........Virdler Neye Göre Belirlenir?
Soru: Tarikatlardaki tesbihat ve zikir sayısı neye dayanılarak tespit edilmiştir?
Tasavvufta hedef, kalbi gafletten uyandırıp Yüce Allah’a bağlayarak ebedi huzuru elde etmektir. Bunun en önemli yolu, kalbi devamlı zikirle meşgul etmektir, bu ise ancak belli bir manevi yolu takip ederek öğrenilebilecek zor bir süreçtir. Zira şeytan daima bizi dünya ile meşgul etmeye ve Allah’tan gafil kılmaya uğraşmaktadır. Kur’an-ı Kerîm’de pek çok yerde Allah Teâlâ’nın zikr edilmesi (hatırlanması) emredilmiştir. Hatta Allah Teâlâ kendisini zikredeni zikredeceğini bildirmiş ve “Siz beni zikredin; ben de sizi zikredeyim.” (Bakara, 152) buyurmuştur. Kur’an-ı Kerîm’e göre akıllı ve uyanık olanlar her durumda Allah Teâlâ’yı zikredenlerdir: “O gerçek akıl sahipleri, ayakta (yürürken) otururken ve yanları üzere yatarken (bütün hâl ve zamanlarında) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler.” (Âl-i İmran, 161)
Bu konuda pek çok hadisi şerifte varid olmuştur. “Kulum beni zikrettiğinde, ben onunla beraberim. Kulum beni gizlice içinden zikrederse, ben de onu özel olarak zatımla zikrederim. O beni bir topluluk içinde zikrederse, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde (meleklerimin arasında) zikrederim.”
Bu ayetler ve hadislerde yapılacak zikir miktarı açık olarak belirtilmemiştir, tarikat kurucusu büyük Allah dostları mezhep imamlarının fıkıh konusunda yaptıklarını maneviyat sahasında yapmışlar ve Peygamber Efendimiz’in manevi hayat ile ilgili söz ve amellerini Kur’an ışığında değerlendirerek bize değişik reçeteler sunmuşlardır, zaman ve zemine göre insanı Allah Teâlâ’ya yaklaştıracak zikir çeşitleri ve miktarını tespit etmişlerdir. Bir örnek vermek gerekirse Peygamber Efendimiz günde en az yetmiş; bir diğer rivayete göre de en az yüz kere istiğfar çektiğini yani estağfirullahel azim dediğini bize bildirmiştir. Hemen her tarikatta istiğfar çekmek virdin bir parçasıdır. Yine Peygamber Efendimiz kendisine sık sık selat u selam getirmemizi müminlere tavsiye etmiştir. Bundan dolayı bütün tarikatlarda Hz. Peygamber’e selat u selam getirmek virdin önemli bir parçası olmuştur. Keza Hz. Peygamber lezzetleri yok eden ölümü çokça düşünmemizi tavsiye eder. Buradan yola çıkarak Nakşîler her seher vakti Rabıta-i mevt (ölüm tefekkürü) yaparlar. Şüphesiz bu zikir ve virdleri bir Müslüman hiçbir tarikata girmeden de yerine getirebilir, ama düzenli şekilde bunları yerine getirmek ancak belli bir manevi yolun reçetesini takip etmekle olur.
Tarikat takva yolu olduğu için yani Hz. Peygamber’in her tür hal ve sözlerine uymak olduğu için sufiler aynı şekilde teheccüd, kuşluk ve evvabin namazı gibi maalesef bugün neredeyse ismini bile unuttuğumuz namazları günlük hayatın bir virdi gibi görmüşler ve müritlerden bunları yerine getirmelerini istemişlerdir.
Soru: Kadınlar özel hallerinde tesbih çekebilirler mi?Manevi dersleri olan hanımefendiler özel günlerinde tesbihatlarını çekebilirler fakat evratları içinde okumaları gereken sureleri okuyamazlar. Bunun bir istisnası ise Fatiha suresi’dir, bu sure dua niyeti ile okunabilir.
Soru: Mürşid-i kâmil, vazifesini yapmayan, dünya işlerini dalmış müridi tarikattan atabilir mi?
Mürşid-i kâmilin vazifesi, müridleri eğitmek ve onları kâmil hale getirmektir, yoksa bu makam aforoz makamı değildir. Nitekim Hz. Peygamber hiçbir sahabesini İslam dışına atmamış onları kendinden uzaklaştırmamıştır. Hatta münafıklar bile hayatta iken Müslüman muamelesi görmüştür.
İnsanları kendi fıtratımıza uymadığında hemen yanımızdan uzaklaştırmak nefsanî bir harekettir. Zira nefs daima övülmek ve hoş tutulmak ister, kendisini kıran veya kendisine saygıda kusur edenlerden hemen intikam almak ister. Hâlbuki Kuran-ı Kerim cahillere uyulmamasını, onlara af ve müsamaha ile muamele edilmesini tavsiye eder. Maneviyat yolunda bu tür eziyetlere sabredebilmek gerçekten zor bir iştir ve her insana da nasip olmaz. Bazı müslümanlar hatta bazı sufiler, dünyada cennet hayatı yaşamayı beklemektedirler. Bu ham hayaldir Müslüman için bu dünyada rahat yoktur. İnsanların eza ve cefalarına sabırla katlanmak gerekir. Peygamber Efendimiz kendine kaba davranan bedevileri hep hoş görmüş, yakasına sarılarak sert bir şekilde kendisinden Beytü’l-malden gıda isteyen bir insanın da talebini yerine getirmiştir. Bu sebeple bizler Allah’ın Habîbini örnek almalı ve insanları yanımızdan kovma kolaycılığına gitmemeliyiz. Hele bazı gafil, sözüm ona İslami fırkalar gibi insanlara en basit olayda kâfir veya münafık damgasını vurmak çok yanlıştır. İyi bir Müslüman bu tür yanlış davranışlardan son derece uzak durmalıdır.
Bununla birlikte eğer mürid hal ve hareketleri ile başkalarına zarar veriyor hale gelmiş ise bu durumda mürşid ondan uzak kalabilir. Bu tutumu ile hem o müridi uyarmış, hem de onun zararından başkalarını korumuş olur.
Soru: Haftalık sohbetleri cd veya videodan dinleyerek yapabilir miyiz?
Özellikle Nakşi yolunda sohbetlerin çok özel bir yeri vardır. Sohbet sadece haftada bir kere insanların bir araya gelip, birkaç sayfa kitap okuması değil, manevi terbiyenin gerçekleşmesinin önemli bir yoludur. Sohbet ortamında bir füyûzat alışverişi olur. Sohbet yapan hoca efendiler, ana merkezden aldıkları füyûzatı dinleyenlere dağıtırlar. Ayrıca sohbete katılanlardaki güzel hasletler birbirine sirayet eder. Bu sebeple sohbet sadece basit bir dinleme hadisesi değildir. Sohbet diğer ihvanla hal paylaşımı demektir. Bütün bunları sadece cd veya videodan elde etmek mümkün değildir. Bu sebeple sohbette cd dinlemek normal vazife yerine geçmez, sohbet ancak usulüne uygun olarak klasik eserlerde tarif edildiği şekilde yapılırsa tam etkili olur. Sohbetleri terk ederek sadece görüntülü bir malzemeyi sohbet yerine ikame etmemek şartıyla Allah dostlarının sohbetlerini teyp, cd ve videodan dinlemek faydalıdır.
8 Ağustos 2009 Cumartesi
Suretten Hakikate
........Suretten Hakikate
“Ameller, dış görünüş itibariyle kuru bir şekilden/suretten ibarettir; onları canlandıran ruh ise ihlâs sırrıdır.” İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-
Ölümü ve hayatı en güzel bir hayat tarzı ortaya koyabilmemiz için yaratan Yüce Mevlâ, kabuktan ibaret amel ve davranışlarımıza itibar etmemekte ve hatta bu nevi amellerimizin bizi O’na yaklaştırmaktan ziyade, gazabına götüreceğine işâret etmektedir. Bir ömür boyu yapageldiğimiz ibadet, taat ve amellerimizin, ahiret sermayesi adına ilâhî terazide bir değer ifade etmemesi, ne büyük bir iflastır. Bu gerçekten yola çıkan basiret ve firâset ehli Hak dostları, insanın en önemli çabasının “ihlâsa ermek ve bu sayede niyetleri tashih etmek” olması gerektiği üzerinde ısrarla durmuşlardır.
İhlâs; Allah ile olan münasebetlerimizde ya da O’nun adına ortaya koyduğumuz tüm amel ve davranışlarımızda, nefsânî ve dünyevî hiçbir garaz gözetmeden, yalnız O’nun rızasına kilitlenmek ve iki yüzlülükten arınmış bir şekilde sıdk, sadâkât ve samimiyet dolu bir duruş sergileyebilmektir.
Sâlih amel, şu iki şartı taşıyan ameldir. 1. Niyet sahih olacak; yani yalnız Allah’ın rızası gözetilecek (İhlâs). 2. Yapılan amel, Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu zâhirî şartlara uygun olacak. Bu iki şarttan biri eksik olursa, amellerimiz sâlih olmayacak ve nihâyet Hakk’ın dergâhında kabul görmeyecektir.
Niyet, bir kalp ürünüdür. Diğer bir ifadeyle kalp, niyetin doğduğu ana menbadır. Menba, arı duru olmadıkça, oradan billur niyetlerin doğması hayaldir. Bunun için denilmiştir ki: “Kalb selîm olmadan niyet sahih olmaz; niyet sahih olmadan da amel sâlih olmaz”. Kalbin selîm olması, inkâr, şirk, şüphe, kin, haset, kibir ve riyâ gibi manevî hastalıklardan temizlenmesi ve Hakk’a tam teslim olması ile gerçekleşebilecek bir kıvamdır. Böyle bir kıvama erişmek ise ciddi bir manevî mücâhedeye soyunmak demektir. Kültür ve medeniyetimizde buna seyr u sülûk denilmiştir. Tasavvufi terbiyenin varlık sebebi de, kulu ihlâsa ulaştırmak ve bu vesileyle Hakk’ın râzı olacağı bir kalbî sâfiyete eriştirmektir. İmâm-ı Rabbânî’nin tasavvufu tarif ederken kullandığı şu ifade, bu gerçeği açık bir şekilde beyan eder:
“Tasavvuf, sûret-i şeriattan hakikat-i şeriata bir yolculuktur”. Yani Kur’an ve sünnetin, mü’min insandan beklediği, kalbî ve bedenî tüm duygu, inanç ve amellerinde, işin şekil ve sûret boyutunda kalmayıp, onun hakikatine ve özüne doğru bir derinlik kazanmaktır. İnanç esaslarında îkâna (yakînî bir inanca), İslâmın ahkâmını icrâda, ihlâs ve ihsana, duygu ve tefekkür dünyasında, Hak ve hakikate bütün benliğiyle odaklanmaya ve nihâyet her türlü hamlıktan kurtulup kemâle erişmektir.
