25 Eylül 2010 Cumartesi

Kur'ân'ın İnsan Modeli...

........
2010 Yılının Kur’ân Yılı Olarak İlan Edilmesi Münasebetiyle Prof. Dr. Sadık Kılıç ile...
Kur’ân’ın İnsan Modeli

Diyanet’in 2010’u özel olarak “Kur’an Yılı” ilan etmesi nasıl bir ihtiyacın karşılanmasını sağlar? Burada Kur’an’a yönelik ilgiyi zaman ile sınırlama gibi bir risk görüyor musunuz?

Dr. Sadık Kılıç: Amacı ve hedefi bakımından değerlendirildiğinde Kur’ân, ‘bütün zamanların, bütün mevsim ve tarih kesitlerinin iman, amel, ibadet, hidayet, kurtuluş, ebedi mutluluk ‘Ana Referansı’dır. Bütün varlık alemini anlamlandırma ve insanlığa, gerçeğe ve mutluluğa gidecek olan yolunu göstermek üzere inzal olunmuş olan Kur’ân’a odaklanma, bütün yılların ve çağların; varoluşun anlamını süren bütün arayışların borcudur..

Fakat 2010 yılının ‘Kur’ân Yılı’ olarak ilan edilmiş olması, bilhassa tarihsel atfı itibariyle daha bir anlamlıdır… Bir yandan bize O’nun dünyayı teşrif anını ve zamanını hatırlatırken, bunun yanı sıra, geçen bunca zamana karşın, O’nun hala ter ü taze olduğunu, ebedi bir rehber olarak bütün çağları irşad ettiğini, etmeye de liyakatli olduğunu, zaman kıdemine mukabil, O’nun ebedî gençlik ve hayat kaynağı olmayı sürdürdüğünü görmemize, bir bakıma bu Muhammedî Mu’cizenin tarih içinde yaşanılır bir vakıa haline dönüş serüvenini daha sıkı ve hususi bir biçimde tefekkür etmemize imkan hazırlamaktadır.. Düşüncem odur ki, 1400 yılı deviren Kur’ân Mucizesi, nice binli yılları da arkada bırakacak; zamanın bu ilerleyişine rağmen o, hep genç, taze, dinamik, kuşatıcı, yol gösterici olmayı sürdürecektir.. Bir asrın daha bitişine tanık olan biz müminlerin, alim ve mütefekkirlerin bu özel anı, çok daha kalıcı etkinliklerle anıtlaştırmamız, bir bakıma tarihe çok görkemli ve anlamlı bir çentik atmamız gerekir idi.. Ümit ediyorum ki, bu boyutta derin, etkin ve sarsıcı faaliyetler yapılır; Kur’ân’ın dünyasına yepyeni kapılar aralanır..

1400. yılın derin boyutu ve tarihî anlamı ile Ramazan ayının kendine özgü mana ve atmosferinin bu hususta kesişeceğini sanmıyorum. Bir kere Ramazan ayı, bir sıyam/oruç ve varlığı arındırma ayı olup, en büyük meziyetlerinden bir tanesi de Kur’ân’ın kendisinde tenzil olunmaya başladığı ‘Kadir Gecesi’ni ihtiva ediyor olmasıdır. İşte bu karineyle biz Ramazan ayına “Kur’ân ayı” diyoruz; 1400. Yılın zamansal ve beşeri döngü içindeki manası ise daha farklıdır.. Biz bu 1400. Yılda, Kur’ân mesajının nice bin yılları geride bıraktığını, zamanın yaşlanmasına mukabil giderek daha da gençleştiğini, O’nun gelecek bin yıllarla da iç içe ve yan yana yürüyeceğini; Kur’ân ıtırlarının beşeriyet göğünü, bu ana kadar olduğu gibi hiçbir asır ve tarih kesitinde yoksun bırakmayacağını, böyle bir kabiliyet ve ayrıcalığın ise bizzat Kur’ân’ın özünden, O’nun metninin özelliği ve seçkinliğinden ileri geldiğini, derinden algılıyoruz.

