bir ışık gördü ve o ışığın yanına geldikten sonra kendisine ilâhî hitâb vârid oldu. Bu hitâbın ilk kısmında Hz. Mûsâ şu lâfızlarla safha safha vahye hazırlanmaktaydı.

a- Ey Mûsâ! Ben senin Rabbınım.

b- Nalinlerini çıkar.

c- Tuvâ mukaddes vâdisindesin.

d- Ben seni seçtim.

e- Şimdi sen vahyedilene kulak ver.

Son derece sarsıcı bu ilâhî hitâbın amacı Mûsâ (a.s.) üzerinde etkileyici ve toparlayıcı bir tesir meydana getirerek ilâhî mesajı ten kulağıyla değil, can kulağıyla; basarla değil basîretle ve gönülden dinleyip algılamasını sağlamaktı. Çünkü iyi algılamanın ve anlamanın yolu iyi dinleyip kulak vermekten; dikkati teksîf etmekten geçer.

Benzer hitâbın Hz. Peygamber (s.a.) için de sözkonusu olduğunu görüyoruz. Allah Teâlâ ona ağır bir yük yükleyeceğini, bunun için gece ibâdetine devam etmesi gerektiğini bildirmektedir.2 Çünkü geceleyin insanın dikkati dıştan içe yönelir. Kalb ve zihin açılır, alıcılar daha iyi çalışır, hem peygamberlere vahiy hem şâir ve mütefekkirlere ilhâm genellikle gecenin karanlığında gelir. Kur’an buna işâret etmektedir.3

Ayrıca Allah Peygamberi­miz’i vahyi çabuk alıp ez­berlemek için dilini oynat­maktan sakındırarak dik­katini dağıtmamasını; himmetini vahyedilene teksif etmesini emretmektedir.4

Peygamberlerinden bunu isteyen Allah, elbette diğer kullarından da aynı hassâsiyeti bekler. Nitekim bir âyette: “Kur’an okunduğu zaman ona kulak verin ve susun ki rahmete nâil olasınız” buyrulur.5

İnsan kalbinin iç yoğunluğu dış organlardan ulaşan uyarılarla azalmakta; dikkat dağılmaktadır. Bu yüzden Allah Teâlâ peygamberlerini böyle bir hazırlık safhasından ve dikkat çekici hitab ve uyarılardan sonra vahye muhâtab kılmaktadır.

– Niye nalinlerini çıkar?

– Çünkü huzûr-i ilâhîye, üzerinde bir takım necâsetin bulaşmış olması ihtimâli olan ayakkabılarla çıkmamak için.

– Ya da nalinlerin yapıldığı maddelerin temizliği endişesinden korunmak için.

– En çarpıcı yorum bu iki nalinden murâdın iki âlem olduğudur. O iki âlem dünyâ ve ukbâdır. Çünkü iki âlemden geçmeden; onları gönülden çıkarmadan, tarafından peygamber olarak seçildiği ve O’ndan başka Tanrı bulunmayan Allah’a mülâkî olmak mümkün olmadığı gibi gönülden vahyi algılamak da mümkün değildir.

İkinci kısımda Allah Teâlâ bütün ilâhî dinlerin ortak vasıfları olan emirleri sıralamaktadır:

a- Tevhîd inancı,

b- İbâdet/kulluk ve Allah zikri için namaz,

c- Her şeyin karşılığının görüleceği kıyâmet ve âhiret.

a- Tevhîd ilkesi ilâhî dinlerin temelini oluşturur. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (s.a.)’e bütün dinler ve peygamberleri, insanları bu gerçeğe dâvet etmişlerdir. İnsanoğlu yaratılış mayasına zerkedilen bu duygu sebebiyle mutlaka bir şeylere kul olmak ve üstün bir kudrete sığınmak ihtiyâcındadır. Bu yüzden Allah’a kulluğa erememiş insanlar ya nefislerinin hevâsına ya da kendilerinin uydurduğu sanal tanrılara yönelmektedirler.

b- Tevhîd inancının ardından Hakk’a kulluğa sıra gelir. Kulluk abd ile Rabb arasındaki en yüksek düzeydeki ilişkidir. Çünkü Allah insanların ruhlarından bu mânâda bir ahid almış ve ruhlar kendilerine sorulan: “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” ilâhî sorusuna: “Evet”6 diye cevap verdikten sonra bu Rabb-abd muâhadesi başlamıştır. Böyle bir muâhade insanoğlunun sorumluluğunu arttırmaktadır.

