13 Ağustos 2009 Perşembe

İNSAN VE İNSANIN ZAAFLARI...

........İnsan, zaafları olan bir varlıktır. Kur’an, şu ayetiyle bu gerçeği bildirir: “İnsan zayıf yaratıldı” (Nisa Sûresi, 28.) Bu zayıflık, daha dünyaya gelir gelmez kendini göstermeye başlar. Diğer canlıların yavruları kısa zamanda hayata uyum sağlayıp, kendi başlarına hayatlarını devam ettirebilecek seviyeye ulaşırlar. İnsan yavrusu ise, bir-iki yılda ancak ayağa kalkar. 15-20 yılda ancak bir kısım fayda ve zararları öğrenir. Ömrü boyunca da, hayat kanunlarını öğrenmeye muhtaçtır.

Ayrıca, insan çok hassas bir canlıdır. Ne fazla sıcağa gelebilir, ne fazla soğuğa... Ne açlığa dayanabilir, ne susuzluğa... Bir mikrop onu yere serer. Bir kuyruklu yıldız onu ürkütür. Geçmişi düşünür, üzülür. Geleceği düşünür, endişe eder. Emelleri ebede uzanır.

Bir de,” beşeri zaaflarımız” vardır. Bu zaaflar, birtakım huy ve karakterlerimizdir. Bunlardan bir kısmını şu şekilde ele alabiliriz:

1. Nisyan (Unutkanlık)İnsan, nisyana müpteladır. Her insanın hayatında pek çok nisyan örnekleri vardır. İlk insan Hz. Adem de aynı nisyanı yaşamıştır. Ayet bunu şöyle anlatır: “Doğrusu daha önce Adem’den ahid almıştık da, unuttu...” (Taha Sûresi, 115.)

Hz. Adem’e, yasak ağaca yaklaşmaması emredilmiştir. Şeytanın vesvesesiyle yaklaşır ve o ağaçtan yer. Bunun sonucunda dünyaya gönderilir. (Bakara Sûresi, 35-37.)

Hz. Adem’in tabiatı aynen Ademoğullarında da vardır. Nisyanın en kötüsü, insanın kendini unutması, ne için yaratıldığını aklına getirmemesidir. Buna, gaflet denir. Cenab-ı Hak, bazı musibetlerle insanı gaflet uykusundan uyandırır. Onu, yaratılış gayesine yöneltir. Fakat pek çok insan yine unutur. Kur’an, bu hali şöyle bildirir:


“İnsana zarar dokunduğunda gerek yatarken, gerek otururken, gerek ayakta iken bize dua eder durur. Fakat ondan zararı giderdiğimizde, daha önce o zarar için bize dua etmemiş gibi, geçer gider...”
(Yunus Sûresi, 12.)


2- Harislik ve cimrilik
Beşeri zaaflarımızdan biri de, mala düşkünlüktür. Kur’an, bu hususu şöyle haber verir:


“İnsan helu’ (haris ve cimri) yaratıldı. Kendisine bir zarar dokunduğunda feryadı basar. Bir hayır dokundu mu ( yoksullara) yardım etmez (sıkı sıkı tutar)...”
(Mearic Sûresi, 19-21)


“Ademoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, ikinci bir vadi dolusu altını ister...” (Müslim, Zekat, 117.) hadisi, bu beşeri zaafımıza dikkat çeker. Bebeklerde bile aynı tabiatı görmek mümkündür. Onun elindekini almak çok zordur, ama sizin verdiğinizi hemen alır.

3- Acelecilikİnsan, aceleci bir varlıktır. Bir anda neticeye ulaşmak ister. Ahiret saadetini dünyada tatmaya çalışır. “Ya Rabbena! Bize dünyada ver’ der. Bu kimsenin ahirette bir nasibi yoktur.” (Bakara Sûresi, 200.)

Halbuki, bu dünya sabrı ve sebatı gerektirir. Asıl olan dünya mutluluğu değil, ahiret saadetidir. Ahiretin elmaslarını, bu dünyanın cam parçalarıyla değiştirmenin bir anlamı yoktur. Sonsuz hayata nispetle bu kısa hayat, bir an gibidir. Fakat insan, ahireti bilmediğinden bütün himmetini dünyaya sarf eder. “Hayat ancak bu hayattır” deyip, onun lezzetlerini elde etmeye çalışır. Kur’anın bildirdiği gibi, “İnsan çok acelecidir.” (İsra Sûresi, 11.)

4- Övülmek

Hemen her insan övülmeyi sever. Yaptığını sever, beğenir. Halbuki, övündüğü şeylerde kendisinin hissesi pek azdır. Mesela, sesinin güzelliğiyle iftihar eder. Halbuki, Allah ona böyle bir ses vermeseydi, elinden hiçbir şey gelmezdi.

Kur’an-ı Kerim, bu meselede şu hatırlatmayı yapar:


“Yaptıklarıyla gururlanan ve yapmadıklarıyla övülmeyi sevenlerin, azaptan emin bir yerde bulunduklarını zannetme!”
(Al-i İmran Sûresi, 188. )


Ayette reddedilen iki durum vardır:
1. Yaptığıyla gururlanmak.
2. Yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanmak.
Halbuki insan, kendini methetmek için değil, Allah’a hamd etmek için yaratılmıştır.