Bu özel anma vesilesiyle, Kur’ân’a dair, onun hem tarihî akışını, hem de anlam katmanlarına dair bize gizli kalmış olan bazı hususlarını öğrenme; O’nun ufkundan, varoluşun ta başlangıcından bu güne ve gelecek nice bin yıllara doğru, kainat ufkunu bir kez daha tarama, anlama ve Yüce Allah’ı minnet, tazim, ubudiyet, inkıyat, teslimiyet, rücu ve iltica hisleriyle zikretme coşkusuna nail oluyoruz..

Bu sebeple, Kur’ân’ı tanıma, onunla ünsiyet kurma, okuma, kavrama, bilinçlenme; O’ndaki namütenahi Rubûbiyet vurgusu karşısında, aynı yoğunlukla bilinçlenme ve ilahi paradigma şemasında ‘özgür mümin’ modelini oluşturma çabamızı ne kutsal günlerle, ne kutsal hafta ve aylarla, ne de sayılı yıllarla sınırlama yanılgısına düşmemeliyiz.. Çünkü Kur’ân, beşeri algı ve olguların arabasına koşulmak istenen biz insanoğlu için, hep yanımızdadır, önümüzdedir ve bizimle yan yana, geleceğe doğru ilerlemektedir..



Kur’an zaman zaman insana hitap ediyor. Zaman zaman “Mümin”e. “Müslümün”a hitap ediyor. Neler var bu farklı farklı çağrılarda?
Dr. Sadık Kılıç: Bu soruya Kur’ân ilimleri açısından yaklaşırsak, diyebiliriz ki, henüz İslam’a girmemiş, bu sebeple de şirk ve inkâr yaklaşımlarını sürdüren Mekke müşriklerinin söz konusu olduğu ayetlerde çoğunlukla ‘insana, insanlara’ hitap edilmiştir.. Bir başka ifadeyle, Mekke periyodunda inmiş olan ayetlerde… Ayın şekilde, muhatabının kahir çoğunluğunu müminlerin oluşturduğu ayetlerde ise, ‘mümine, iman etmiş olan kimseler’e hitap edilmiştir; yani, Medine döneminde nazil olmuş olan ayetlerde.. Fakat bu durum, tam olarak bir kesinlik de arz etmemektedir; şöyle ki, Medine döneminde inmiş olan ayetlerde de biz, ‘insan’ a; Mekke döneminde inmiş olan ayetlerde de ‘mümin’e hitap edildiğine şahit olmaktayız.. Mesela Medine’de inmiş olan Nisa suresi, ‘Ey insanlar…’ diye başlar; Bakara Suresinin içinde, ‘Ey insanlar…’ (Bakara 21) hitabı yer alır.. Bunun gibi Mekke döneminde inmiş olan Hac suresinde, ‘Ey iman edenler…’ (Hac, 77) nidası yer almaktadır.. Bir başka ifadeyle belirtmek gerekirse, ‘mümin’ ve ‘iman etme’ sıfatının konu edildiği hitaplar, bir teşrif ve övgü; buna mukabil, sadece ‘insan oluş’ sıfatının yer aldığı hitaplar da, yergi manası ihtiva etmektedirler.