Muâhade ve sözleşmeler ciddiye alınmak ve uygulanmak için yapılır. Dolayısıyla unutulmaması esastır. Allah Teâlâ kulları ile olan bu sözleşmeyi unutmamayı “zikir” diye adlandırmıştır. Zikir hatırlamak, unutmamak, yâdında tutmak demektir.

Allah tevhîdi itiraf tarzındaki inancın ardından kulluğu hatırlatmakta; hem kendisini hem de kendisiyle yapılan muâhadeyi unutmamaya vesîle olsun diye namaz kılmayı emretmektedir. Namazda hem zikir/hatırlama hem de Allah Teâlâ ile müvâcehe/karşı karşıya gelme ve mülâkat sıfatı vardır. Namaz sâyesinde kul Rabbı ile âdetâ konuşmakta; O’na kulluk duygularını arz ederek dünyâ ile bağlarının âriyet/geçici olduğunu itiraf etmektedir.

c- Ardından gelen âyette de kıyâmet ve hesap günü hatırlatılarak bu geçici ve fânî dünyâya aldanmamak gerektiğine vurgu yapılmaktadır. İnsan ezeliyet âleminden gelip ebediyete doğru kanat açtığı için bu dünyâdaki varlığını bir algı yanılması sonucu ebedî sanmaktadır. Öyle olunca da fânî olan şeylere gereğinden fazla bel bağlamakta, ebediyet yurdu gölgede kalmaktadır. Oysa tevhîd inancının ve ilâhî dinlerin en önemli özelliği kıyâmet ve âhirettir. Ancak insanlar kıyâmet ve âhiret inancı konusunda ciddî problemler yaşamaktadır.

Günümüzde yapılan araştırma ve anketlerde de sonuç aynıdır. Allah inancı konusunda yüzde doksanlara yaklaşan grafik, âhiret inancı konusunda yüzde altmış-yetmişlere düşmektedir. Sanırım bunda pozitivizmin etkisindeki medya araçları ve estirilen rüzgârın önemli bir tesiri vardır. Oysa Allah inancı ile âhiret inancı doğru orantılı olmalıdır. Çünkü âhiret inancı Allah inancının tabiî bir sonucudur.

İmtihân kasdıyla yaratılan insanın başıboş salıverilmiş olması, hesap kaygısından uzak bulunması akl-ı selîme uymaz. Hesap kaygısı taşımayan ve hevâsının esîri olan güçlü ve zâlim insanların târih boyu insanlığa yaptıkları ürküntü vericidir. Özünde imtihân kaygısı olan ve nihâyetinde âhiret endişesi taşıyan insanların yaşadığı toplumlar ise insanlık onurunu yükseltecek değerli işler yapmışlardır. İnsanı yönlendiren aklı, aklı da yöneten vahiy olmalıdır. Vahyin sesine kulak veren akıl tevhîde erer, kulluğa ulaşır, dünyâsını âhiret kaygısıyla yaşar.

“Altta kalanın canı çıksın” düşüncesiyle düşeni ezen, parçalayan, vahşileşen insanlardan insanlık onuruna lâyık bir şey üretmeleri beklenemez. Târih boyunca insanlık vahiy iklîminden beslendiği; Allah inancı ve âhiret kaygısı taşıdığı sürece adına medeniyet denilecek değerler üretmiştir.

İnsanlık genellikle saâdet/mutluluk ile refâhı birbirine karıştırmaktadır. Refâh düzeyi yükseldikçe mutluluğun artacağı sanılır. Oysa ki durum hiç de öyle değildir. Refâh hayatı kolaylaştırsa bile insanlara mutluluk tadı vermemektedir. Bu yüzden dün de bugün de müreffeh olmayan ama mutlu olan insanlar pek çoktur. Dolayısıyla mutluluğu refâhta değil insânî ve ilâhî değerlerde, vahyin aydınlığında aramalı ve vahye gönülden kulak vermelidir.

Dipnotlar: 1) Tâhâ, 20/11-16. 2) bkz. el-Müzzemmil, 73/1-5. 3) bkz. aynı sûre, 73/6. 4) bkz. el-Kıyâme, 75/16-17. 5) el-A’râf, 7/204. 6) el-A’râf, 7/172.