İmâm-ı Rabbânî –kuddise sirruh- Hazretlerinin “Kalp itmi’nâna ermediği sürece, ameller suretâ ameldir, kılınan namaz sûretâ namazdır, tutulan oruç sûretâ bir oruçtur” ifâdesi, niyetteki zafiyete ve ihlâs yokluğuna dikkat çekmek içindir. Yoksa bu amellerin hiçbir kıymeti yoktur anlamında değildir. Rahmeti her şeyi kuşatmış olan Rabbimiz, henüz istenilen kaliteye erişememiş amellerimize de belli ölçüde değer atfetmekte ve en azından üzerimizdeki borç düşmüş olmaktadır. Ancak bu amellerimizle Hakk’a kurbiyyet ve O’nun rızasına erme bahtiyarlığını elde etmek mümkün değildir. İhlâsa ermek ya da erdirilmek için, gönül iklimimizde Rabbimizden ihlâsa erdirilme talebimizin daimî bir duâ halinde terennümü zaruridir.
İhlâs, her kulun ubudiyetteki derecesi nispetinde farklılık gösterir. Âbid ve ebrârın ihlâsı, gizli açık her çeşit riyâdan/gösterişten arınmak ve nefsin hevâsına uymaktan uzak kalabilmektir. Bu zümrenin ibadet ve amellerindeki niyetleri, vaad olunan ecir ve sevaba erişmek ve azab-ı ilâhîden ve kötü âkıbetten korunmaktır. Bu makamdaki kullar, halk için ibâdet ve amelde bulunmasalar bile, nefislerinde bir varlık görmekten ve ibâdetlerine itimad etmekten henüz kurtulamamışlardır.
Aşk ve muhabbet ehlinin ihlâsına gelince, bu makamda bulunanlar, ibâdet ve taatlerinde ecir ve sevap talebi ya da azap korkusu endişesi olmaksızın, yalnız Hakk’a tazim ve şân-ı ulûhiyetin azamet ve yüceliğini gayelerin gayesi haline getirmişlerdir. Ancak ihlâsın bu mertebesinde de amelleri henüz kendi nefislerine nispet etme kokusu mevcuttur. Râbia-i Adaviyye’nin münâcâtında yer alan “Rabbim, ben sana celâlinin tecellisi olan Cehennem korkusundan ya da cemâlinin tecellisi Cennet arzusundan ibâdet etmedim” ifâdeleri, bu makamdaki ihlâs nişânıdır.
İhlâsın üçüncü derecesi ise âriflerin ve mukarrebînin ihlâsıdır ki bu makamda bulunanların ihlâsı, ibâdetlerinde ve her çeşit hal ve hareketlerinde, kendilerinde hiçbir güç, kuvvet ve varlık görmeksizin, tüm hallerinde yalnız vâcibu’l vücûd olan Rabbü’l-âlemîni müşâhede etmeleri ve kendilerine ait herhangi bir gayeyi hedef haline getirmemeleridir.
Aşk ve muhabbet ehlinin ibâdeti Allah için; âriflerin ibâdeti ise Allah iledir. Amellerin Allah için yapılması, sevap kazandırırken; amellerin Allah ile olması Hakk’a kurbiyete bir vesiledir. Allah için amel işlemek, ibâdetin hakikatine eriştirirken, Allah ile amel işlemek irâdeyi sıhhatli hale getirir. Allah için amel işlemek, âbidlerin bir vasfı iken, Allah ile amel işlemek Hakk’ı murâd edenlerin bir vasfıdır.
Bazı meşâyıh “Ameli ihlâs ile, ihlâsı da her türlü varlık emaresinden yani benliğe nispet edilen her çeşit güç ve kudret vehminden kurtararak sıhhate kavuşturmak (tashih etmek) gerekir”, demişlerdir.1
İhlâsın mertebesi, marifet-i nefs (kendini tanıma) ve marifetullah (Allah’ı tanıma) derecesiyle mütenâsiptir. Muhammed Es’ad Erbili’nin “Oldunsa vakıf aczine ednâ amel2 bir dağ olur” mısrasında da ifade ettiği gibi, hiçliğini idrak edip kendini aradan çıkaran âriflerin zâhiren az gibi görülen amelleri, Hak katında çok yüce bir değere sahiptir. Nitekim Allah Rasûlü –sallallahu aleyhi ve selem-:
“Dinî hayatında ihlâslı ol, az amel sana yeter.”3 buyurmuştur..
İhlâs, sahibini koruyan, bereketlendiren, ebedî olanla buluşturan bir sırra sahiptir ki, Yüce Rabbin has kullarına çok özel bir ikramıdır. İhlâslı olmaya çalışmakla birlikte, bu çalışmanın esasının da ihlâsa erdirilmeyi istemek olduğunu unutmamalı ve bu nimete eriştirmesi için sürekli dua ve tazarruya sarılmalıdır. Rabbimize kabuktan ve şekilden ibaret ameller sunmaktan hayâ etmeli ve onları ihlâs ruhuyla hayat bulmuş ahsen4 bir surette arzetmenin edebine sarılmaldır.
Dipnotlar: 1) Bkz. Muhammed b. İbrahim b. Abbâd en-Nefzî, Ğaysü’l-mevâhibi’l-aliyye fî şerh-i’l-hikemi’l-atâiyye, I, 39-40; Kastamonulu Hafız Ahmed Mâhir, El-Muhkem fî şerhi’l-hikem, 25-26. 2) Ednâ amel: En aşağı derecede görülen amel demektir. 3) el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/342; ed-Deylemî, el-Müsned 1/435. 4) Ahsen: ibadet ve amellerimizi Allah’ı görüyormuşçasına bir şuurla en güzel bir şekilde ilahi huzura takdim etmek.
“Ameller, dış görünüş itibariyle kuru bir şekilden/suretten ibarettir; onları canlandıran ruh ise ihlâs sırrıdır.” İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-
Ölümü ve hayatı en güzel bir hayat tarzı ortaya koyabilmemiz için yaratan Yüce Mevlâ, kabuktan ibaret amel ve davranışlarımıza itibar etmemekte ve hatta bu nevi amellerimizin bizi O’na yaklaştırmaktan ziyade, gazabına götüreceğine işâret etmektedir. Bir ömür boyu yapageldiğimiz ibadet, taat ve amellerimizin, ahiret sermayesi adına ilâhî terazide bir değer ifade etmemesi, ne büyük bir iflastır. Bu gerçekten yola çıkan basiret ve firâset ehli Hak dostları, insanın en önemli çabasının “ihlâsa ermek ve bu sayede niyetleri tashih etmek” olması gerektiği üzerinde ısrarla durmuşlardır.
İhlâs; Allah ile olan münasebetlerimizde ya da O’nun adına ortaya koyduğumuz tüm amel ve davranışlarımızda, nefsânî ve dünyevî hiçbir garaz gözetmeden, yalnız O’nun rızasına kilitlenmek ve iki yüzlülükten arınmış bir şekilde sıdk, sadâkât ve samimiyet dolu bir duruş sergileyebilmektir.
Sâlih amel, şu iki şartı taşıyan ameldir. 1. Niyet sahih olacak; yani yalnız Allah’ın rızası gözetilecek (İhlâs). 2. Yapılan amel, Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu zâhirî şartlara uygun olacak. Bu iki şarttan biri eksik olursa, amellerimiz sâlih olmayacak ve nihâyet Hakk’ın dergâhında kabul görmeyecektir.
Niyet, bir kalp ürünüdür. Diğer bir ifadeyle kalp, niyetin doğduğu ana menbadır. Menba, arı duru olmadıkça, oradan billur niyetlerin doğması hayaldir. Bunun için denilmiştir ki: “Kalb selîm olmadan niyet sahih olmaz; niyet sahih olmadan da amel sâlih olmaz”. Kalbin selîm olması, inkâr, şirk, şüphe, kin, haset, kibir ve riyâ gibi manevî hastalıklardan temizlenmesi ve Hakk’a tam teslim olması ile gerçekleşebilecek bir kıvamdır. Böyle bir kıvama erişmek ise ciddi bir manevî mücâhedeye soyunmak demektir. Kültür ve medeniyetimizde buna seyr u sülûk denilmiştir. Tasavvufi terbiyenin varlık sebebi de, kulu ihlâsa ulaştırmak ve bu vesileyle Hakk’ın râzı olacağı bir kalbî sâfiyete eriştirmektir. İmâm-ı Rabbânî’nin tasavvufu tarif ederken kullandığı şu ifade, bu gerçeği açık bir şekilde beyan eder:
“Tasavvuf, sûret-i şeriattan hakikat-i şeriata bir yolculuktur”. Yani Kur’an ve sünnetin, mü’min insandan beklediği, kalbî ve bedenî tüm duygu, inanç ve amellerinde, işin şekil ve sûret boyutunda kalmayıp, onun hakikatine ve özüne doğru bir derinlik kazanmaktır. İnanç esaslarında îkâna (yakînî bir inanca), İslâmın ahkâmını icrâda, ihlâs ve ihsana, duygu ve tefekkür dünyasında, Hak ve hakikate bütün benliğiyle odaklanmaya ve nihâyet her türlü hamlıktan kurtulup kemâle erişmektir.