Konuya şöyle de bakabiliriz: ‘İnsan’ oluş merhalesinde bulunmak, geleceğe doğu büyük ve kutlu bir imkanın, yani ‘imana erme’ oluşumunun varlığını müjdeler, muhatapların ufkunda büyük bir hedef ortaya koyarken, ‘iman ve mümin oluş’ merhalesini ihraz etmiş olan kimseler için de, zımnen bir ikaz, tenbih; diğer yandan içinde bulunulan nimetin hakkını eda etme çağrısı gibi, aynı şekilde zımni bir vaîd yer alır.. Bu demektir ki, bu iki hitap tarzı arasında kesin ve kategorik bir ayırım yapılamaz; ya da şöyle diyebiliriz: Yeryüzündeki bütün insanlar –iman etsin ya da etmesin- ‘ey insanlar’ [yâ eyyühennas..] hitabının muhatabı iken, imana erme ve mümin olma vasfını haiz olan kutlu kimseler ise, hem ‘ey iman edenler, imana erenler’ hitabıyla muhataptırlar, hem de ‘ey insanlar’ hitabıyla muhataptırlar.. İçerik olarak söylersek, bir yandan evrensel insanlığa yöneltilen mesaj ve bilgilendirmelerle yükümlüdür, diğer yandan da, daha hususi çerçevede ‘mümin’ olmanın, imana ahit vermenin getirdiği özel yükümlülüklerle.. Zira onlar, salt bir ‘beşer’ ve ‘insan’ olma mertebesinden ‘mümin’ olma seçkinliğine ve derecesine yükselmişler; bu irtifa noktasında ise, iman öncesi hali düşünerek, Rablerine olan şükür ve itaat vecibelerini daha bir kuvvetle ifa etmeye yönelmişlerdir.

Bu iki hitap şekli, diyalektik bir biçimde bizi, iman nuru ile, bu nurun kaçırılması halinde karşılaşılacak olumsuz haller ve insani durumlar arasında götürüp getirmekte; bir anlamda kulluk bilincimizin daha kaliteli, nitelikli ve deruni olmasına vasıta oluşturmaktadır.

Bu noktada Ebu’d-Derdâ Hazretlerinden gelen şu habere dikkatle kulak vermemiz gerekir:

“Dedi ki Ebu’d-Derdâ: ‘Abdullah ibn Ravâha benimle karşılaştığında, bana, ‘Otur da ey Uveymir, bir saat îman edelim!’ der, bunun üzerine biz oturur, O’nun dilediği hal üzere, Yüce Allah’ı zikreder/anardık. Sonra da o bana derdi ki; “Ey Uveymir, bunlar îman meclisleridir; zira iman ile senin durumun, tıpkı gömleğinin hali gibidir! Şöyle ki; onu sen üzerinden çıkarmış isen, bir de bakmışsın ki, onu giymişsin; onu giymiş bulunuyor isen, bir de bakmışsın ki, onu üzerinden çıkarmışsın! Ey Uveymir, kalb, fokur fokur kaynayan bir tencereden bile daha hızlı değişir/dalgalanır/döner..”.



Ey Mümİn - Ey İnsan!

Kur’an’ın bugünün Müslümanına, insanına çağrısında siz neleri özel olarak görüyorsunuz? İnsana “Kur’an Çağrısı” başlığı altına neleri koyardınız? Müslümana-Mümine Kur’an çağrısının altına neleri koyardınız?

Dr. Sadık Kılıç: Bu çok özel bir soru… Yaşanılmış bin dört yüz yıldan sonra, insan, varlık, hayat, ölüm ve sonrası, vb. konularda pek çok algının zuhur ettiği; bırakınız dünya ölçeğini, muayyen bir medeniyet ölçeğinde bile tek merkezliliğin tarihin çöp sepetine atılıp, çok merkezliliğin; tekçi anlayış ve algı biçimleri yerine çoğulcu ve kaotik algı tarzlarının egemen olduğu; varlık algılamasında kozmik eksen kaymalarının yaşandığı, kainatın manevi bir perspektiften idraki ve kavranılışı yerine, salt maddi bir kainat algısının başat olduğu, sebep ve gaye düzleminde, insanın büyük bir dönüşüme (metamorfoz) uğrayarak, ‘aracı amaç haline’ getirdiği, yani ‘üretim-tüketim ve cinsellik üçgeni içine sıkıştığı … bir tarih kesitinde biz, bir bakıma, bir ‘Kur’ân’ın Ebedi Manifestosu’nu dizayn etmeye çağrılıyoruz..

Evet, böyle bir çağrıda, bize göre şu hususlara yer verilmelidir diye düşünüyorum..