Allah İle Beraber Olma Eğitimi...

........Maiyyet; Allah -c.c.- ile beraberliğin yüksek bir şuur ve idrak hâlinde kalpte yaşanmasıdır. Hak Teâlâ’nın her an bizimle olduğunu bilerek, düşünerek ve hissederek, hareketlerimizi ona göre tanzim etmektir.

Bu şuur ve idrak, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna en büyük lutfudur. Zira bu hâl, kulun Rabbiyle dost olmasıdır. Dostluk, sevenin sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır. Cenâb-ı Hak’la dostluğa nâil olabilmek için de, O’ndan uzaklaştırıcı her şeyden arınan kalbin, Rahman, Rahîm, Afüv, Gafûr gibi cemâlî sıfatlarla vasıflanması îcâb eder.

Gönlün Allah ile olması, dünya imtihanındaki muvaffakıyetin şehâdetnâmesidir. Bunun zıddına Hak’tan gâfil yaşanan bir hayatın neticesi de, ebedî bir hüsran ve nedâmetten ibarettir.

Şu kıssa, Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın hakîkatini ne kadar da veciz bir sûrette ifade eder:

SEN KİMİNLEYDİN?

Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı.

Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahisle:

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harâma, helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..

Bunların ardından, şunlar şunlar da sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok husus saydı.

Vâizi dinleyen Şiblî Hazretleri, yumuşak bir ifadeyle şöyle seslendi:

“–Ey vâiz efendi! Suâllerin en mühimlerinden birini unuttun! Allah Teâlâ kısaca şunu soracak:

«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminle beraberdin?!»”

İşte Hakk’a kullukta bütün mesele, bu şuur, idrak ve iz’âna ve böyle bir kalbî kıvama sahip olabilmektir!..

Hakîkaten, insanoğlu Rabbiyle beraberliği nisbetinde hak yolda ve istikâmet üzeredir. Rabbinden gâfil kaldığı ve O’nu unuttuğu ölçüde de nefsâniyetin hoyratlığına ve şeytanın idlâline dûçâr olmuş demektir. Cenâb-ı Hak bu hâlden îkaz sadedinde şöyle buyurur:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

İnsanın rûhu, imtihan gâyesiyle bulunduğu şu fânî dünyada, ten kafesine hapsedilmiş muzdarip bir kuş gibidir. Onun derûnunda, vatan-ı aslîsinden ayrı düşmüş olmanın ıztırâbı vardır. Bu ıztırâbı dindirip huzur ve itmi’nâna erdirecek olan da, Allâh ile beraberliktir. Bu yüzden, Hak âşıkları nazarında ölümün ürkütücü hâli kaybolur ve ölüm Rabb’e vuslat yolculuğu olarak idrak edilir. Nitekim ashâb-ı kiram da ölüm döşeğindeki hastalara, Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz’e selâm göndermişlerdir.

Muhakkak ki, ölüm yolculuğunun hangi keyfiyette tecellî edeceği, yani cennet huzuruyla mı, yoksa cehennem azâbıyla mı neticeleneceği, rûhun bu âlemde Rabbiyle ne kadar beraber olduğuna bağlıdır. Bu yüzden insan bu dünyada Rabbiyle beraber olacak ki, âhirette de Rabbe dostluğun ikrâmı olan nâdide nîmetlere ve onun da ötesinde Cemâlullâh’ı müşâhede şerefine nâil olabilsin.

Bu dünyada gönlü Allah ile olan bir mü’min; ömrünü nefsâniyetin hoyratlığında ziyan etmez; sefahat ve rezâletlerde bozulmaz; lüzumsuz mâcerâlar peşinde koşmaz; abeslere, bâtıllara, azgınlıklara dalmaz, boş sevdâlara aldanmaz; câ­hil­ler kendisine sataştığında onlarla muhâtap olmaz; dedi-kodularla ömür takvimini lekelemez; Cenâb-ı Hak ile dostluk gayreti içinde yaşar.