İmâm-ı Rabbânî –kuddise sirruh- Hazretlerinin “Kalp itmi’nâna ermediği sürece, ameller suretâ ameldir, kılınan namaz sûretâ namazdır, tutulan oruç sûretâ bir oruçtur” ifâdesi, niyetteki zafiyete ve ihlâs yokluğuna dikkat çekmek içindir. Yoksa bu amellerin hiçbir kıymeti yoktur anlamında değildir. Rahmeti her şeyi kuşatmış olan Rabbimiz, henüz istenilen kaliteye erişememiş amellerimize de belli ölçüde değer atfetmekte ve en azından üzerimizdeki borç düşmüş olmaktadır. Ancak bu amellerimizle Hakk’a kurbiyyet ve O’nun rızasına erme bahtiyarlığını elde etmek mümkün değildir. İhlâsa ermek ya da erdirilmek için, gönül iklimimizde Rabbimizden ihlâsa erdirilme talebimizin daimî bir duâ halinde terennümü zaruridir.
İhlâs, her kulun ubudiyetteki derecesi nispetinde farklılık gösterir. Âbid ve ebrârın ihlâsı, gizli açık her çeşit riyâdan/gösterişten arınmak ve nefsin hevâsına uymaktan uzak kalabilmektir. Bu zümrenin ibadet ve amellerindeki niyetleri, vaad olunan ecir ve sevaba erişmek ve azab-ı ilâhîden ve kötü âkıbetten korunmaktır. Bu makamdaki kullar, halk için ibâdet ve amelde bulunmasalar bile, nefislerinde bir varlık görmekten ve ibâdetlerine itimad etmekten henüz kurtulamamışlardır.
Aşk ve muhabbet ehlinin ihlâsına gelince, bu makamda bulunanlar, ibâdet ve taatlerinde ecir ve sevap talebi ya da azap korkusu endişesi olmaksızın, yalnız Hakk’a tazim ve şân-ı ulûhiyetin azamet ve yüceliğini gayelerin gayesi haline getirmişlerdir. Ancak ihlâsın bu mertebesinde de amelleri henüz kendi nefislerine nispet etme kokusu mevcuttur. Râbia-i Adaviyye’nin münâcâtında yer alan “Rabbim, ben sana celâlinin tecellisi olan Cehennem korkusundan ya da cemâlinin tecellisi Cennet arzusundan ibâdet etmedim” ifâdeleri, bu makamdaki ihlâs nişânıdır.
İhlâsın üçüncü derecesi ise âriflerin ve mukarrebînin ihlâsıdır ki bu makamda bulunanların ihlâsı, ibâdetlerinde ve her çeşit hal ve hareketlerinde, kendilerinde hiçbir güç, kuvvet ve varlık görmeksizin, tüm hallerinde yalnız vâcibu’l vücûd olan Rabbü’l-âlemîni müşâhede etmeleri ve kendilerine ait herhangi bir gayeyi hedef haline getirmemeleridir.
Aşk ve muhabbet ehlinin ibâdeti Allah için; âriflerin ibâdeti ise Allah iledir. Amellerin Allah için yapılması, sevap kazandırırken; amellerin Allah ile olması Hakk’a kurbiyete bir vesiledir. Allah için amel işlemek, ibâdetin hakikatine eriştirirken, Allah ile amel işlemek irâdeyi sıhhatli hale getirir. Allah için amel işlemek, âbidlerin bir vasfı iken, Allah ile amel işlemek Hakk’ı murâd edenlerin bir vasfıdır.
Bazı meşâyıh “Ameli ihlâs ile, ihlâsı da her türlü varlık emaresinden yani benliğe nispet edilen her çeşit güç ve kudret vehminden kurtararak sıhhate kavuşturmak (tashih etmek) gerekir”, demişlerdir.1
İhlâsın mertebesi, marifet-i nefs (kendini tanıma) ve marifetullah (Allah’ı tanıma) derecesiyle mütenâsiptir. Muhammed Es’ad Erbili’nin “Oldunsa vakıf aczine ednâ amel2 bir dağ olur” mısrasında da ifade ettiği gibi, hiçliğini idrak edip kendini aradan çıkaran âriflerin zâhiren az gibi görülen amelleri, Hak katında çok yüce bir değere sahiptir. Nitekim Allah Rasûlü –sallallahu aleyhi ve selem-:
“Dinî hayatında ihlâslı ol, az amel sana yeter.”3 buyurmuştur..
İhlâs, sahibini koruyan, bereketlendiren, ebedî olanla buluşturan bir sırra sahiptir ki, Yüce Rabbin has kullarına çok özel bir ikramıdır. İhlâslı olmaya çalışmakla birlikte, bu çalışmanın esasının da ihlâsa erdirilmeyi istemek olduğunu unutmamalı ve bu nimete eriştirmesi için sürekli dua ve tazarruya sarılmalıdır. Rabbimize kabuktan ve şekilden ibaret ameller sunmaktan hayâ etmeli ve onları ihlâs ruhuyla hayat bulmuş ahsen4 bir surette arzetmenin edebine sarılmaldır.
Dipnotlar: 1) Bkz. Muhammed b. İbrahim b. Abbâd en-Nefzî, Ğaysü’l-mevâhibi’l-aliyye fî şerh-i’l-hikemi’l-atâiyye, I, 39-40; Kastamonulu Hafız Ahmed Mâhir, El-Muhkem fî şerhi’l-hikem, 25-26. 2) Ednâ amel: En aşağı derecede görülen amel demektir. 3) el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/342; ed-Deylemî, el-Müsned 1/435. 4) Ahsen: ibadet ve amellerimizi Allah’ı görüyormuşçasına bir şuurla en güzel bir şekilde ilahi huzura takdim etmek.
Tasavvuf’ta İstidâd Önemli mi?
........Tasavvuf’ta İstidâd Önemli mi?
Tasavvufî eğitimde başarılı olabilmek için şahsî gayretlerin yanı sıra fıtrî kâbiliyetlerin yani isti‘dâdın da büyük bir önemi vardır. Bu sebeple mürşidler, mâneviyâta kâbiliyetli kişilerin mürîd olmasından ayrı bir mutluluk duyarlar. Şeyh Ebû Muhammed Şenbekî, mürîdi Ebü’l-Vefâ Bağdâdî kendisine bağlandığı zaman şöyle demiştir: “Bugün tuzağıma öyle bir kuş düştü ki, böylesi hiçbir şeyhin tuzağına düşmemiştir”. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî hazretleri de şeyhi Muhammed Bâkî Billâh’a intisap ettiğinde, ondaki isti‘dâdı sezen şeyhi, bir dostuna yazdığı mektupta mutluluğunu şöyle dile getiriyordu: “Sirhind’den Şeyh Ahmed isminde ilmi çok, ameli güçlü bir yiğit birkaç gün bizimle oturup kalktı. Ondan, çok ilginç hâller müşâhede edildi. Muhtemelen âlemin kendisiyle aydınlandığı bir kandil olacak”.
Hoca Ubeydullah Ahrâr gençliğinde Ya‘kûb Çerhî hazretlerinin yanına gidip mürîd olmuştu. İntisâbından sadece birkaç gün sonra Ya‘kûb Çerhî ona icâzet ve hilâfet verince diğer mürîdler bu duruma şaşırdı. Bunun üzerine Ya‘kûb Çerhî şöyle buyurdu: “Mürîd dediğin, mürşidin huzûruna böyle gelmeli. Her şeyi hazır, iş icâzete kalmış. Lamba, yağ ve fitili hazırlamış, sâdece kibrit çakmak gerekiyor”.
Karakter ve kâbiliyet yönünden bazı kişilerin tasavvufî eğitime daha yatkın olduğu bilinen bir gerçektir. Bazıları ise diğerleri kadar şanslı değildir. Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri bu durumu şöyle ifâde eder: “Sohbetimize gelenlerden bazılarının gönlünde muhabbet tohumu vardır. Ama dünyevî alâkalar yüzünden gelişip büyüyememiştir. Bizim vazîfemiz o alâkaları temizlemektir. Bazılarının ise gönlünde muhabbet tohumu yoktur. Burada bizim vazîfemiz tohum oluşturmaktır”. Gönlünde muhabbet tohumu olan kişilerin yola erken çıkacakları ve diğerlerine nazaran tasavvuf yolunda daha hızlı mesâfe alacakları muhakkaktır. Diğer taraftan isti‘dâdı az olanlar bu yolculukta daha gerilerde kalırlar. Nitekim Hz. Mevlânâ buyurur: “Koku almayan biri gül bahçesine girse, gül kokusundan, reyhan kokusundan bir zevk alamaz”.
Tasavvufî eserlere bakıldığında mürşid-i kâmillerin, karşılarındaki insanın isti‘dâdını ve tasavvufî eğitime yatkınlık derecesini büyük bir mahâretle sezdikleri anlaşılmaktadır. Bu sezgide o kişinin davranışları ya da gördüğü rüyâlar da etkili olabilmektedir.
Kişinin davranışlarına bakarak mâneviyata kâbiliyetini anlama konusuna şu menkıbeler örnek olarak gösterilebilir:
Rivâyete göre, Hakîm Süleyman Ata küçüklüğünde Yesi şehrinde Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek için arkadaşlarıyla birlikte câmiye giderken diğer çocuklar Kur’ân’ı boyunlarına astığı halde, o saygısından dolayı Kur’ân’ı başının üzerinde taşıyordu. Bu durumu gören Ahmed Yesevî onu kendi talebeleri arasına aldı. Hakîm Ata’nın diğer çocuklara göre Kur’ân-ı Kerîm’e farklı bir saygı göstermesi Hoca Ahmed Yesevî’nin dikkatini çekmiş, ondaki isti‘dâdı sezen Yesevî onu mürîd edinmiş ve sonraki yıllarda Hakîm Süleyman Ata, Hoca Ahmed Yesevî’nin halîfesi olmuştur.
Davranışlara bakarak isti‘dâdı sezmeye bir örnek de şu rivâyettir: Seyyid Hasan henüz küçük bir çocuk iken babasıyla birlikte Hoca Ubeydullah Ahrâr’ın yanına gelmişti. Hoca Ahrâr’ın yanındaki bal küpünü gören çocuk bütün ilgi ve dikkatini oraya yöneltti. Hoca Ahrâr çocuğa adını sorunca, âdetâ kendinden geçmiş olan çocuk “Bal” diye cevap verdi. Bu duruma çok sevinen Hoca Ahrâr: “Bu çocukta büyük bir kâbiliyet var. Balı görünce kendi adını unuttu. Eğer rûhunun murâdına baldan daha tatlı bir şey (mâneviyât) tattırırlarsa mutlaka ona yönelişi çok kuvvetli olacak” dedi ve çocuğun maddî mânevî eğitimini üstlendi. Sonraları Seyyid Hasan, Hoca Ahrâr’ın önde gelen mürîdlerinden biri oldu.