1) Sebep ve amaçsız değilsin, ey insanoğlu; sen de ey mümin… Her ne kadar bir ‘düzen’ ve ‘sistem’ kılıfına büründürülmüş bile olsa, kozmik nedensizlik ve gayesizlik, ‘boşluğa’ tekabül eder.. Boşluk ise, bir hafakandır, bir bunalım kaynağıdır.. Bu ise, mutsuzluk! Ebedi mutluluğa gel; benim kefaletimde ve yol göstericiliğimde, tutun ellerime; tutun emir ve hükümlerime, açık bir evren, nezih bir hayat, dost ve alçakgönüllü bir paylaşım anlayışına.. Ve, seni bürüyen yanılgılara vur neşteri de, gir Yüce Allah’ın sonsuz hükümranlığına; gir O’nun rahmet ve re’fet göğünün altına..

2) Ey mümin, nüzul akışı, bilgiye vurgu yaparak, ‘Oku’ cümleciğiyle başlayan bir Kitabın; bilgiyi ve bilgi üzerine kurulmayı en büyük erdem sayan bir Peygamberin bağlısı olarak, bilgi ve bilgelikçe yükselt kendini! Kır yüzyılların boynuna astığı o cahillik, geri kalmışlık, pısırıklık ve korkaklık zincirini… “Eğer mümin iseniz en üstünü sizsiniz!” tanımlamasının bilgisini aş, bilginin âşığı, hem dahi talibi ve pazarı ol; aydınlat evreni…

3) Ey mümin! Sen ‘iman’ metaını satın aldın, artık kovanın yağma olsun, sezadır!.. Nebinin, mahfiyet ve alçakgönüllülük gibi şemaili ile sıfatlan da, gönlünü ser insanların yoluna.. Bilgin ve imanın, sertlik ve azamet tecellisini değil, tam aksine incelik, nezaket, tebessüm, içtenlik, îsar, vb. hasletlerini arttırsın.. Sen de, o Yüce Peygamber gibi, titre ve ürper, yere basarken, kulluk bilincin sebebiyle..

4) Ey insan! Hiçbir şey yoktur ki, bir ‘varoluş’ silsilesi içinde tecelli etmesin.. Bir silsile içinde gözüken, böylece de ‘yok iken var kılınan’ her bir şey de, yalın bir sözcükle yaratılmıştır!.. Kozmostan biz insanlara değin; yaratılan her şey de, kaçınılmaz olarak sonludur ve fanidir.. Evren fanidir, bir durağı olmalı; insan fanidir, bir mercii bulunmalı; tüm nimetler bitimlidir, âkıbet tükenmek olmalı… Öyleyse, tanı dünyayı, ta dipten tepeye kadar.. Ve uyan o ‘oyalayıcı bilgiler’den.. Dünya gerçeğini tanıdığında ise, işte o zaman sen kendini de tam olarak tanımış ve tanımlamış olacaksın!

5) Ey insan! Senin ‘insan olarak gerçekliğin’, aynı zamanda diğer insanların da gerçekliğidir.. Ortak yeryüzü yaşamına ve serüvenine yazgılı kılınmışsınız! Ortak bir dünya, ortak bir ata, ortak bir yazgı, ortak bir gelecek: ölüm ve ölüm sonrası geleceği, siz insanların ortak vadisi.. An ân tükettiğiniz ya da kendilerine doğru akıp gittiğiniz.. Bu yadsınamaz ve sarsıcı hakikat karşısında, tutun birbirinizin ellerini, silin birbirinizin göz yaşını, doyurun aç kardeşlerinizi ve yok edin, içinizdeki o tamah ve açgözlülük ejderhasını ki, dünyanız cennetiniz olsun; ahretiniz de ebedi ve kutlu otağınız..