Yine mü’min, ömrünü hayır-hasenatla müzeyyen kılar, Kur’ân ve sünneti rehber edinir, Allah rızâsına mâtuf işlerle meşgûl olur, mülkün gerçek sahibini tanıyarak malını ve canını nasıl kullanacağını bilir. Dînî ve ahlâkî kıymetini gölgeleyecek şerlerden ve yerlerden rûhunu korur. İbadetlere, hayır-hasenatlara ve sohbet meclislerine rağbetini artırır. Nihayet Rabbinin yeryüzündeki bir şâhidi olarak arkasında fazîletlerle dolu hatıralar bırakır.

BENİ KİMİNLE SANIRDIN?

Hükümdarlık yıllarının neredeyse tamamını seferlerde geçiren, binbir türlü çilenin kendisine hiçbir zaman bezginlik ve yorgunluk vermediği Yavuz Sultan Selîm’in son anlarını, nedîmi Hasan Can şöyle anlatır:

“Yavuz’un sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Âdeta yaralı bir arslan gibiydi. Acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengâver askerlerine taktik ve tâlimat vermeye devam ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hâlini kasdederek:

«–Hasan Can, bu ne hâldir?» dedi.

Ben de, artık fânî yolculuğun sonuna, bâkî hayatın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için hüzünle:

«–Pâdişâhım, artık Allâh ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!» dedim.

Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:

«–Hasan, Hasan! Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin?! Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusur mu müşâhede eyledin?» dedi…

Artık bambaşka âlemlere dalmış olan Sultan, bana son olarak Sûre-i Yâsîn’i okumamı emretti. «Selâm» âyetine geldiğim zaman da rûhunu Rabbine teslîm etti.”

Hayatlarında Allâh ile olanlar, son nefeslerinde de bu nîmete mazhar olurlar. İşte maiyyet de, bu irfân ufkunda yaşamaktır. Fânî dünyanın gel-geç sevdâlarını ve nefsânî câzibelerini bertaraf ederek, kalbi, ona en lâyık olana, yani Hâlık’ına tahsis edebilmektir. Zira Allah ile meşgul olmayan bir kalbi, mâsivâ işgâl eder.

Diğer bir misal:

Dünya saltanatında Süleyman -aleyhisselâm-’ın seviyesine hiçbir beşer ulaşamamıştır. Lâkin dünya, Hazret-i Süleyman’ın gönlünü meşgul etmemiş, Allah ile beraberliğine mânî olmamıştır.

Rivâyete göre; kıyâmet gününde zengin bir kul getirilir. Allah Teâlâ:

“–Seni bana kulluktan alıkoyan ne idi?” diye sorar. O zengin:

“–Yâ Rabbî! Malımın çokluğu beni meşgûl etti.” der.

Cenâb-ı Hak, Süleyman -aleyhisselâm-’ı misâl getirerek:

“–Sen Süleyman kulumdan da mı zengin idin? Onu niye o kadar mülkü meşgul etmedi?” buyurur. (Bkz. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 258; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, V, 202-203)

Yine insanın en kıymetli varlıkları olan mal, can ve evlâttan imtihan noktasında Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hayatı, her hâlükârda Allah ile beraberlik şuurunun kazandırdığı sabır ve şükrün müstesnâ bir numûnesidir:

Allah Teâlâ, Eyyûb -aleyhisselâm-’ı çok ağır imtihanlardan geçirdi. Evvelâ mallarını elinden aldı. Ardından büyük bir zelzele ile çocuklarını aldı. Daha sonra da vücûduna ağır bir hastalık verdi. Eyyûb -aleyhisselâm- yıllar süren bu hastalığı boyunca hiçbir şikâyet ve feryadda bulunmadı. Hanımı Rahîme Hatun, ona:

“–Sen bir peygambersin; duân makbûldür. Duâ et de şifâya nâil ol!” dedi.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- ise:

“–Allah bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz seksen sene olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Cenâb-ı Hak’tan sıhhat taleb etmeye teeddüb ederim!” buyurdu.

Ne zaman ki hastalığı, kulluk vazîfelerini gönül huzuruyla yapabilmesine mânî olmaya başladı, o zaman Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu. Rivâyete göre bu hakîkati Efendimiz J şöyle ifâde buyurmuşlardır:

“Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Eyyûb belâdan inlemedi, sızlanmadı. Lâkin yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi gece o iptilâ üzere kaldı. Ayakta namaz kılmak istedi; duramadı, düştü. Hak yolundaki hizmetinde kusur görünce de (Rabbine niyâz ederek); «Bana gerçekten hastalık isâbet etti» dedi.”1

O’nun bu dâsitânî sabrı ve teslîmiyeti neticesinde Allah Teâlâ, kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa hepsini giderdi ve ona eski hayatını misliyle iâde etti.