Kişinin mâneviyâta kâbiliyetini anlamanın yollarından biri de gördüğü rüyâlardır. Bu konuda bir örneğe Hz. Mevlânâ’nın hayatında rastlanır:
Mevlânâ Celâleddin Rûmî küçük bir çocuk iken ailesiyle birlikte Belh şehrinden göç ediyordu. Nişâbur’a geldiğinde bir rüyâ gördü. Rüyâsında nûr yüzlü bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı vermişti. Mevlânâ Celâleddîn rüyâsını babasına anlattığında o: “Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir kitap yazacağına işârettir.” buyurdu. O anda orada hazır bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da: “Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz.” diyerek Esrârnâme isimli kitabını Mevlânâ Celâleddîn’e hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse de, Ferîdüddîn Attâr imiş. Ferîdüddîn Attâr hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn’de ilâhî nûrlar ve fıtrî, yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti.
Kişinin mâneviyâta isti‘dâdını anlamak her zaman onun davranışları ya da rüyalarıyla olmaz. Bazen akıl sınırlarını aşan bir sezginin ve firâsetin devreye girdiği anlaşılmaktadır. Buna misal olarak şu menkıbe zikredilebilir:
Hoca Bahâeddîn Nakşbend Hazretlerinin doğmasına yakın bir târihte Muhammed Baba Semâsî mürîdleriyle birlikte Buhara’nın Kasr-ı Hinduvân köyünden geçmiş ve yanındakilere: “Bu topraktan bir yiğit kokusu geliyor, yakında Kasr-ı Hinduvân, Kasr-ı Ârifân (Ârifler Köşkü) olacak” demişti. Baba Semâsî’nin Kasr-ı Hinduvân’a bir sonraki gelişinde Bahâeddîn Nakşbend henüz üç günlük bir bebek idi. Bebeği gören Baba Semâsî mürîdlerine: “Kokusunu işittiğimiz yiğit budur” deyip halifesi Emîr Külâl’e döndü ve: “Oğlum Bahâeddîn’e şefkat ve terbiyeni esirgeme, yoksa sana hakkımı helâl etmem” dedi.
Duygu ve sevgi yönü ön planda olan insanlar tasavvufî eğitime, mantık yönü ön planda olan insanlar da medrese eğitimine daha yatkındır. Ancak isti‘dâdı ne yönde olursa olsun, tasavvuf kültürünün ahlâk ve mâneviyât birikiminden herkesin istifâde edebileceği bir nokta vardır. Çünkü tasavvuf yolu bazı insanları evliyâ yaparken, bazılarını da en azından eşkiyâ olmaktan kurtarır.
Tâhir Efendi isminde bir zât şöyle anlatıyor:
Bir gün Abdülhakîm Ârvâsî Efendi’ye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm Efendi’ye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar, teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım, bahçede yalnız oturuyorlardı. Selâm verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp: “Tahir! Şu ağaç ne ağacıdır?” buyurdu. “Manolya” dedim. “Şu nedir?” buyurdu. “Gül” dedim. “Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül fidanı olabilir mi, gül de manolya ağacı kadar büyür mü?” buyurdu. “Hayır efendim.” dedim. “Demek ki, farklılık isti‘dâdlarından yani kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!” buyurup tekrar bana baktılar. “Kusurumu bağışlayın efendim.” dedim.
Bazı insanlarda kâbiliyet vardır ama o kâbiliyeti geliştirmek için gayret etmedikleri ya da uygun bir ortam bulamadıkları için isti‘dâd tohumları çürüyüp zâyi olur. Alâeddin Âbîzî hazretleri şöyle der: “Bu yolda ilerlemek, kâbiliyet, gayret ve isteğin bir araya gelmesiyle mümkündür.” Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri de şöyle buyurur: “Zikir telkîni, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonra iyi bir netice oluşması için amel etmek mürîde âiddir”.
Diğer taraftan kâbiliyetler farklı farklı olabilir. Herkes isti‘dâdı olduğu noktayı geliştirerek iyi bir kul olma yönünde mesâfe alabilir. Sûfîlerin meşhûr sözlerinden biri şudur: “Allah’a giden yollar, mahlûkâtın nefesleri sayısıncadır”. Mürşid-i kâmiller mürîdin kâbiliyet ve zaaflarını tespit edip gerektiğinde kişiye özel reçete geliştirebilen tabîblerdir.
Hoca Ali Râmîtenî hazretleri buyurur:
“İrşâd işine giren bir kimse, önce mürîdin yani talebenin yeteneğini, kâbiliyetini tanımalıdır. Bunu bildikten sonra ona zikir telkîni yapar, yeteneğine göre onu yetiştirir. Bu bakımdan mürîd terbiyesi işine girmiş olan kişi, tıpkı kuş yetiştiricisi gibidir. Kuş terbiyecisi, kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir ki ona fazla yem yüklememelidir. Buna göre mürşid olan zât da, mürîdin kâbiliyeti nisbetinde ona zikir telkini yapar.”
Tasavvuf, kişideki yaratılıştan gelen -az veya çok- mânevî isti‘dâdı ortaya çıkarmaktır. Her gönül, altında petrol bulunan bir arâzi gibidir. Fakat sondaj vurulmadığı için o petrol, kendiliğinden dışarı çıkma imkânı bulamaz. İşte o alt zemindeki petrol, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği mânevî bir isti‘dâddır. Bu da tıpkı akıl gibi her insanda farklı seviyededir. Bu isti‘dâdın ve yeteneğin ortaya çıkması için mânevî sondajı vurarak o cevheri açığa çıkaracak olan, mürşid-i kâmildir. Mürîd de azim ve gayret ile üzerine düşen görevleri yaparak bu konuda mürşide yardımcı olmalıdır.
Tasavvufî eğitimde başarılı olabilmek için şahsî gayretlerin yanı sıra fıtrî kâbiliyetlerin yani isti‘dâdın da büyük bir önemi vardır. Bu sebeple mürşidler, mâneviyâta kâbiliyetli kişilerin mürîd olmasından ayrı bir mutluluk duyarlar. Şeyh Ebû Muhammed Şenbekî, mürîdi Ebü’l-Vefâ Bağdâdî kendisine bağlandığı zaman şöyle demiştir: “Bugün tuzağıma öyle bir kuş düştü ki, böylesi hiçbir şeyhin tuzağına düşmemiştir”. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî hazretleri de şeyhi Muhammed Bâkî Billâh’a intisap ettiğinde, ondaki isti‘dâdı sezen şeyhi, bir dostuna yazdığı mektupta mutluluğunu şöyle dile getiriyordu: “Sirhind’den Şeyh Ahmed isminde ilmi çok, ameli güçlü bir yiğit birkaç gün bizimle oturup kalktı. Ondan, çok ilginç hâller müşâhede edildi. Muhtemelen âlemin kendisiyle aydınlandığı bir kandil olacak”.
Hoca Ubeydullah Ahrâr gençliğinde Ya‘kûb Çerhî hazretlerinin yanına gidip mürîd olmuştu. İntisâbından sadece birkaç gün sonra Ya‘kûb Çerhî ona icâzet ve hilâfet verince diğer mürîdler bu duruma şaşırdı. Bunun üzerine Ya‘kûb Çerhî şöyle buyurdu: “Mürîd dediğin, mürşidin huzûruna böyle gelmeli. Her şeyi hazır, iş icâzete kalmış. Lamba, yağ ve fitili hazırlamış, sâdece kibrit çakmak gerekiyor”.
Karakter ve kâbiliyet yönünden bazı kişilerin tasavvufî eğitime daha yatkın olduğu bilinen bir gerçektir. Bazıları ise diğerleri kadar şanslı değildir. Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri bu durumu şöyle ifâde eder: “Sohbetimize gelenlerden bazılarının gönlünde muhabbet tohumu vardır. Ama dünyevî alâkalar yüzünden gelişip büyüyememiştir. Bizim vazîfemiz o alâkaları temizlemektir. Bazılarının ise gönlünde muhabbet tohumu yoktur. Burada bizim vazîfemiz tohum oluşturmaktır”. Gönlünde muhabbet tohumu olan kişilerin yola erken çıkacakları ve diğerlerine nazaran tasavvuf yolunda daha hızlı mesâfe alacakları muhakkaktır. Diğer taraftan isti‘dâdı az olanlar bu yolculukta daha gerilerde kalırlar. Nitekim Hz. Mevlânâ buyurur: “Koku almayan biri gül bahçesine girse, gül kokusundan, reyhan kokusundan bir zevk alamaz”.
Tasavvufî eserlere bakıldığında mürşid-i kâmillerin, karşılarındaki insanın isti‘dâdını ve tasavvufî eğitime yatkınlık derecesini büyük bir mahâretle sezdikleri anlaşılmaktadır. Bu sezgide o kişinin davranışları ya da gördüğü rüyâlar da etkili olabilmektedir.
Kişinin davranışlarına bakarak mâneviyata kâbiliyetini anlama konusuna şu menkıbeler örnek olarak gösterilebilir:
Rivâyete göre, Hakîm Süleyman Ata küçüklüğünde Yesi şehrinde Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek için arkadaşlarıyla birlikte câmiye giderken diğer çocuklar Kur’ân’ı boyunlarına astığı halde, o saygısından dolayı Kur’ân’ı başının üzerinde taşıyordu. Bu durumu gören Ahmed Yesevî onu kendi talebeleri arasına aldı. Hakîm Ata’nın diğer çocuklara göre Kur’ân-ı Kerîm’e farklı bir saygı göstermesi Hoca Ahmed Yesevî’nin dikkatini çekmiş, ondaki isti‘dâdı sezen Yesevî onu mürîd edinmiş ve sonraki yıllarda Hakîm Süleyman Ata, Hoca Ahmed Yesevî’nin halîfesi olmuştur.