5- Hizmette ihmalİnsanın tabiatında hizmetten kaçmak, ücrete koşmak vardır. Bir iş yapılacağı zaman kimse ortalıkta görülmek istemez. Fakat ücret ve mükafat zamanında, herkes talip olur. Kur’anda zikredilen şu olay, buna güzel bir örnektir. Şöyle ki:
Peygamberimiz, 1400 sahabeyle umre niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıkar. O zaman Mekke henüz müşriklerin idaresindedir. Bir savaş çıkabileceği endişesiyle, bir kısım bedevi insanlar sefere katılmazlar. Sudan bahanelerle geri kalırlar. Fakat aynı insanlar, Hayber ganimetleri için yola çıkıldığında orduya katılmak isterler. Cenab-ı Hak, onların bu sefere katılmalarını men eder. (Fetih Sûresi, 11-15 )

6- Bahanecilik
Müsbet alanlarda bir varlık gösteremeyenler, birtakım bahanelerle kendilerini avuturlar. Nedense kendi kusurlarını görmek istemezler. Mesela, Hudeybiye Seferine katılmayan bir kısım bedevilerin bahanelerine bakalım: “Mallarımız, ailelerimiz bizi alıkoydu. Bizim için mağfiret dile’ diyecekler. Onlar, ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar...” (Fetih Sûresi, 11)

“Suçun sahibi olmaz” derler. Halbuki, “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur” (Nursi, Lem’alar, 84.) Kusurunu gören o kusurdan kurtulmaya çalışır.

İşte, insanın mahiyetinde böyle nice zaaflar vardır. Bu zaaflar, aslında insanın manevi terakkisinde mühim birer esastırlar. Meleklerde böyle zaaflar olmadığından, onlarda mücadele de yoktur. Mücadele olmayınca, terakki de söz konusu değildir.

İnsanın meleklere üstünlüğünün mühim bir sırrı, bu zaaflarında gizlidir. Fıtraten cimri bir insanın, nefsini aşarak cömertlikte bulunması, elbette kolay bir şey değildir. Nefsini medhe meyilli bir kişinin, “Bütün medih ve muhabbet Allah’adır. Bütün iyilikler, güzellikler O’ndandır” diyebilmesi şüphesiz az bir hüner değildir.

Bu zaaflar aşılmayacak zaaflar değildir. Zira “Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez” (Bakara Sûresi, 286)

Rü'yalar ve Rüya Çeşitleri...

........İlâhî mevhibelerden biri de sâdık rüyalardır. Gaybî hakîkatlere vâkıf olmanın yollarından biri olarak kabul edilir. Uyku sırasında insanın maddî âlemle irtibâtı asgarî seviyeye iner. Bedene hapsedilmiş olan rûha âit hisler güçlenir. Ulvî manzaraları perdeleyen nefsâniyet bulutları dağılarak görüş berraklaşır. Bu sûretle rüyâlarında gayb âlemini seyretmek, bâzı sâlih kullara nasîb olur. Bu keşiflerin doğruluğu ise daha sonra uyanıkken müşâhede edilir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ümmete, nübüvvetten (peygamberlik husûsiyetlerinden) sadece mübeşşirât kalmıştır.” buyurmuştur.

Ashâb:

“– Mübeşşirât nedir, yâ Rasûlallâh?” diye sorunca da:

“– Sâdık rüyâdır.” diye cevap vermiştir. (Buhârî, Tâbir, 5; Müslim, Salât, 207-208)

Mübeşşirât, ihlâslı müminlerin gönüllerinin rüyâ esnâsında ilâhî müjdelere ve telkînlere açık hâle gelmesidir.

Yine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Onlar (Allâh dostu muttakî müminler) için dünyâ hayâtında da, âhirette de müjdeler vardır!” (Yûnus, 64) âyetinde bahsedilen “dünyadaki müjde”yi îzâh sadedinde:

“Müslümanın gördüğü veya kendisine gösterilen sâdık rüyâdır.” (Tirmizî, Rüyâ, 3) buyurmuşlardır.

Rüyâ üç kısımdır:

1. Şeytânî rüyalar: Şeytanın, insanı korkutmak, rûhu sıkıntıya düşürmek veya mahzûn etmek maksadıyla ilkâ eylediği rüyâlardır. Yüksek bir yerden düşmek veya insanı tesir altında bırakan kargaşa ve felâket sahneleri görmek gibi. Böyle rüyaların bir esası yoktur. Çoğunlukla bulanık, yarı hatırlanan, karışık bir rüya gören, gördüğünü kimseye anlatmamalı ve şeytanın iğvasından Allâh’a sığınmalıdır.

2. Hâricî bir tesirle görülen rüyâlar: Kişinin hâl ve hayâline bağlı olarak rüyâsına akseden manzaralardır. Meselâ çok tuzlu yemiş olan bir kimsenin rüyâda bolca su içmesi veyahut da zihnini fazlaca meşgûl eden bir meselenin rüyasına aksetmesi gibi. Bunların da tâbiri yoktur. Esassızdırlar.