6) Ey müminler, ey bütün diğer inanç mensupları!.. Gerçeğin ve doğrunun belgesi benim; bana çıkan yollar doğru, bana yönelen niyet ve arzular yerinde, bana yönelen gözler gerçeği görmüş, benim direktiflerime göre hayatlarını şekillendirenler, sahih bir hayatı tahakkuk ettirmiş, geçmişini ve geleceğini benim işaret taşlarıma göre oluşturanlar ümitli olmayı hak etmiştir… Ve ‘hakikat’e ermek bir yandan isteme, diğer yandan da seçilme, yani ilahi lütuf konusudur.. Ve ilahi lütuflar da, bizim niyet ve iradelerimizi gözetir.. Şimdi, buna mukabil, yine de farklı inanç ve yol sahipleri hep olacaktır ve olmalıdır da; bu, hakikat diyalektiğinin beslendiği bir damardır çünkü.. Hem hukuken hem de fiilen böyle iken, yeryüzü ‘tevhid inancının dışında’ pek çok yol üzere bulunuyorken, Kendisini Rahman olarak niteleyen Cenâb-ı Hak, engin müsamahası, sınırsız ve şartsız lütfu ile her görüşten, her inanç ve inanıştan, her kült ve tapınıştan, her yol ve her yönden insanı beslemeye devam ediyor; uluhiyetin özü mesabesindeki celal tecellilerine mukabil, rubûbiyetin cemal ıtırlarıyla, inanmayana, eş koşana, savaş açana, hakkında yalanlar dolanlar düzene ölümlerle, şimşek ve yıldırımlarla mukabelede bulunmayıp, hayat nefhasını üflemeyi, onu –hikmetinden sual olunmaz- yaşatmayı sürdürüyor, hoşgörülü davranıyor ona!.. Şimdi, ey mümin, ey değişik inanç ve inanış mensupları olan insanlar, Allah’a bakın, başka hakikat anlayışlarından da alacağımız hisseler olabilir yaklaşımıyla, Allah’ta, Yüce Hakikat şahsında sevin birbirinizi..

7) Ey mümin! İmana ermişlik, aynı zamanda bir adayışı da gerektirir; bir iman ve kurtulmuş narsisizmini ise asla.. İman kıvamı, bir zıya topağıdır ki, onu erdemlerle, ibadetlerle, güzel tefekkür ve deruni bakışlarla, nefsini ve milkini paylaşımlarla bu imanı harlamadıkça, o sönmeye, cılızlaşmaya, giderek de -Allah korusun!- aksine ınkılap etmeye başlayabilir… İman bir taçtır, onun kıymetli taşları ve yaldızı ise, ‘ünsiyyet kökünden gelen ve bir ruh-madde karışımında özgünleşen, insanlaşmaktır.. Allah’a ünsiyet, insanlara ünsiyet, kurda kuşa ünsiyet, cansız nesnelere dahi bir ünsiyet aksiyonu içinde bulunup, iman tevazuu ve ağırbaşlılığına ermektir.. Bu yüce yükün ve emsalsiz halin kadrini bilmek, bizden farklı inanan, belki farklı düşünce ve anlayışlara sahip olan kimselere bile Rahmani bir ünsiyet ve ülfet nazarıyla bakıp onlara gönülden el tutmaktır.. Tam da Yunusumuzun kelimeleriyle, “Yaratılanı hoş görmektir, Yaratan ötürü!..”.

8) Ey insan ve ey mümin! Senin benim için mümkün müdür, beşeriyet ufuklarını aşıp da, Müteâl varlık mertebesinden, Yüce Allah’tan aşkın gerçeklikler dermek, ilahi irade ve irşadlardan haberdar olabilmek, neliğimin ve ne olacağımın özüne dair yüksek bakıştan bilgilere ulaşmak, sınırlı benimin gerçekleriyle “gerçek gerçeklikleri” arasını ayırt edecek hak ölçüleri öğrenmek, varlık alanının sonsuz yelpazelerinde pervazlar vurmak, görünen bu siluetin görünmeyen hakikatin sadece bir hayali olduğunu, esas varlık direğinin hayalin ve vehimlerin ta ötelerinde, hatta ötelerin de ötesinde bulunduğunu?!.. İşte bu noktada Peygamberler, fizik üstü ufuktan bize kutlu ve muştulu, bazen sızılı haberler getiren, kanatları rahmet bulutlarıyla yüklü, o nahif gövdelerine kurşundan mesajlar bindirilmiş aşkınlık Ankalarıdırlar; bize doğru kanat çırpan, üstümüze kanatlarını geren.. Onlarsız zihin şaşkın, gönül hayrette, adımlar tedirgin ve kararsız, yeryüzü de bîmisâl bir zulmette.. Belki onlar, biz insanlar için en büyük lütuf ve en büyük minnet.. Bu nedenle sev bütün peygamberleri, hakikat rehberliklerine tabi ol, hele de Hz. Muhammedi…