Davranışlara bakarak isti‘dâdı sezmeye bir örnek de şu rivâyettir: Seyyid Hasan henüz küçük bir çocuk iken babasıyla birlikte Hoca Ubeydullah Ahrâr’ın yanına gelmişti. Hoca Ahrâr’ın yanındaki bal küpünü gören çocuk bütün ilgi ve dikkatini oraya yöneltti. Hoca Ahrâr çocuğa adını sorunca, âdetâ kendinden geçmiş olan çocuk “Bal” diye cevap verdi. Bu duruma çok sevinen Hoca Ahrâr: “Bu çocukta büyük bir kâbiliyet var. Balı görünce kendi adını unuttu. Eğer rûhunun murâdına baldan daha tatlı bir şey (mâneviyât) tattırırlarsa mutlaka ona yönelişi çok kuvvetli olacak” dedi ve çocuğun maddî mânevî eğitimini üstlendi. Sonraları Seyyid Hasan, Hoca Ahrâr’ın önde gelen mürîdlerinden biri oldu.
Kişinin mâneviyâta kâbiliyetini anlamanın yollarından biri de gördüğü rüyâlardır. Bu konuda bir örneğe Hz. Mevlânâ’nın hayatında rastlanır:
Mevlânâ Celâleddin Rûmî küçük bir çocuk iken ailesiyle birlikte Belh şehrinden göç ediyordu. Nişâbur’a geldiğinde bir rüyâ gördü. Rüyâsında nûr yüzlü bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı vermişti. Mevlânâ Celâleddîn rüyâsını babasına anlattığında o: “Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir kitap yazacağına işârettir.” buyurdu. O anda orada hazır bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da: “Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz.” diyerek Esrârnâme isimli kitabını Mevlânâ Celâleddîn’e hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse de, Ferîdüddîn Attâr imiş. Ferîdüddîn Attâr hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn’de ilâhî nûrlar ve fıtrî, yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti.
Kişinin mâneviyâta isti‘dâdını anlamak her zaman onun davranışları ya da rüyalarıyla olmaz. Bazen akıl sınırlarını aşan bir sezginin ve firâsetin devreye girdiği anlaşılmaktadır. Buna misal olarak şu menkıbe zikredilebilir:
Hoca Bahâeddîn Nakşbend Hazretlerinin doğmasına yakın bir târihte Muhammed Baba Semâsî mürîdleriyle birlikte Buhara’nın Kasr-ı Hinduvân köyünden geçmiş ve yanındakilere: “Bu topraktan bir yiğit kokusu geliyor, yakında Kasr-ı Hinduvân, Kasr-ı Ârifân (Ârifler Köşkü) olacak” demişti. Baba Semâsî’nin Kasr-ı Hinduvân’a bir sonraki gelişinde Bahâeddîn Nakşbend henüz üç günlük bir bebek idi. Bebeği gören Baba Semâsî mürîdlerine: “Kokusunu işittiğimiz yiğit budur” deyip halifesi Emîr Külâl’e döndü ve: “Oğlum Bahâeddîn’e şefkat ve terbiyeni esirgeme, yoksa sana hakkımı helâl etmem” dedi.
Duygu ve sevgi yönü ön planda olan insanlar tasavvufî eğitime, mantık yönü ön planda olan insanlar da medrese eğitimine daha yatkındır. Ancak isti‘dâdı ne yönde olursa olsun, tasavvuf kültürünün ahlâk ve mâneviyât birikiminden herkesin istifâde edebileceği bir nokta vardır. Çünkü tasavvuf yolu bazı insanları evliyâ yaparken, bazılarını da en azından eşkiyâ olmaktan kurtarır.
Tâhir Efendi isminde bir zât şöyle anlatıyor:
Bir gün Abdülhakîm Ârvâsî Efendi’ye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm Efendi’ye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar, teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım, bahçede yalnız oturuyorlardı. Selâm verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp: “Tahir! Şu ağaç ne ağacıdır?” buyurdu. “Manolya” dedim. “Şu nedir?” buyurdu. “Gül” dedim. “Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül fidanı olabilir mi, gül de manolya ağacı kadar büyür mü?” buyurdu. “Hayır efendim.” dedim. “Demek ki, farklılık isti‘dâdlarından yani kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!” buyurup tekrar bana baktılar. “Kusurumu bağışlayın efendim.” dedim.
Bazı insanlarda kâbiliyet vardır ama o kâbiliyeti geliştirmek için gayret etmedikleri ya da uygun bir ortam bulamadıkları için isti‘dâd tohumları çürüyüp zâyi olur. Alâeddin Âbîzî hazretleri şöyle der: “Bu yolda ilerlemek, kâbiliyet, gayret ve isteğin bir araya gelmesiyle mümkündür.” Hoca Bahâeddin Nakşbend hazretleri de şöyle buyurur: “Zikir telkîni, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonra iyi bir netice oluşması için amel etmek mürîde âiddir”.
Diğer taraftan kâbiliyetler farklı farklı olabilir. Herkes isti‘dâdı olduğu noktayı geliştirerek iyi bir kul olma yönünde mesâfe alabilir. Sûfîlerin meşhûr sözlerinden biri şudur: “Allah’a giden yollar, mahlûkâtın nefesleri sayısıncadır”. Mürşid-i kâmiller mürîdin kâbiliyet ve zaaflarını tespit edip gerektiğinde kişiye özel reçete geliştirebilen tabîblerdir.
Hoca Ali Râmîtenî hazretleri buyurur:
“İrşâd işine giren bir kimse, önce mürîdin yani talebenin yeteneğini, kâbiliyetini tanımalıdır. Bunu bildikten sonra ona zikir telkîni yapar, yeteneğine göre onu yetiştirir. Bu bakımdan mürîd terbiyesi işine girmiş olan kişi, tıpkı kuş yetiştiricisi gibidir. Kuş terbiyecisi, kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir ki ona fazla yem yüklememelidir. Buna göre mürşid olan zât da, mürîdin kâbiliyeti nisbetinde ona zikir telkini yapar.”
Tasavvuf, kişideki yaratılıştan gelen -az veya çok- mânevî isti‘dâdı ortaya çıkarmaktır. Her gönül, altında petrol bulunan bir arâzi gibidir. Fakat sondaj vurulmadığı için o petrol, kendiliğinden dışarı çıkma imkânı bulamaz. İşte o alt zemindeki petrol, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği mânevî bir isti‘dâddır. Bu da tıpkı akıl gibi her insanda farklı seviyededir. Bu isti‘dâdın ve yeteneğin ortaya çıkması için mânevî sondajı vurarak o cevheri açığa çıkaracak olan, mürşid-i kâmildir. Mürîd de azim ve gayret ile üzerine düşen görevleri yaparak bu konuda mürşide yardımcı olmalıdır.
Tasavvuf: Sorular-Cevaplar İnsan Günümüzde Üveysî Olabilir mi?
........Tasavvuf: Sorular-Cevaplar İnsan Günümüzde Üveysî Olabilir mi?
Soru–1: Bazı cemaatlerde tövbe almak diye bir uygulama vardır, bu nedir?
Tövbe günahtan pişman olmak ve bir daha yapmamak üzere Allah Teâlâ hazretlerine söz vermektir. Müslümanın işlediği her günah için tövbe etmesi farzdır. Bununla birlikte tövbe almak bazı cemaatlerde tarikat dersi almak manasına gelmektedir. Zira tarikata giren insan öncelikle bir manevi rehberin (mürşidin) huzurunda günahlarına tövbe etmekte ve bir daha günah işlememeye söz vermektedir. Böylece mânevîyat yoluna giren şahıs, tövbe ederek Allah’a kul olmaya çalışacağını bir Allah dostu önünde tescil etmektedir. Elbette böyle bir sözleşme insanı avarelik ve başıboşluktan kurtarır. Çünkü insan kendi kendine verdiği sözlere genellikle pek uymaz. Ama birini şâhid tutarak verilen söz daha bağlayıcı olur. Mürşidiyle zaman zaman görüşerek mânevî halleri hakkında bilgi verecek olan mürid, en azından biraz daha kontrollü hareket etmeye çalışacaktır. İnsanın şu veya bu şekilde bir manevî kontrol mekanizması ile hayatını murâkabe altına alması mümkün olmadığı zaman yaşadığı çevrenin etkisiyle dînî ve manevî duyarlılığının kaybolduğu görülmektedir. Hayatın zorlukları ve olayların insanda bıraktığı izleri izâle etme ve bir takım dış etkilere karşı direnç kazanma hususunda bir manevi rehbere bağlı olan, diğerlerine göre daha şanslıdır. Çünkü sıkıntısını paylaşacağı bir mürşidi ve ihvanı vardır.
Aslında tövbeyi dîni bir tören haline getirmek, mürîdin tövbesini kolaylıkla bozmasına engel olmak için yapılan psikolojik bir destektir. Zira insan Allah Teâlâ’ya kullar önünde söz verince kendini daha sorumlu görür. Bununla birlikte tövbe almak günah çıkarmakla karıştırılmamalıdır. Hıristiyalık’ta ve özellikle Katolik kilisesinde papaz günahları affetme yetkisine sahiptir. Hâlbuki tasavvufi terbiyede mürşid sadece mürîdin tövbe etmesine yardım etmektedir. Tövbeyi kabul edip etmemek Hakk Teâlâ’nın iradesine bağlıdır, başka hiçbir aracının bu hususta yetkisi yoktur.
Soru-2: Ruh, beden, akıl ve duygunun birbirleriyle ilişkileri nasıldır? İnsanın bileşenleri nelerdir?