3. Sâdık rüyâlar: Böyle rüyalar net olarak hatırlanırlar. Bunlar, Cenâb-ı Hak tarafından ya beşâret (müjde) veyahut da îkâz mâhiyetindedir. Bunları vazifeli bir kısım melekler ümmü’l-kitâb (levh-i mahfuz)’dan telakkî ederek, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve müsâadesi ile uyuyan insanın rûhuna ilkâh ederler.

Sâdık rüyâlar, Levh-i Mahfuz’dan istikbâle akseden pırıltılardır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, peygamberliğinin evvelinde sâdık rüyâlar altı ay kadar devâm etmiştir.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Zaman yaklaştıkça31 müminin rüyâsı neredeyse hiç yalan çıkmaz. (Gördüğü gibi gerçekleşir.) Müminin (sâdık) rüyâsı, nübüvvetin kırkaltı cüzünden biridir. Nübüvvetten olan bir şey ise yalan olmaz.” (Buhârî, Ta‘bîr, 26; Müslim, Rüyâ, 6) buyurmuştur.

Sâdık rüyâlar, ehli tarafından tâbire, yâni şifrelerinin çözülmesine muhtaçtır. Rüyâ tabiri de Hak vergisi bir ilimdir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazlardan sonra bâzen ashâbın gördüğü rüyâları dinler ve tâbir eder, istikbâle dâir bu şekilde zuhûr eden tecellîleri îzâh buyururlardı.

Gerçekten rüyâları tâbir etmek, bazı kâidelere istinâd ettirilen bir ilimdir. Bu ilme vâkıf olanlara da “muabbir” (tâbirci) denilir. Umum insanların istifâdesi için rüyâ tâbiriyle alâkalı pek çok eser telif edilmiştir. Bunlardan İbn-i Sîrin ve Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin tâbirnâmeleri meşhûr olmuş ve ekseriyetle onlardan iktibas sûretiyle günümüze kadar çeşitli kitaplar ortaya konulmuştur. Bununla berâber sırf böyle kitaplarda mevcûd mâlumâta istinâden rüyâ tâbir etmek mahzurludur. Zîrâ asıl tâbirin kısm-ı âzamı “keşif”tir. Bunun için rüyâyı tâbir edenin, mânevî bir iktidâra sâhip olması gereklidir. Aksi hâlde yanlış tâbirin tehlikeleriyle karşılaşılır. Zîrâ, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“… Rüyâ, ilk tâbirciye göre tahakkuk eder.” (İbn-i Mâce, Ta‘bîr, 7) buyurmuştur. Bu bakımdan rüyâlar ehil olmayanlara anlatılmamalıdır. Bu ilme vâkıf olanlar da, “İlk tâbir önemlidir; sonrakiler geçersiz kalır.” demişlerdir.

Mîzânu’n-Nüfûs33 adlı risâlede anlatıldığı üzere tâbir ilmi “enfüsî” ve “âfâkî” olmak üzere iki kısımdır. “Enfüsî” olanını avâm-havâs herkes tahsîl edebilir. Yâni kulaktan duymak sûretiyle veya geçmişte ehil kimselerin yaptığı tâbirleri muhtelif eserlerden toplamak sûretiyle tahsîli mümkündür. Bu sâyede birbirine benzeyen rüyalar, geçmiş tecrübelere istinâden tâbir edilebilir.

Rüyâda varlıkların her biri, lügattaki bir kelime gibidir. Yâni o âdetâ ayrı bir lisandır. Bu lisânda görülen varlığa atfedilen mânâ, uzak bir alâkaya dayanır. Yâni büsbütün mesnedsiz ve sebepsiz değildir. Meselâ yılan, düşmandır. Bu mânâ, Âdem -aleyhisselâm-’ın kıssasına dayanır. Onda görülen her hâl ve hareket, düşmana âit bir tavır olarak îzâh edilir. Fakat bir yılan dümdüz veya ölü gibi hareketsiz görülürse, yol ile tâbir edilir.

Diğer taraftan, rüyâ tâbirinde pek çok müessir rol oynar. Günler, mevsimler, rüyânın görüldüğü gece vakti vs. Meselâ kışın görülen rüya geç tahakkuk ederken, sabaha karşı görülen rüya çabuk çıkar. Ancak bu tâbirler her rüyâ sâhibinin tabiatı farklı olduğundan çoğu kez noksandır.

“Âfâkî” olan tâbir ilmiyse, ancak havâssa mahsus olup keşfe muhtaçtır. Çünkü rüyânın şeytânî mi Rahmânî mi olduğunu ayırd edebilmek, sünuhât-ı ilâhiyyeye mazhar olmaya bağlı bir keyfiyettir. Üstelik insanların tabiatları da birbirlerinden farklı olduğu için, aynı rüyâyı gören iki şahsın rüyâlarının tâbiri birbirinden çok farklı olabilir. Bu inceliği kavrayabilmek ise mânevî bir salâhiyet ister.

Nitekim İbn-i Sîrîn Hazretleri’ne iki kişi gelip, rüyâlarında hatip olarak hutbe okuduklarını beyân ettiklerinde bunu, onlardan birinin hacca gideceği, diğerinin ise îdâm olunacağı şeklinde tâbir buyurur. Hakîkaten bir müddet sonra o iki şahıstan biri hacceder, diğeri ise idâm edilir.