Onsuz ben Kur’ân suskun, hükümler kapalı ve mahzun, ahlâk ilkeleri bir sır ve düğüm, fakirler, yetimler, kimsesizler üzgün ve mahzun… Hem mübeyyin, hem uygulayıcı, hem örnek ve model: bir bakıma en güzel üsve, bir seciye ve bir ahlak ki, ne denli araştırıp zorlasan da, bulamazsın bir iğne ucu kadar bir nakısa, bütün davranışlarında.. Onsuz kandil yağsız, hatta kandil bir karanlık ve madûm; onsuz güzellik yetim, estetik ve nezaket güdük, adalet ve lütuf özsüz, şefkat ve rahmet sıfatları kaba… Sarıl Peygamber’e, tanı ve içselleştir onun hayatını hayatında, bir gör iç ve dışın nasıl tek bir bütün olduğunu, onun şahsında...

15 Eylül 2010 Çarşamba

İbadet Alışkanlığı ve Çocuklarımız...

........Anne: "-Hâle, hadi kızım, akşam namazını biz de birlikte kılalım. Bak ablan namazını kıldı."
Hâle (9 yaşında): "-Şimdi arkadaşlarım gelecek. Onlarla ders çalışacağız. Neden namaz kılıyoruz ki anne, daha sonra kılsak?"
Anne: "-Arkadaşların gelmeden biz de namazımızı kılalım, hadi kızım. İstersen ablan neden namaz kıldığımızı açıklasın."
Meryem (12 yaşında): "-Bak Hâle, Yüce Allâh bizleri seviyor, bizlere sayısız lutuflarda bulunuyor ve O'na ibâdet etmemizi istiyor. Biz de Mevlâmız'a, O'nu sevdiğimizi, gönülden ibâdet ederek göstermeliyiz…"
Anne: "-Aferin yavrum. Bak ablan ne güzel açıkladı kızım. Sen de namaz kılacak yaşa geldin. Namaz hakkında bilgiler edindin ve kısa sûreleri de eksiksiz öğrendin. Hadi gel şimdi beraber namazımızı kılalım!.."
Hâle (9 yaşında): "-Tamam anneciğim arkadaşlarımız gelmeden namazımızı kılalım."