Eyyûb -aleyhisselâm-, hastalıktan âfiyete kavuşmuş olarak geçirdiği ilk gecenin sabahında derinden bir «âh!» çekti. Sebebi sorulunca dedi ki:

“–Her gece seher vaktinde: «Ey bizim hastamız, nasılsın?» diye bir ses duyardım. Şimdi yine o vakit geldi, fakat: «Ey bizim sıhhatli kulumuz, nasılsın?» sesini duymadım. Bunun için hüzünlendim.”

EN FECÎ HASTALIK

Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve hastalıktan iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine:

“–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.

Îsâ -aleyhisselâm-, muhâtabının idrâk seviyesini anlamak ve mânevî kemâlini yoklamak maksadıyla ona:

“–Ey kişi! Allâh’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!” dedi.

Hasta şöyle cevap verdi:

“–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı içindeyim. Sanki vücûdumdaki hastalıklardan haberim bile yok...”

İşte Cenâb-ı Hak da bizleri en fecî hastalık olan Hak’tan gâfil kalmaktan sakındırmakta ve âyet-i kerîmelerde kullarına yakınlığını, her an onlarla olduğunu şöyle hatırlatmaktadır:

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4)

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16)

“…Şunu iyi bilin ki Allah, insan ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24)

“Doğu da Allâh’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allâh’ın yüzü (zâtı) oradadır...” (el-Bakara, 115)

Bu hususla ilgili olarak hadîs-i şerîfte de:

“Îmânın en üstün mertebesi, nerede olursan ol, Allâh’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” buyrulmuştur. (Hey­se­mî, I, 60)

YÜCE YÂR HUZURUNDA…

Cenâb-ı Hak her an ve her yerde bizimle beraberdir. Mühim olan bizim de her an ve her yerde O’nunla beraber olabilmemizdir. Bu şuurla yapılan küçücük bir amel bile dağlar misâli büyürken, Hak’tan gâfil olarak yapılan hiçbir şeyde hayır yoktur. Böyle gâfil bir gönlün kıldığı namaz ruhsuz, verdiği sadaka boş, ettiği duâ karşılıksız, yaptığı tevbe de tevbeye muhtaçtır.

Şu kıssa, bu hakîkati ne güzel izah eder:

Leylâ’nın aşkıyla çöllere düşmüş olan Mecnun, farkında olmadan namaz kılmakta olan bir kimsenin önünden geçer. Namaz kılmakta olan kimse selam verip namazdan çıktıktan sonra hiddetle seslenir:

“–Namaz kılanın önünden geçilmez, bilmez misin?!”

Mecnun, o kimseye şu mukâbelede bulunur:

“–Ben, Leylâ’nın aşkından seni göremedim ki! Asıl sen huzurunda namaz kıldığın Allâh’ın aşkından beni nasıl görebildin?!”

Demek ki bir fânîye sevdâlı gönlü bile, âşık olduğu kimseye dâir hissiyat kaplar. Onun gözü başka bir şey görmez. Bunun gibi, Hak âşıklarının ibadetleri de Allah ile kâmil mânâda bir beraberlik iklîminde tecellî eder. Bir gönül, Allah ile beraberlik zirvesine ne nisbette yakınsa, ibâdetleri de o nisbette seviye kazanır.

Hazret-i Âişe vâlidemiz buyurur ki:

“Rasûlullah J namaza durduğunda, zaman zaman yüreğinden kazan kaynaması gibi ses gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Hazret-i Ali d da ibâdet hayâtında müstesnâ bir huzur ve huşû iklîmine girerdi. Bir muhârebede ayağına ok isâbet etmişti. Iztırâbının şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Hazret-i Ali d :

“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi.

Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Hazret-i Ali d selâm verip; “–Ne yaptınız?” diye sorunca, oradakiler; “–Çıkardık!” dediler.

İşte kalbi Allah ile olanın ibadetindeki huşû ve mânevî haz bambaşkadır.