İnsan ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır. Ruh, Allah tarafından üflenmiş olup ilahî bir menşei vardır. Bu sebeple insanı Allah’a götüren yolda ruhun güçlendirilmesi ve nefse galip olması gerekir. Nefis ise yine imtihan gayesi ile insana verilmiş, insanı dünyaya ve zevklere iten bir güç olup, buna hayvânî ruh ismi de verilir. Ruh rahmanî, nefs ise şeytanî etkilerin altındadır. Duygulara gelince bunlar insana mahsus, hem rahmanî hem de nefsanî yönleri olan ruhun ve nefsin yönelişleridir. Kızmak, sevmek, nefret etmek, haset etmek gibi pek çok duygumuz aslında dinin ve özellikle de tasavvufun ilgi alanına girer. Zira dinimizdeki pek çok günah ve sevap duygularla ilgilidir. Tasavvuf insanın sadece fiillerini değil, ruhunu güçlendirerek duygularını da kontrol altına almasını mümkün kılar. Duygularımız bize hayır veya şerre yönlendiren dâhili etkenler olduğu için bunların terbiye edilmesi, yani insanın sevgisini, nefretini, gazabını doğru şekilde yönlendirmesi gerekir. Tasavvuf, nefs muhasebesi, murakabe, tefekkür ve tezekkür gibi uygulamalarla duyguları kontrol etmeyi, doğru şekilde yönlendirmeyi bize öğretir. Bu manasıyla tasavvuf aslında bugün modern psikolojinin yaptığı çok önemli bir işlevi de yerine getirmektedir.
Akıl ise Allah Tealâ’nın bütün canlılar arasında insana bahşettiği en değerli yetenektir. Akıl doğru ile yanlışı birbirinden ayırmamızı sağlayan ilahî bir nurdur. Ne var ki akıl tek başına insanı hidayete götüremez. Diğer kabiliyetlerimiz gibi akıl da dîni süzgeçten geçirilmeli ve terbiye edilmelidir. Yoksa akıl kolaylıkla nefis ile işbirliği yapıp insanın kötülüklerini temize çıkarmanın bir aleti olabilir.
Tasavvufi eğitim ruhu beden memleketinde sultan yapar ve ruhun güçlenmesi ile akl-ı maaş dediğimiz dünyalık akıl uhrevi akla, akl-ı meâda dönüşür. Kısacası, ruh, beden, akıl ve duygu denkleminde asıl öğe ruhtur. Günümüz modern hayatında ise merkez, nefis beden ve bunların hazlarıdır. O kadarki nefsin arzuları adeta putlaştırılmış ve hedonizmı (hazcılık) tek amaç haline getirilmiştir.
Tasavvuf, merkeze ruhu koymakla aklı, nefsi ve duyguları inkâr etmiş olmaz. Aksine bu hassalarımız daha yerinde ve kontrollü olarak bize hizmet eder. Bugün insanlığın bu hassaları kullanma konusunda büyük zaafları vardır. Tasavvuf bu manada hem Müslümanlara hem de bütün insanlığa yol gösterecek öğretileri içinde taşır.
Soru 3: İnsan günümüzde üveysî olabilir mi?
Üveysîlik; bir mürşid ile görüşmeden, mânevî yolla; rüya tarikiyle ondan feyz almaktır. Allah’ın bazı kullarına özel bir tecellisidir. Hz. Peygamber devrine yetiştiği halde O’nunla görüşme şerefine eremediği için sahâbî unvanını alamayan Üveys Karenî’ye nisbetle ortaya çıkmış bir kavramdır. Daha sonra mürşidini görmeden mânevî yolla feyz alanlara bu zâtın adına nisbetle ‘üveysî’ denmiştir. Ana kaide tarikatta silsiledir, teselsüldür, yani insanın mânevî eğitimini yaşayan bir mürşidin rehberliğinde tamamlamasıdır. Hâlbuki üveysîlik istisnaî bir yoldur. Çoğu zaman üveysîlerin kendilerine faydası olsa bile başkalarına rehberlik edemezler. Her ne kadar tasavvuf tarihimizde Şah-ı Nakşibend gibi büyükler üveysî yolla feyiz almışlarsa da bu onların sadece bu kanaldan beslendiği manasına gelmez. Tabiî ki her dönemde Üveysîlik mümkündür ama insan bu tür olağanüstü hâdiselere bel bağlamamalı, yaşayan bir mürşidden terbiye almalıdır.
Dini ilimleri öğretmek çok mesuliyetli bir iştir, yüce Kitabımız Kuran emanetlerin ehline verilmesini emreder. Bu sebeple silsileye bağlı bir mürşid bulmak son derece önemlidir.
Soru–4: Tasavvufî terbiyede mürîdin meşrebi mi yoksa mürşid mi daha önemlidir?
Mürşid-i kâmil mürîdin meşrebini bilir ve ona göre eğitir, bu sebeple her ikisi de önemlidir. Bazı meşrepler nadir de olsa tasavvufi eğitimi kabul etmez, bunun haricinde iyi niyetli olarak mânevîyat yoluna girenler istidatları oranında kemâlâta ererler. Maneviyat yoluna giren herkes Bâyezîd-i Bistamî veya bir Bahauddin Nakşibend (k.s) olamaz ama en azından farzları, haramları ve İslam’ın diğer emirlerini zorlanmadan severek yerine getirecek seviyeye ulaşabilir. Burada önemli olan başka bir husus da mürşid ile mürîdin meşreben birbirine yakın olmasıdır. Zaten birbirine benzemeyen meşrepler birbirlerini iter.
Tasavvufta pek çok tarikatın olması da aslında farklı meşreplerin olmasından kaynaklanmaktadır. Hareketli bir meşrebe sahip olan bir insan Kâdirilikle irşâd olunurken, daha sessiz ve vakur olanlar Nakşîliği tercih edebilir. Musikiye ve edebiyata düşkün bir insan yine bu tür uygulamalara önem veren bir tarikata, mesela Mevlevîliğe intisap eder. Hatta ahilik ve fütüvvet teşkilatı insanlara mesleklerine göre tasavvufi eğitim vermeyi hedeflemiştir ki hem sâlikler arasında hem de mânevî rehber ile aralarında meşrep farkı en aza indirilsin. Bu sebeple önceki dönemlerde şeyh efendiler kendi meşreplerine uygun bulmadıkları sâlikleri başka mürşitlere yönlendirmişlerdir.
Soru–1: Bazı cemaatlerde tövbe almak diye bir uygulama vardır, bu nedir?
Tövbe günahtan pişman olmak ve bir daha yapmamak üzere Allah Teâlâ hazretlerine söz vermektir. Müslümanın işlediği her günah için tövbe etmesi farzdır. Bununla birlikte tövbe almak bazı cemaatlerde tarikat dersi almak manasına gelmektedir. Zira tarikata giren insan öncelikle bir manevi rehberin (mürşidin) huzurunda günahlarına tövbe etmekte ve bir daha günah işlememeye söz vermektedir. Böylece mânevîyat yoluna giren şahıs, tövbe ederek Allah’a kul olmaya çalışacağını bir Allah dostu önünde tescil etmektedir. Elbette böyle bir sözleşme insanı avarelik ve başıboşluktan kurtarır. Çünkü insan kendi kendine verdiği sözlere genellikle pek uymaz. Ama birini şâhid tutarak verilen söz daha bağlayıcı olur. Mürşidiyle zaman zaman görüşerek mânevî halleri hakkında bilgi verecek olan mürid, en azından biraz daha kontrollü hareket etmeye çalışacaktır. İnsanın şu veya bu şekilde bir manevî kontrol mekanizması ile hayatını murâkabe altına alması mümkün olmadığı zaman yaşadığı çevrenin etkisiyle dînî ve manevî duyarlılığının kaybolduğu görülmektedir. Hayatın zorlukları ve olayların insanda bıraktığı izleri izâle etme ve bir takım dış etkilere karşı direnç kazanma hususunda bir manevi rehbere bağlı olan, diğerlerine göre daha şanslıdır. Çünkü sıkıntısını paylaşacağı bir mürşidi ve ihvanı vardır.
Aslında tövbeyi dîni bir tören haline getirmek, mürîdin tövbesini kolaylıkla bozmasına engel olmak için yapılan psikolojik bir destektir. Zira insan Allah Teâlâ’ya kullar önünde söz verince kendini daha sorumlu görür. Bununla birlikte tövbe almak günah çıkarmakla karıştırılmamalıdır. Hıristiyalık’ta ve özellikle Katolik kilisesinde papaz günahları affetme yetkisine sahiptir. Hâlbuki tasavvufi terbiyede mürşid sadece mürîdin tövbe etmesine yardım etmektedir. Tövbeyi kabul edip etmemek Hakk Teâlâ’nın iradesine bağlıdır, başka hiçbir aracının bu hususta yetkisi yoktur.
Soru-2: Ruh, beden, akıl ve duygunun birbirleriyle ilişkileri nasıldır? İnsanın bileşenleri nelerdir?
İnsan ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır. Ruh, Allah tarafından üflenmiş olup ilahî bir menşei vardır. Bu sebeple insanı Allah’a götüren yolda ruhun güçlendirilmesi ve nefse galip olması gerekir. Nefis ise yine imtihan gayesi ile insana verilmiş, insanı dünyaya ve zevklere iten bir güç olup, buna hayvânî ruh ismi de verilir. Ruh rahmanî, nefs ise şeytanî etkilerin altındadır. Duygulara gelince bunlar insana mahsus, hem rahmanî hem de nefsanî yönleri olan ruhun ve nefsin yönelişleridir. Kızmak, sevmek, nefret etmek, haset etmek gibi pek çok duygumuz aslında dinin ve özellikle de tasavvufun ilgi alanına girer. Zira dinimizdeki pek çok günah ve sevap duygularla ilgilidir. Tasavvuf insanın sadece fiillerini değil, ruhunu güçlendirerek duygularını da kontrol altına almasını mümkün kılar. Duygularımız bize hayır veya şerre yönlendiren dâhili etkenler olduğu için bunların terbiye edilmesi, yani insanın sevgisini, nefretini, gazabını doğru şekilde yönlendirmesi gerekir. Tasavvuf, nefs muhasebesi, murakabe, tefekkür ve tezekkür gibi uygulamalarla duyguları kontrol etmeyi, doğru şekilde yönlendirmeyi bize öğretir. Bu manasıyla tasavvuf aslında bugün modern psikolojinin yaptığı çok önemli bir işlevi de yerine getirmektedir.