Asr-ı saâdette vukû bulan bir hâdise de şöyledir:

Bir kadın rüyasını tâbir ettirmek için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat eder. Rüyasında evinin orta direğinin kırılıp önüne yıkılıverdiğini söyler.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadına, kocası olup olmadığını ve varsa nerede olduğunu suâl eder. Kadın, kocasının sefere gittiğini ve hâlen dönmediğini söyleyince Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadına, kocasının sağ-sâlim dönüp mesrûr olacaklarını müjdeler ve rüya tâbir edildiği üzere vukû bulur.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın devr-i hilâfetinde bu kadın yine kocası seferdeyken aynı rüyayı görüp bu defâ da tâbirini halîfeye sorar. Hazret-i Sıddîk -radıyallâhu anh-, aynen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi önce kadından kocasıyla ilgili mâlumat alır ve sonra kadına kocasının seferde merhûm olduğunu söyler.

Kadın ise telâş ve şaşkınlık içinde Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a:

“– Aynı rüyâyı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kocamın sâlimen döneceğine yormuştu.” deyince Hazret-i Sıddîk:

“– Doğrudur, O’na öyle keşfolunmuş, bana da böyle ilhâm olundu.” buyurur. Aradan çok geçmeden tâbirin doğru olduğu anlaşılır.

Rüyâ esnâsında âlem-i misâlde akıl ve fikir üstü, hayâlî ve belirsiz nice hâller müşâhede olunacağından bunların doğru tâbiri gâyet zor ve hattâ mânevî bir dirâyet olmaksızın mümkün değildir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Yûsuf -aleyhisselâm-’a da bu ilmi verdiğini bildirmektedir.34

Nitekim Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, zindandayken bir ekmekçi ile saray sâkîsinin rüyâlarını dinlemişti. Ekmekçi, bir tabla ekmeği başı üzerinde götürürken havadan kuşların hücûm edip ekmekleri yediklerini anlatmış, Yûsuf -aleyhisselâm- da bunu, ekmekçinin pâdişâh tarafından îdam ettirileceğini ve havadan kuşların inip başının etini yiyeceklerini söyleyerek tâbir etmiştir. Sâkî de rüyâsında, evvelki gibi sarayda pâdişâha sâkîlik yaptığını gördüğünü ifâde edince, Yûsuf -aleyhisselâm-:

“– Sen yine pâdişahın makbûlü olup sâkîliğini yaparsın.” diye tâbir etmiştir. Hakîkaten bu keşifler, aynen tâbirde buyurulduğu gibi zuhûr etmiştir.

Yukarıda da ifâde ettiğimiz üzere tâbir ilminin büyük bir kısmı keşfe dayanır. Bunun için de tâbircinin mânevî bir derecede olması gereklidir. Nitekim İstanbul İmam Hatip Mektebi’nde okuduğumuz sırada hocalığımızı yapmış bulunan Merhum Celâleddin Öktem Hocaefendi, vaktiyle rüyâ tâbirinde gerçek bir üstad imiş. Kendileri, rüyâ tâbirinin berrak ve rûhânî bir kalb ile yapılabileceğini ifâde eder, tâbirin isâbetini tâbircinin takvâsına bağlardı.

Celâleddin Öktem Hocamız -rahmetullâhi aleyh-, gençlik yıllarında idâdîlerde (liselerde) din dersleri okutur ve diri bir gönülle takvâ üzere bir hayat yaşarmış. O yıllarda, isâbetli tâbirleriyle şöhret yapmış. Böyle isâbetli tâbirlerinden pek çok misâl anlattıktan sonra Hocamız derdi ki:

“– Bir zaman geldi, bu perde bana kapandı. Çünkü din dersleri lağvedildi. Beni de Felsefe hocası olarak tâyin ettiler. Akıl mahsûlü olan felsefî nazariyeler içinde yüzmeye başlayınca, gönül pınarlarım kurudu.”

Sâdık rüyâlara âit meşhûr misâllerden bir diğeri de şöyledir:

Meşhûr Kasîde-i Bürde şâiri İmâm Bûsirî birgün evine giderken yolda nûr yüzlü bir pîr-i fânîye rastlar. Yaşlı zât ona:

“– Yâ Bûsirî! Bu gece rüyanda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördün mü?” diye sorar.

İmâm Bûsirî:

“– Hayır, görmedim.” diye cevap verir.

Pîr-i fânî, bu kısa konuşmanın ardından başka bir şey demeden ayrılır. Fakat onun bu sözleri İmâm’ın gönlündeki Hazret-i Peygamber’e olan aşk ve muhabbeti coşturur.

O gece İmâm, rüyâsında Hazret-i Peygamberi görür ve uyanınca içinin neş’e ve huzurla dolduğunu fark eder.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i medheden ve nice Peygamber âşıklarını muhabbet deryâsında yıkayan birçok medhiyeler yazar.

Bir müddet sonra vücûdunun yarısı felç olur. Yürüyemez ve hareket edemez hâle gelir. O zaman meşhûr Kasîde-i Bürde’yi yazıp bununla Cenâb-ı Hak’tan şifâ diler.