Öte yandan maiyyet, yani Cenâb-ı Hak’la beraberlik şuuru, sadece ibadetlere mahsus da değildir. O, mü’minin bütün hayatını şekillendirecek bir gönül kıvamıdır. İbadetler kadar, âile hayatını da, ictimâî hayatı da, kazancı da, harcamayı da, velhâsıl bütün beşerî fiilleri tanzim edecek bir mânevî hassâsiyettir…

EL KÂRDA GÖNÜL YÂR’DA…
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken uğradığı Bağdad şehrinde nur yüzlü genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden:

“–Yazık! Tam da en güzel şekilde ibâdet edecek bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” der. Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allâh ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu sefer:

“–Mâşâallâh! El kârda, gönül yarda!..” diyerek genci takdîr eder.

Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan aksakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak gıpta ile:

“–Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der. Sonra onun kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyâlık talebi içindir. Bunun üzerine rakik kalbi mahzûn olur.

İşte gönüller Allâh ile olduktan sonra dünya işlerinin zararı yoktur. Fakat dünya telâşının Hak’tan gâfil bıraktığı bir gönülle ibadetin mahzuru çoktur!..

İnsanoğlunun en kıymetli sermayesi zamandır. Zaman satın alınamaz, borç verilemez, borç alınamaz. Zaman nîmetinin en mühim kısmı ise, geçmişle gelecek arasındaki şimdiki andır. Zira geçmişe âit dosyalar kapanmış ve mühürlenmiştir. Artık o dosyalarda bir tâdilat yapmak mümkün değildir. Geleceğin ise hangi sürprizlere gebe olduğu meçhuldür. Bu yüzden mü’min, bu en kıymetli sermâyesini, yine en kıymetli olana hasretmeli, zamanlarını Allâh ile beraberlik içinde değerlendirmelidir.

Ahmed er-Rufâî Hazretleri buyurur ki

“Kul için vaktin bereketi odur ki, o vakitte Cenâb-ı Hakk’a yakınlık bulur.”

Abdullah bin Zeyd Hazretleri’nin hikmetle dolu pek çok nasihat ve sözleri vardır. Bir gün;

“–Hem dünya hem de âhirette yaşayan kimseye ne mutlu!” buyurdu.

“–Hem dünya hem âhirette nasıl yaşanır?” diye sorulunca;

“–Dünyada Allah Teâlâ’yı gönlünden çıkarmamak, (ilâhî kudret akışlarının tefekküründe derinleşerek) dâimâ duâ hâlinde yaşamak ve bu sâyede âhirette O’nun rahmetine mazhar olmakla.” cevabını verdi.

Bir gün, Hak dostlarından İbrahim bin Edhem’in yolu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’ne uğramıştı. Ebû Hanîfe’nin etrafındaki talebeler İbrahim bin Edhem’e küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam Hazretleri onların bu hâlini sezdi ve İbrahim bin Edhem’e:

“–Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!” diye seslendi.

İbrahim bin Edhem mahcup bir edâ ile selâm verip oradan ayrıldı.

Talebeler, dünya çapında zirve bir hukukçu olan Ebû Hanîfe’nin, bir dervişe gösterdiği ihtiram ve iltifata şaştılar.

İbrahim bin Edhem oradan ayrıldıktan sonra talebeler İmâm-ı Âzam’a:

“–Bu zât, sizlerle kıyas edildiğinde efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zât ona nasıl «efendimiz» der?” diye sordular.

İmâm-ı Âzam Hazretleri, kendisinin yüksek tevâzuunu da ifâde eden şu muhteşem cevâbı verdi:

“–O, dâimî bir sûrette Allâh ile meşgul, biz ise işin zâhiriyle...”

Ebû Bekir Şiblî Hazretleri de tasavvufu tarif ederken:

“İki dünyada Allâh ile beraber O’ndan başka bir şey görmemektir.” buyurmuştur. İşte tasavvufî terbiyenin ulaştırmak istediği gönül kıvamı, böyle bir beraberlik ufkudur.

HAK’TAN GAFLETİN FECAATİ
Hayatın med-cezirleri karşısında hamd, rızâ, teslîmiyet ve şükür göstereceği yerde nankörlük, şikâyet, îtiraz ve nâdanlık gösteren bir gönül, Allah ile beraberlik hassâsiyetini kaybetmiş demektir.