Akıl ise Allah Tealâ’nın bütün canlılar arasında insana bahşettiği en değerli yetenektir. Akıl doğru ile yanlışı birbirinden ayırmamızı sağlayan ilahî bir nurdur. Ne var ki akıl tek başına insanı hidayete götüremez. Diğer kabiliyetlerimiz gibi akıl da dîni süzgeçten geçirilmeli ve terbiye edilmelidir. Yoksa akıl kolaylıkla nefis ile işbirliği yapıp insanın kötülüklerini temize çıkarmanın bir aleti olabilir.
Tasavvufi eğitim ruhu beden memleketinde sultan yapar ve ruhun güçlenmesi ile akl-ı maaş dediğimiz dünyalık akıl uhrevi akla, akl-ı meâda dönüşür. Kısacası, ruh, beden, akıl ve duygu denkleminde asıl öğe ruhtur. Günümüz modern hayatında ise merkez, nefis beden ve bunların hazlarıdır. O kadarki nefsin arzuları adeta putlaştırılmış ve hedonizmı (hazcılık) tek amaç haline getirilmiştir.
Tasavvuf, merkeze ruhu koymakla aklı, nefsi ve duyguları inkâr etmiş olmaz. Aksine bu hassalarımız daha yerinde ve kontrollü olarak bize hizmet eder. Bugün insanlığın bu hassaları kullanma konusunda büyük zaafları vardır. Tasavvuf bu manada hem Müslümanlara hem de bütün insanlığa yol gösterecek öğretileri içinde taşır.
Soru 3: İnsan günümüzde üveysî olabilir mi?
Üveysîlik; bir mürşid ile görüşmeden, mânevî yolla; rüya tarikiyle ondan feyz almaktır. Allah’ın bazı kullarına özel bir tecellisidir. Hz. Peygamber devrine yetiştiği halde O’nunla görüşme şerefine eremediği için sahâbî unvanını alamayan Üveys Karenî’ye nisbetle ortaya çıkmış bir kavramdır. Daha sonra mürşidini görmeden mânevî yolla feyz alanlara bu zâtın adına nisbetle ‘üveysî’ denmiştir. Ana kaide tarikatta silsiledir, teselsüldür, yani insanın mânevî eğitimini yaşayan bir mürşidin rehberliğinde tamamlamasıdır. Hâlbuki üveysîlik istisnaî bir yoldur. Çoğu zaman üveysîlerin kendilerine faydası olsa bile başkalarına rehberlik edemezler. Her ne kadar tasavvuf tarihimizde Şah-ı Nakşibend gibi büyükler üveysî yolla feyiz almışlarsa da bu onların sadece bu kanaldan beslendiği manasına gelmez. Tabiî ki her dönemde Üveysîlik mümkündür ama insan bu tür olağanüstü hâdiselere bel bağlamamalı, yaşayan bir mürşidden terbiye almalıdır.
Dini ilimleri öğretmek çok mesuliyetli bir iştir, yüce Kitabımız Kuran emanetlerin ehline verilmesini emreder. Bu sebeple silsileye bağlı bir mürşid bulmak son derece önemlidir.
Soru–4: Tasavvufî terbiyede mürîdin meşrebi mi yoksa mürşid mi daha önemlidir?
Mürşid-i kâmil mürîdin meşrebini bilir ve ona göre eğitir, bu sebeple her ikisi de önemlidir. Bazı meşrepler nadir de olsa tasavvufi eğitimi kabul etmez, bunun haricinde iyi niyetli olarak mânevîyat yoluna girenler istidatları oranında kemâlâta ererler. Maneviyat yoluna giren herkes Bâyezîd-i Bistamî veya bir Bahauddin Nakşibend (k.s) olamaz ama en azından farzları, haramları ve İslam’ın diğer emirlerini zorlanmadan severek yerine getirecek seviyeye ulaşabilir. Burada önemli olan başka bir husus da mürşid ile mürîdin meşreben birbirine yakın olmasıdır. Zaten birbirine benzemeyen meşrepler birbirlerini iter.
Tasavvufta pek çok tarikatın olması da aslında farklı meşreplerin olmasından kaynaklanmaktadır. Hareketli bir meşrebe sahip olan bir insan Kâdirilikle irşâd olunurken, daha sessiz ve vakur olanlar Nakşîliği tercih edebilir. Musikiye ve edebiyata düşkün bir insan yine bu tür uygulamalara önem veren bir tarikata, mesela Mevlevîliğe intisap eder. Hatta ahilik ve fütüvvet teşkilatı insanlara mesleklerine göre tasavvufi eğitim vermeyi hedeflemiştir ki hem sâlikler arasında hem de mânevî rehber ile aralarında meşrep farkı en aza indirilsin. Bu sebeple önceki dönemlerde şeyh efendiler kendi meşreplerine uygun bulmadıkları sâlikleri başka mürşitlere yönlendirmişlerdir.
Nefs Nasıl Terbiye Etme Yolları...
........Nefs Nasıl Terbiye Edilir?
Tasavvufta nefis terbiyesi nasıl olur? Kişi kötü alışkanlıklardan nasıl kurtulabilir?
Tasavvufi anlayışa göre insan, yaratılışında ilâhî cevher taşıyan bir varlıktır. Allah insanı ahsen-i takvim üzere yaratmış, onu imtihan maksadıyla bu dünyaya göndermiştir. Bu durumda insan artı sonsuz ile eksi sonsuz arasında iyiye ve kötüye meyilli, hayır ve şer kapasitesine sahip yegâne varlıktır. Varlık âleminde melekler sadece hayır yapma kapasitesine sahip olup hiçbir şekilde isyanda bulunamazlar. Şeytan ise tamamen kötülük yapmak üzere programlanmış olup hiçbir surette hayırlı bir amelde bulunamaz. İşte insan nefsî itibarı ile şeytanî ve ruhu itibari ile de melekî bir varlıktır. Bu sebeple insan benliği çok boyutlu bir varlığa sahiptir. Pek çok insan kendini sadece nefisten ibaret olarak görmekte ve onun peşinden giderek ömrünü heba etmektedir. Hâlbuki nefsimizin pek çok katmanları olup bunlar dışarıdan gelen uyarıcıların durumuna göre şekil alır. Mesela birine kızınca nefs-i emmaremiz intikam almayı, vurup kırmayı emreder. Bir fakiri görünce ruhumuz ona yardım etmeyi ilham ederken, yine nefsimiz başımızı başka yöne çevirmeyi tavsiye eder. Tüm bu düşünceler bir insanda aynı anda çakıştığına göre biz hangi sese kulak vereceğiz, nefse mi yoksa ruha mı? İşte tasavvuf bize Kuran ve Sünnet çerçevesinde nefsimizi kontrol altına alarak ruhumuzu güçlendirmeyi ve onu vücut ikliminde hükümran kılmayı öğretir.1
Tarikat kurucusu büyük sufiler insanın terbiye edilmesinde iki ana metod izlerler, bunlardan birincisine nefsâni ikincisine de ruhâni metod ismi verilir.
Genellikle nefsin olumsuz yönünü, yani hayvanî nefsi itaat altına almayı önceleyen tarikatlarda riyâzat, halvet, oruç, ağır ibadetlerle yapılan “cihad-ı ekber” sayesinde nefis zayıflatılmaya çalışılır. Bu meşrepteki sufiler nefisle muvafakat/uyum halinde olmayı Allah’la muhalefet/uyumsuz olmak olarak anladıklarından nefse muhalefeti temel ilke edinmişler ve “Nefsin arzu ettiği değil, onun zıddı olan şey doğrudur.” demişlerdir.2
Bir yandan yemeği, uyumayı, konuşmayı en aza indirmek ve inzivaya çekilmek, diğer yandan kendini ibadete, taate, zikre ve tefekküre vermek sûretiyle nefis zayıflatılır (bu hususlar aynı zamanda insanî rûhu güçlendirir) ve direnci kırılır. Nefse boyun eğdirmenin ve onu terbiye etmenin, disiplin altına almanın, bu suretle onu iyi bir hizmetçi haline getirmenin yolu budur.3
Çile çekerek, riyazat ve perhiz yaparak, nefsin mukavemetini kırarak nefsin yapısında var olan günah işleme ve kötülük yapma arzusunun (hevâ-heves) kökü kazınamaz, bunlar tümden yok edilemez. Zaten bu tür duyguların öldürülmesi ve yok edilmesi gaye de değildir. Önemli olan bu tür kötü duygu ve eğilimleri etkisiz hale getirerek, insan üzerinde İlâhî iradenin, kalbin ve vicdanın hâkimiyetini sağlamaktır. Tasavvufta müritliğin anlamı nefsi terbiye etmek ve disiplin altına almaktır. “Ölmeden evvel ölmek” ve “fenâya erme” deyimleriyle de kastedilen budur.4
Nefs ile girişilen mücadelede başarıya ulaşmak kişinin tek başına elde edeceği bir netice değildir. Nefsin bilinmez, hesaba gelmez, tedbirle engellenemez ve buyruk altına girmez serkeş tabiatı ancak nefsin bu tabiatına vakıf bir kâmil insanla terbiye edilebilir.5 Nefsi terbiye etmenin diğer metodu olan ruhâni metod konusu ise önümüzdeki sayıda ele alınacaktır.
Kişinin almış olduğu dersi yapamaması halinde telafi etmesi mi veya dersi tekrar tazelemesi mi gerekir. Tasavvufta dersin önemi nedir, seyr-u sulûk için ders gerekli midir?
Cevap: Seyr u sulûk için üç esas vardır. Birincisi günlük olarak yapılan evrad u ezkar, ikincisi genelde haftada bir kez yapılan sohbet ve üçüncü olarak ta insanlığa verilen her tür faydalı hizmettir. Manevi terakki için bunların hepsi de çok önemlidir. Üçayaklı bir masa bir ayağı eksik olduğunda nasıl ki ayakta durmakta zorlanırsa, bir salik de bu üç vazifeyi yerine getirmeden gerçek manada Hakk’a ram olamaz. Tasavvuf yolunda çekilen evrad ve zikirler farz ibadet olmadığı için kazası gerekmez. Öncelikli olarak şunu ifade edelim ki evradı ihmal etmek insanın şeyhine ve kendine verdiği sözü tutmaması manasına gelir. Bundan da önemlisi Allah’ın zikrinden uzak geçen her vakit, her saniye bizim için ebedi bir kayıptır. Boşa geçen zaman geri getirilemeyeceği için sâlik bütün vakitlerini yukarıda sayılan vazifelerle doldurmaya azami gayret sarf etmelidir. Ahirette cennet ehlinin en çok hasret çektiği şey zikirsiz geçen vakitlerdir.