Kasîdeyi bitirdiği gece rüyâsında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görür ve kasîdeyi O’na okur. Kasîdenin tamamen okunmasından sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek elleriyle İmâm Bûsirî’nin felçli uzuvlarını mesh eder. Ne derin bir muhabbetin eseridir ki, İmam Bûsirî, uyandığı zaman hastalığının zâil olduğunu görür ve Allâh’a şükreder.

O gecenin sabahında sıhhatine kavuşmuş olarak sürûr içinde câmiye giderken, yolda Şeyh Ebu’r-Recâ Hazretleri’ne rastlar. Hazret ona:

“– Yâ Bûsirî! Fahr-i Âlem’i medhettiğin kasîdeyi okur musun?” der.

İmâm Bûsirî:

“– Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i medh eden kasîdelerim pek çok. Hangisini istiyorsunuz?” diye sorar.

Şeyh Ebu’r-Recâ:

“– Hazret-i Peygamber’in huzûrunda okuduğunu istiyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu kasîdeden çok memnûn olduğunu gördüm.” der.

Bu kasîdeyi henüz hiç kimsenin duymadığını bilen İmâm Bûsirî hayretler içinde kalır.

İslâm âleminde pek çok misâlleri bulunan keşf, firâset, ilham ve sâdık rüyâlar vesîlesiyle gayb âlemine âit pek çok sırrın, sâdık kimselere ayân olduğu görülmektedir. Hâlbuki;

“… Göklerde ve yerde, Allâh’tan başka hiç kimse gaybı bilemez…” (en-Neml, 65) beyânı, ilâhî bir hakîkattir. O hâlde burada bir îzâha ihtiyâç vardır.

Bu îzâh, esâsen, “…Kulumu sevince ben onun (âdetâ) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” (Buhârî, Rikâk, 38) kudsî hadîsinin muhtevâsında mevcuddur. Keşf ve ilhâmın merkezi, Allâh’ın insana üflediği rûhtur. Zâhiren, bedendeki baş gözüyle bakılsa bile; o gözde mevcûd olan “ilâhî nûr” karşısında gaybın perdeleri, Allâh’ın dilediği ölçüde hükümsüz kalıverir. Bu takdîrde gaybı gösteren yine Allâh’tır. Yoksa kulda gaybı görecek, işitecek ve bilecek bir kudret yoktur. Kulun bilmesi, ancak Allâh Teâlâ’nın kuluna lutfedip bildirmesi sâyesindedir.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“(Rasûlüm!) Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir…” (Âl-i İmran, 44) buyurarak bâzı gaybî hakîkatleri bildirdiğini haber vermektedir.

Bir de şu var ki, gayb iki türlüdür: Mutlak gayb ve izâfî gayb.

Allâh’tan gayrısının bilemeyeceği gayb, mutlak gaybdır. Bir kimsenin mutlak gaybdan bir şey bilebilmesi, kendi dirâyetine bağlı değildir. O, ancak Allâh’ın bildirmesiyle bilinebilir. Bu biliş de O’nun lutfu kadardır. İzâfî gayb ise bâzılarına mâlum, bâzılarına meçhûl olan keyfiyetlerdir. Meselâ bir kimsenin cebindeki parayı yalnız kendi bilir başkası bilmez. Bâzı kimseler için gayb olan bir şey, bâzı kimseler için gayb olmayabilir.

Burada Allâh’ın velî kulları için mevzubahis olan gayb, mutlak gaybdır ki o da ancak Allâh’ın bildirmesiyle ve bildirdiği kadarıyla bilinebilir.


Gerçek Hak dostları, tahmin ve teşhislerinde ne kadar isâbet etseler de, keşf ve firâset sâhibi olduklarını iddiâya kalkışmazlar. Öyle insanlar vardır ki yüzlerine bakıldığında Allâh hatırlanır. Dillerinden hikmet ve mârifet damlaları dökülür. Tâbir câizse konuşmaz, sanki konuşturulurlar. Buna rağmen, Hakk’ın lutufları karşısında iki büklümdürler. Zîrâ insan zayıf bir varlıktır. Haddi aşarak gurura kapılabilir. İnsanın kendisini üstün görmesi ise en büyük felâkettir. Bu takdirde Cenâb-ı Hak da kulunu îkâz için ona acziyeti tattırabilir.

Aslında firâset, keşf ve sâdık rüyâlar, Allâh’ın sâlih kullarına hakîkatleri ilhâm ederek lutufta bulunmasından ibârettir.

Kişinin Nefsini Tezkiye Etmesi ve Eğitmesi...

........
Bu hususta Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de ondan sakınmayı ilhâm edene yemin olsun ki, nefsini tertemiz yapan kurtuluşa ermiş, onu (cehâlet ve günahlar ile) mâsiyetlere gömen de ziyân etmiştir.” (eş-Şems, 7-10)

Âyet-i kerîme muktezâsınca ancak Allâh’ın temizlediği, yâni günahlardan arınmış, feyz ve takvâ ile terbiye olunmuş kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir. Hak Teâlâ’nın:

“(Sâlih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir.” (el-Fecr, 29-30) âyetindeki beşâreti de yine bu mes’ûd kullar hakkındadır.

Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:

قَدْ أَفْلَحَ مَن تَزَكَّى وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّهِ فَصَلَّى

“Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip O’na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14-15) buyurur.

Ayrıca âyet-i kerîmedeki sıralama da câlib-i dikkattir. Şöyle ki:

– Önce kalb, beden ve malı menfîliklerden güzelce temizlemek,

– Bu sâyede Rab ile kul arasına giren gaflet perdelerini kaldırıp atmak,

– Sonra da helâl gıdâlarla beslenmiş bir beden ve zâkir bir kalb ile huşû içerisinde tam bir ibâdet iklîmine girerek gönlü rûhânî lezzetlerle tezyîn etmektir.

Müfessir Bursevî’nin beyânı vechile:

“Bu âyette, şeriate aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünyâ sevgisinden arındırmaya, gücü nisbetinde Allâh’a yönelmeye, hattâ Allâh’tan başkasını hatırlamaktan bile sakınmaya işâret vardır.”

Nitekim Allâh dostlarından Ebû Bekir Kettânî -kuddise sirruh-’a ölüm döşeğindeyken ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, bu umdelerin âdetâ fiilî bir nümûnesi mâhiyetinde şu güzel sözlerle mukâbele etmiştir:

“– Ölümüm yakın olmasa, riyâ olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allâh Teâlâ’dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allâh’tan başkasını tanımaz oldum.”

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, yukarıdaki âyette geçen “tezekkâ” kelimesini, “Kişinin Lâ ilâhe illâllâh! demesidir.” şeklinde tefsir eder. (Kurtubî, el-Câmî, XX, 22) Zîrâ tezkiyede ilk adım, kalbin küfür ve şirkten temizlenmesidir.

Nitekim kelime-i tevhîd, önce nefy ile başlar. Yâni “Lâ ilâhe” diyerek kalbden âdetâ put hâline gelmiş nefsânî hevesler, çirkin ahlâk ve huylar çıkarılır. Sonra isbâta geçilir. Yâni “İllâllâh” demek sûretiyle, bir nazargâh-ı ilâhî durumunda olan kalb, Allâh Teâlâ’nın tevhîd nûrlarıyla doldurulur.

Şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak

Pâdişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan


“Gönül sarayından Allâh’tan gayrı ne varsa hepsini çıkar. Zîrâ hâne mâmur olmadan pâdişah sarayı şereflendirmez.”

Tezkiyenin ehemmiyeti sadedinde İbrâhim Desûkî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“– Ey oğlum! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz bir iç âlemine ve Hak ile hâlis bir muâmeleye de sâhip olsan, sakın benlik iddiâsında bulunma! Sakın gurûra mağlûb olup nefsin kandırmasına aldanma. Zîrâ nice derviş, nefsinin hevâsına kapılıp helâk oldu.”

Hâtem-i Esamm -kuddise sirruh- da şöyle buyurur:

“Muhteşem konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel bir yer yoktur. Fakat Hazret-i Âdem’in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak meyvaya yaklaştı. Murâd-ı ilâhî îcâbı, dünyâya indirilmekle cezâlandırıldı.

İbâdet ve kerâmetinin çokluğuna aldanma. Zîrâ sâhib olduğu bunca kerâmete rağmen, Allâh -celle celâlühû-’nun kendisine ism-i âzamı öğrettiği Bel’am bin Baura’nın7 başına gelen hazîn âkıbet, ne kadar ibretlidir.

Sen, sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine rağmen iblisin başına neler geldi, bilmiyor musun?! Nefs ve şeytanın iğvâsıyla aldananlardan olma!

Nitekim kullarına merhameti sonsuz olan yüce Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şeytanın hîle ve tuzaklarına karşı îkaz sadedinde şöyle buyurur:

“İblis dedi ki: (Ey Rabbim!) Yemin ederim ki, beni azdırmana karşılık, ben de insanları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.” (el-A’raf, 16)

“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (el-Hicr, 39)

Âbidlerin, zâhidlerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Zîrâ kuru kuruya bir berâberlik faydasızdır. Sâlebe8, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir âkıbete uğradı.

Bir peygamber evlâdı olmasına rağmen Hazret-i Nûh’un oğlu, babasının dâvetinden kendisini müstağnî görmek gibi bir bedbahtlığa dûçâr oldu. Aralarındaki kan bağı dahî ona bir fayda vermedi. Netîcede, helâk edilenlerden oldu.

Hazret-i Lût’un karısı, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle yanıbaşındaki hidâyet nûrundan nasibsiz kaldı ve gaflet içerisinde küfrün karanlıklarına daldı.

Hülâsa; ilim, amel, mal, evlâd ve dost gibi ne kadar dayanak varsa âhiretteki kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine aslâ pay çıkarma.”