Zira bir kul, ne kadar Rabbiyle beraberse, Rabbi ona, şân-ı ulûhiyetinin fazlı ve keremiyle daha çok yakın olur. Zira Cenâb-ı Hakk’ın kuluna olan muhabbetinin beşer idrakine sunulmuş bir misâlini nakleden bir hadîs-i şerîfte2 ifâde edildiği üzere; bir kul, Rabbine bir karış yaklaşırsa, Rabbi ona bir arşın yaklaşır. Kul Rabbine yürüyerek giderse, Rabbi ona koşarak gider. O’nu zikrettiği her yerde onunla olur, rahmet ve yardımını ondan esirgemez.

Şu bir hakîkattir ki maddî-mânevî huzur ve refah içinde iken Rabbini unutmayan ve O’nunla beraber olan bir gönül, herhangi bir sıkıntıya uğradığında da Rabbini yanında bulur. Kul, imtihan edildiği zorluk ve sıkıntıya sabredip ecrine tâlip olursa Allah ona sabır ve sebatı kolaylaştırır. Şayet kurtulmayı dilerse, Allah ona nusret ve rahmetiyle kâfî olur.

Allah Teâlâ, fâil-i muhtardır, yani fiilinde serbesttir. O, kullarını nîmetle de mahrûmiyetle de denemeye tâbî tutar. Ağır imtihanlarda bile kulun Rabbiyle olması, onun îmanda sadâkatinin tescîlidir. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak en büyük imtihanları en sevdiği kullarına vermiştir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hattâ peygamber ve beraberindeki îmân edenler; «Allâh’ın yardımı ne zaman?» derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)

Bu sebeple bir müslümanın, meşakkat veya zorluklarla karşılaştığında ümitsizce sızlanmaya ve; “Kulu olduğum Allah niçin bu zor zamanımda yanımda değil?” nevinden ucu küfre sarkan isyan ifadeleri kullanmaya aslâ hakkı yoktur. Zira bu imtihan âleminde Allah kulunu imtihan eder; -hâşâ- kul Rabbini değil!

Bu sebeple hayatın zorluklarıyla karşılaşan bir mü’min;

“…Mahzûn olma, Allah bizimle beraberdir...” (et-Tevbe, 40) âyetindeki maiyyet telkinini hatırlayıp Cenâb-ı Hak’la beraberlik ve dostluğun huzurunu yaşamalıdır. Dünya imtihanında en çok çile çemberinden geçen peygamberler ve sâlih kullar da dâimâ bu huzuru yaşamış ve tevzî etmişlerdir.

Unutmamak gerekir ki gönülleri Allah ile olan kâmil mü’minlere, dünyada da âhirette de hüzün ve korku yoktur. Cenâb-ı Hak, onlara son nefeslerinde olan ikrâmını ve uhrevî müjdeleri şöyle bildirir:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

Bu ilâhî müjdelere nâiliyetle neticelenecek şekilde hayatın med-cezirleri ve nefsânî fırtınaları karşısında dâimâ Hakk’ın huzurunda sâbit kalabilen gönüllere ne mutlu!

Şunu da hatırlatalım ki, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin tuğyân ettiği üç aylar mevsimine girmiş bulunuyoruz. Bu aylar, mânen, bereketli bahar yağmurları gibidir. İşte bu mübârek aylarda, rûhundan âleme rahmet taşıran, merhamette zirveleşen, affedebilmenin hazzını duyan, çile ve ıztırapları sabır silâhıyla bertaraf eden, Hakk’ın rızâsının lezzeti içinde hiç kimseyi incitmeyen ve hiç kimseden incinmeyen, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta çiçekler gibi tebessüm eden mü’minlere ne mutlu!

Cenâb-ı Hak, kendisiyle maiyyet duygumuzu artırarak bu mübârek ayların bereketinden lâyıkıyla istifâde edebilmemizi nasip ve müyesser eylesin!

Rabbimiz, her zaman ve mekânda Allah ile beraberlik şuurunu gönüllerimizin saâdet hazînesi kılsın! Cümlemizi, bu dünyada maiyyet iklîminde yaşatıp ukbâda da yüce cemâlini müşâhede nîmetiyle şereflendirdiği mesud ve bahtiyar kulları arasına ilhâk eylesin!
Âmîn!

Dipnotlar: 1) Bkz. Kurtubî, Tefsîr, XI, 323, 327. 2) Bkz. Buhârî, Tevhîd 15, 35, 55; Müslim, Tevbe 1, Zikir 2, 19.

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...