Tasavvufi terbiyenin en önemli hedeflerinden biri de insanın ahlakını güzelleştirmesi, kuran ahkâmını ve sünnet-i seniyyeyi en güzel şekilde yaşamasıdır. Bazı saliklerin bu konuda ihmalleri olabilmektedir. Eğer salikin virdi ve dini vazifeleri bu konuda müspet bir gelişmeye sebep olmuyorsa gerçek manada virtlerini yerine getirmiyor demektir. Bu sebeple salik hem manevi dersini yerine getirme hususunda hem de ahlakını güzelleştirme hususunda dikkatli olmalıdır.
Bundan 10 sene öncesine kadar esrar içiyordum. Ama son bir seneden beri ayda bir kaç kere içiyorum. Namazlarımı da kılıyorum. Ayda bir kaç kere kendimi bilecek kadar içtiğim esrarın kıldığım namazlara zararı olur mu?
Cevap: Dinimize göreçoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır, azı sarhoşluk vermesede hüküm değişmez. Bununla birlikte namazlarınızı kılıyor olmanız çok güzel, zira insanın bazı emirleri yerine getirmemesi diğer emirleri de terk etmesine sebep olmamalıdır. Size tavsiyem esrarı bırakmak için öncelikle çevrenizi değiştirmeniz ve sizi esrar kullanımına sevk eden çevreden ayrılmanızdır. İkinci olarak Allah Teâlâ’nın azametini tefekkür etmek, kalbi ve dili zikir ile meşgul etmek uyuşturucu madde bağımlılıklarını kolay şekilde azaltmanıza yardımcı olabilir. Allah hepimize her tür kötü alışkanlıkları bırakma hususunda yardımcı olsun.
Dipnotlar: 1) Bkz. H. Kamil Yılmaz, AnahatlarıylaTasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007, s. 262. 2) Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili I, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 21; Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf: İslam’da Manevî Hayat, İz Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 124-127. 3) Uludağ, a.g.e., s. 22. 4) Uludağ, a.g.e., s. 22. 5) Arpaguş, a.g.e., s. 72.
Tasavvufta nefis terbiyesi nasıl olur? Kişi kötü alışkanlıklardan nasıl kurtulabilir?
Tasavvufi anlayışa göre insan, yaratılışında ilâhî cevher taşıyan bir varlıktır. Allah insanı ahsen-i takvim üzere yaratmış, onu imtihan maksadıyla bu dünyaya göndermiştir. Bu durumda insan artı sonsuz ile eksi sonsuz arasında iyiye ve kötüye meyilli, hayır ve şer kapasitesine sahip yegâne varlıktır. Varlık âleminde melekler sadece hayır yapma kapasitesine sahip olup hiçbir şekilde isyanda bulunamazlar. Şeytan ise tamamen kötülük yapmak üzere programlanmış olup hiçbir surette hayırlı bir amelde bulunamaz. İşte insan nefsî itibarı ile şeytanî ve ruhu itibari ile de melekî bir varlıktır. Bu sebeple insan benliği çok boyutlu bir varlığa sahiptir. Pek çok insan kendini sadece nefisten ibaret olarak görmekte ve onun peşinden giderek ömrünü heba etmektedir. Hâlbuki nefsimizin pek çok katmanları olup bunlar dışarıdan gelen uyarıcıların durumuna göre şekil alır. Mesela birine kızınca nefs-i emmaremiz intikam almayı, vurup kırmayı emreder. Bir fakiri görünce ruhumuz ona yardım etmeyi ilham ederken, yine nefsimiz başımızı başka yöne çevirmeyi tavsiye eder. Tüm bu düşünceler bir insanda aynı anda çakıştığına göre biz hangi sese kulak vereceğiz, nefse mi yoksa ruha mı? İşte tasavvuf bize Kuran ve Sünnet çerçevesinde nefsimizi kontrol altına alarak ruhumuzu güçlendirmeyi ve onu vücut ikliminde hükümran kılmayı öğretir.1
Tarikat kurucusu büyük sufiler insanın terbiye edilmesinde iki ana metod izlerler, bunlardan birincisine nefsâni ikincisine de ruhâni metod ismi verilir.
Genellikle nefsin olumsuz yönünü, yani hayvanî nefsi itaat altına almayı önceleyen tarikatlarda riyâzat, halvet, oruç, ağır ibadetlerle yapılan “cihad-ı ekber” sayesinde nefis zayıflatılmaya çalışılır. Bu meşrepteki sufiler nefisle muvafakat/uyum halinde olmayı Allah’la muhalefet/uyumsuz olmak olarak anladıklarından nefse muhalefeti temel ilke edinmişler ve “Nefsin arzu ettiği değil, onun zıddı olan şey doğrudur.” demişlerdir.2
Bir yandan yemeği, uyumayı, konuşmayı en aza indirmek ve inzivaya çekilmek, diğer yandan kendini ibadete, taate, zikre ve tefekküre vermek sûretiyle nefis zayıflatılır (bu hususlar aynı zamanda insanî rûhu güçlendirir) ve direnci kırılır. Nefse boyun eğdirmenin ve onu terbiye etmenin, disiplin altına almanın, bu suretle onu iyi bir hizmetçi haline getirmenin yolu budur.3
Çile çekerek, riyazat ve perhiz yaparak, nefsin mukavemetini kırarak nefsin yapısında var olan günah işleme ve kötülük yapma arzusunun (hevâ-heves) kökü kazınamaz, bunlar tümden yok edilemez. Zaten bu tür duyguların öldürülmesi ve yok edilmesi gaye de değildir. Önemli olan bu tür kötü duygu ve eğilimleri etkisiz hale getirerek, insan üzerinde İlâhî iradenin, kalbin ve vicdanın hâkimiyetini sağlamaktır. Tasavvufta müritliğin anlamı nefsi terbiye etmek ve disiplin altına almaktır. “Ölmeden evvel ölmek” ve “fenâya erme” deyimleriyle de kastedilen budur.4
Nefs ile girişilen mücadelede başarıya ulaşmak kişinin tek başına elde edeceği bir netice değildir. Nefsin bilinmez, hesaba gelmez, tedbirle engellenemez ve buyruk altına girmez serkeş tabiatı ancak nefsin bu tabiatına vakıf bir kâmil insanla terbiye edilebilir.5 Nefsi terbiye etmenin diğer metodu olan ruhâni metod konusu ise önümüzdeki sayıda ele alınacaktır.
Kişinin almış olduğu dersi yapamaması halinde telafi etmesi mi veya dersi tekrar tazelemesi mi gerekir. Tasavvufta dersin önemi nedir, seyr-u sulûk için ders gerekli midir?
Cevap: Seyr u sulûk için üç esas vardır. Birincisi günlük olarak yapılan evrad u ezkar, ikincisi genelde haftada bir kez yapılan sohbet ve üçüncü olarak ta insanlığa verilen her tür faydalı hizmettir. Manevi terakki için bunların hepsi de çok önemlidir. Üçayaklı bir masa bir ayağı eksik olduğunda nasıl ki ayakta durmakta zorlanırsa, bir salik de bu üç vazifeyi yerine getirmeden gerçek manada Hakk’a ram olamaz. Tasavvuf yolunda çekilen evrad ve zikirler farz ibadet olmadığı için kazası gerekmez. Öncelikli olarak şunu ifade edelim ki evradı ihmal etmek insanın şeyhine ve kendine verdiği sözü tutmaması manasına gelir. Bundan da önemlisi Allah’ın zikrinden uzak geçen her vakit, her saniye bizim için ebedi bir kayıptır. Boşa geçen zaman geri getirilemeyeceği için sâlik bütün vakitlerini yukarıda sayılan vazifelerle doldurmaya azami gayret sarf etmelidir. Ahirette cennet ehlinin en çok hasret çektiği şey zikirsiz geçen vakitlerdir.
Tasavvufi terbiyenin en önemli hedeflerinden biri de insanın ahlakını güzelleştirmesi, kuran ahkâmını ve sünnet-i seniyyeyi en güzel şekilde yaşamasıdır. Bazı saliklerin bu konuda ihmalleri olabilmektedir. Eğer salikin virdi ve dini vazifeleri bu konuda müspet bir gelişmeye sebep olmuyorsa gerçek manada virtlerini yerine getirmiyor demektir. Bu sebeple salik hem manevi dersini yerine getirme hususunda hem de ahlakını güzelleştirme hususunda dikkatli olmalıdır.
Bundan 10 sene öncesine kadar esrar içiyordum. Ama son bir seneden beri ayda bir kaç kere içiyorum. Namazlarımı da kılıyorum. Ayda bir kaç kere kendimi bilecek kadar içtiğim esrarın kıldığım namazlara zararı olur mu?
Cevap: Dinimize göreçoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır, azı sarhoşluk vermesede hüküm değişmez. Bununla birlikte namazlarınızı kılıyor olmanız çok güzel, zira insanın bazı emirleri yerine getirmemesi diğer emirleri de terk etmesine sebep olmamalıdır. Size tavsiyem esrarı bırakmak için öncelikle çevrenizi değiştirmeniz ve sizi esrar kullanımına sevk eden çevreden ayrılmanızdır. İkinci olarak Allah Teâlâ’nın azametini tefekkür etmek, kalbi ve dili zikir ile meşgul etmek uyuşturucu madde bağımlılıklarını kolay şekilde azaltmanıza yardımcı olabilir. Allah hepimize her tür kötü alışkanlıkları bırakma hususunda yardımcı olsun.
Dipnotlar: 1) Bkz. H. Kamil Yılmaz, AnahatlarıylaTasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007, s. 262. 2) Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili I, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 21; Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf: İslam’da Manevî Hayat, İz Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 124-127. 3) Uludağ, a.g.e., s. 22. 4) Uludağ, a.g.e., s. 22. 5) Arpaguş, a.g.e., s. 72.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
HOŞGELDİNİZ....
BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...