Âyet-i kerîmede, “nefs engelini aşarak menfîliklerden arınanların kurtuluşa ereceği” ifâde buyuruluyor. Bu ifâdeden aynı zamanda “tezkiye olmayanların yâni benliklerini menfîliklerden arındırmayanların kurtuluşa eremeyecekleri” mânâsı ortaya çıkmaktadır.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:

إِنَّمَا تُنذِرُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالغَيْبِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَمَن تَزَكَّى فَإِنَّمَا يَتَزَكَّى لِنَفْسِهِ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ

“…Sen ancak göremedikleri hâlde Rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin. «Kim temizlenirse», sırf kendi faydasına temizlenmiş olur. Nihâyet varış Allâh’adır.” (Fâtır, 18)

Âyet-i kerîmede, peygamberlerin ümmetlerini fecî âkıbetlere dâir inzâr ve korkutmalarının, ancak görmedikleri hâlde kalbleri Allâh’ın haşyeti ile dolu olan, namaz kılan ve zâhirlerini ibâdet ile tezyîn etmiş bulunan kimselere fayda vereceği beyân buyurulmaktadır.

Günahkâr kişi, günâhının vebâlini ancak kendisi çekecek ve kimse ona ortak olamayacaktır. İşlenen hayırlar da sâdece sâhibine fayda verecektir. Temizlenen kimse de, kendi lehine temizlenecektir.

Âyetteki “tezekkâ”, haşyetullâh ve namazı huşû ile kılmaya da şâmildir.

“Allâh’tan gerçek mânâda ancak âlim olanlar haşyet duyar.” (Fâtır, 28) âyeti, kişinin gerçek bilgiye eriştiği ölçüde, Allâh’a karşı kalbî ürperişler içinde olacağını ifâde eder. Rabbini bilmeyen ve ondan haşyet duymayan kimselerin kalbleri ölüdür. Böylelerine îkâz ve nasîhat tesir etmez. Yâsîn Sûresi’nin yetmişinci âyetinde buyurulan “(Peygamber, Kur’ân ile kalbleri) diri olanları uyarsın diye…” beyânı da bunu anlatır. Yâni bâtında haşyet, zâhirde de dosdoğru bir namaz olmalıdır.

Günahlardan temizlenmenin karşılığı, cennet ve onun yüksek dereceleridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Kim de sâlih amellerde bulunmuş bir mümin olarak O’na varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir. İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte arınanların mükâfâtı budur.” (Tâhâ, 75-76)

Allâh’tan başkasına gönül bağlamaktan kurtulmanın karşılığı ise cennetin de ötesinde bir nâiliyyet olan Cemâlullâh nîmetidir ki, orada Allâh Teâlâ’nın târiflere sığmayan güzellikteki cemâlinin tecellîleri temâşâ edilir. Kim kendi irâde ve ihtiyârı ile ve hakkıyla Allâh’a yönelirse, O’nun dışında bir düşüncesi kalmaz. Allâh’ı tanımak, yâni mârifetullâh da, tezkiye edildikten sonra nefsin hakîkatini öğrenmekle başlar. “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” hakîkati, bu mânâya tekâbül etmektedir.

İşte insanlığın ekseriyetle maddeye râm olup nefsâniyet sultasında rûhlarını kararttığı günümüzde, nefsin süflî ihtiraslarından müstağnî kalabilen nûrânî zevâtın rehberliğine olan ihtiyâcımız daha da şiddetlidir. Bu münâsebetle Hak dostu mâneviyât sultanlarının, kalbleri ihyâ eden nasîhat ve tavsiyelerinden ve onların bir nümûne-i imtisâl olan ibret ve hikmet dolu yaşayışlarından kendi nâmımıza hisseler almalıyız.

Millî târihimizin zâhir planında olduğu kadar mâneviyât âleminde de zirve şahsiyetlerinden biri olan Yavuz Sultan Selîm Han’ın, yolumuzu aydınlatmaya medâr olabilecek şu davranışı ne kadar mânidârdır:

O, zaferlerden zaferlere nâil olduğu Mısır Seferi’nden dönerken, İstanbul halkının kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun üzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Çamlıca’nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul’a girmedi. Nice muazzam ordulara gâlib gelmiş olan Sultan, nefsine mağlûb oluvermek korkusuyla binbir endîşeye bürünerek lalası Hasan Can’a:

“– Lala! Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul’a girelim. Fânîlerin alkışları, zafer tâkları ve iltifatları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..” dedi.

Nihâyet akşam olup her yer karanlığa gömüldükten sonra, gizlice ve alâyişsiz bir şekilde şehre girdi. Zîrâ o, ihtişam ve saltanatın nefsi düşürebileceği tuzaklara karşı uyanık bir sultan idi. Bir velînin kudsî nefesiyle irşâd olunmanın, dünyâ saltanatından da kıymetli olduğunu ifâde eden şu beyti pek meşhurdur:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş

Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş

Her mümin, sık sık nefsiyle iç hesaplaşmaya girerek, onu sîgaya çekmeli; mânevî vaziyetine ciddî bir şekilde çeki-düzen verip, gidişâtını kontrol altına almalıdır. Buna rûhiyât ilminde “bâtınî tefahhus” (nefs muhâsebesi) denilir. İnsan, hiç olmazsa başını yastığa koyduğu her yirmi dört saatte bir, o günün muhâsebesini yapmalı ve kendini sîgaya çekmelidir. Bunu alışkanlık hâline getirenlerin hatâda ısrar illetinden kurtulabilmeleri kolaylaşır.

Bu hususta İmâm Gazâlî Hazretleri’nin şu nasîhatlerine kulak verelim:

“Bir mümin, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir süre nefsi ile başbaşa kalıp, onunla bâzı muâhedeler yapmalı ve birtakım şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermâyesini ortağına teslîm etmek mevkiindeyse onunla böyle muâhedeler yapar. Bu arada ona bâzı îkâzlarda bulunmayı da ihmâl etmez. İnsan da nefsine şu îkâz ve telkînlerde bulunmalıdır:

«– Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kâr ve kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allâh Teâlâ bu gün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete katiyyen yaklaşma ve sakın ola ki bu günün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.

İyi bil ki bir gün, gece ve gündüzü ile yirmi dört saattir. Kıyâmet günü insanoğlunun önüne her gün için yirmi dört tâne kapalı kutu getirilir. Kutunun birini açıp, o saatte yaptığı amellerin mükâfâtı olarak, içinin nûr ile dolu olduğunu görünce, Allâh’ın lutfedeceği mükâfâtı düşünerek kul öyle sevinir ki, bu sevinci cehennem halkı arasında paylaşılsa, cehennemin acısını duymaz olurlardı. İkinci kutuyu açtığında, bundan karanlık ve pis kokular çıkar ki, bu da isyân ile geçirdiği saattir. Buna da öyle üzülür ki, eğer bu üzüntü cennet halkına dağıtılsaydı, kederlerinden cennetin zevkini kaybederlerdi. Üçüncü bir kutu daha açılır ki içi tamâmen boştur. Bu da uyku veyâ mübah şeylerle geçirdiği saattir. Fakat küçük bir hayrın ecrine dahî şiddetle ihtiyâç duyulan o günde, imkânı olduğu hâlde büyük bir kazancı kaybeden tüccarın hasreti gibi ve belki çok daha fazla yanar ve o saati boşa geçirmesinin acısıyla kıvranır.

O hâlde;

Ey nefsim! Fırsat eldeyken sandığını iyi doldur, sakın boş bırakma. Tembelliğe düşme, sonra yüksek derecelerden düşersin.»”

Bedenin âzâları da, nefsin yardımcıları mevkiindedir. İnsan, onlara vazîfelerine göre husûsî tavsiyelerde bulunmalı, bu emânetleri kötü işlere bulaştırmamayı nefsine telkîn etmelidir.

Gözü; haramlara ve kalbi meşgûl edecek faydasız, boş şeylere bakmaktan men etmeli,

Dili; “âfât-ı lisân” tâbir olunan dedikodu, gıybet, iftirâ, yalan, söz taşıma, kendini övme, başkalarını yerme, yaltaklanma gibi mezmûm şeylerden alıkoyup dâimâ zikir ve hayır sözlerle meşgûl etmeli,

Mîdeyi; haram ve şüpheli gıdâlardan sakındırıp, helâlleri de asgarî seviyede istîmâle alıştırmalıdır.

İnsan her hareketinde pek çok mübah şeylerle karşı karşıyadır. Gâyesiz meşgûliyetleri terk etmesi ise, en muvâfık olanıdır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Lüzûmsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır.” (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12) buyurmuştur.

Yâni gerçek bir müminin konuşması zikir, bakışı ibret ve sükûtu tefekkür olmalıdır.

İşte nefs, bu gibi telkînlerle dâimâ gafletten uyanık tutulmalıdır.

Nefsi hesâba çekerken ihmâl edilmemesi gereken hususlardan biri de yaptığı amelin Allâh için mi, yoksa nefsi için mi olduğunu yoklamaktır. Zîrâ insan, zaman zaman Allâh için sâlih ameller işlediğini zannettiği hâlde, nefsânî duygularını tatmin için de hareket etmiş olabilir.

Nefs tezkiyesi netîcesinde kalb, “selîm” hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde şu üç hâl müşâhede edilir:

1- Kimseyi incitmez. Bu, ittikâ ehlinin hâlidir. Kalb, nefsin şerrinden korunur. Güzel ahlâk teşekkül eder.

2- Kimseden incinmez. Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânîlerin medih ve yermeleri bir ehemmiyet ifâde etmez. Güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların bir önemi olmayacağı gibi.

Şâir bu hâli şöyle ifâde eder:

Cihân bağında ey âşık budur maksûd-ı ins ü cin

Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin

3- Dünyâ menfaatiyle âhiret karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek rızâ-yı ilâhîyi hedefler.

Bütün bu söylediklerimizin hülâsâsı şudur:

Allâh Teâlâ, bir imtihan âlemi olmasını murâd eylediği bu dünyada, her insanın önüne nefs engelini koymuş ve insanı, nefsin ortaya çıkaracağı güçlükleri yenerek muzaffer bir şekilde kendisine avdete memur eylemiştir. Nefs, hayra da şerre de vesîle olma istîdâdındaki bir vasıta hükmündedir. Dolayısıyla o, hem bir kazanç kapısı ve hem de kendisine tâbî olunduğu takdîrde bir gayyâ kuyusudur. Nefsi tezkiyenin bereketi ise, dünyâda hiçbir şeyle mukâyese edilemeyecek derecede muazzamdır.
Cenâb-ı Hak cümlemizi nefsine gâlip gelenlerden eylesin!

Âmin!

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...