İbâdet kısaca; sağlam bir inançla Allâh'ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak ve bunları yaparken de Allâh'a karşı sevgi, saygı ve itaat şuuru içerisinde bulunmaktır, diyebiliriz. İnsana, sorumluluk duygusu veren, kişilik ve karakterinin güçlenmesini sağlayan, diğer taraftan da psikolojik rahatlama aracı olan ibâdetin âilede, anne-baba tarafından iyi bir iletişim ortamı oluşturularak, çocuklara 0-7 yaş arasında aşılanması özenle üzerinde durulması gereken bir husustur.
Hepimiz, yüce Allâh'ın emâneti olan çocuklarımızı âile yuvasında en güzel şekilde büyütmenin yanısıra, Allâh'a kulluklarını da lâyıkıyla îfâ edebilecek donanımda yetiştirebilmenin gayreti içerisinde olmalıyız.
Kulluğumuzun bir ifâdesi olan namaz ibadetini âilemize tavsiye etmemizi, Yüce Allâh bir âyet-i kerîmesinde bize şöyle bildirmektedir:
"Âile fertlerine namazı emret ve kendin de ona devam et." (Tâ-hâ, 132)
İbadet şuur ve alışkanlığının çocuklar tarafından kazanılması için din eğitimi ihmal edilmemelidir. Dînî davranışların çocuğumuz tarafından severek îfâ edilmesinin bir alışkanlık hâline gelmesi onun ahlâkî yönden de belli bir kıvama geldiğini gösterir. Bu ise ancak sıhhatli işleyen bir âile yuvasının eseridir.
Bu yüzden âilede sevgi kültürünün ve disiplinin hakim olması, fertlerin ilgi ve isteklerinin dikkate alınması, iyi bir sosyal çevre seçilmesi, genel mânâda eğitim ve özelde de ibâdet eğitimi alanında ebeveynin bilgi edinmesi, ibadet alışkanlığını kazandırmada acele etmeden, fedâkârlık, sabır, tahammül ve örnek yaşayışla uzun bir zaman diliminde gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca çocuğumuzu gelişim açısından tanımamız da gerekmektedir. Onun dînî ve ahlâkî gelişimini dikkate almak, ayrı bir önem arz eder. Çocuğun gelişiminde dînî potansiyelin tezahürünün dil, duygu, zihin ve sosyal gelişimlerle alakalı olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Çocuklarımızın ibadetlerini gönülden ve aksatmadan yapmalarını sağlamak için sevgi ve bilgi açısından yeterli seviyeye getirilmelerinin yanında onlarda; seven ve sevilen bir Allâh, seven ve sevilen bir Peygamber inancının yer etmesini de sağlamalıyız.


İbâdetlerini yerine getiren çocuğumuza memnûniyetimizi hissettirecek ölçülü davranışlarda bulunmalı ve onun bu heyecanını canlı tutacak bir takım maddî mükâfatlar da vermeyi ihmal etmemeliyiz.

* * *

Çocukların; ibadeti bir alışkanlık hâline getirmesinde, ebeveynler tarafından yapılması îcâb eden hususları, örnek olması açısından kendi âilemden gördüğüm kadarıyla şöyle ifade edebilirim:
"Babam bizlere sevgi ve şefkatle yaklaşır, fırsat buldukça din büyüklerinin hayat hikayelerini ve çeşitli dînî hikayeler anlatırdı. Bunun yanında evde cemaatle namaz kılardık. Bazen anne-babamı, tek başlarına namaz kılarken görürdük. O zamanlar da huşû içerisinde namaz kıldıklarını hatırlıyorum. Babam, dînî ve tarihî mekanları gezdirirdi. Uygun ortamlar oluşunca dînî konularda bilgi eksikliğimizi gidermeye çalışırdı. Meselâ neden ibâdet etmemiz gerektiğini sorduğumuzda, güzel bir uslûbla seviyemize uygun bilgiler verirdi. Kendisi bir öğretmen olmasına rağmen, âile içerisindeki hâl ve tavırları okulda bir öğretmenin öğrencilerine bilgi vermesi gibi olmazdı…"
Bu yüzden âilede anne-babanın, gerek çocuk eğitimi konusunda gerek dinî bilgi ve kültür konusunda bilgili ve sürekli kendilerini geliştiren, dîni anlama ve yaşama konusunda samîmi ve gayretli kimseler olmaları çok önemlidir. Anne ve baba çocuğun aynasıdır. Bu aynadan dâimâ güzel şeyler görmelidir çocuklar.
Peygamber Efendimiz'in şu hadîs-i şerîfleri de çocuğumuza nasıl güzel bir dînî eğitim verileceğini göstermektedir:
"-Çocuğunuza bırakacağınız en güzel miras, onu, hem dünya ve hem de âhiret mutluluğuna eriştirecek bir terbiyedir."
"-Kimin çocuğu varsa onunla çocuklaşsın."
Ayrıca Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-'ın şu sözleri de bizlere tutacağımız yolu ne güzel göstermektedir:
"Yedi yaşına kadar olan çocuğunuzla oynayınız, onbeş yaşına kadar arkadaşlık ediniz, onbeş yaşından sonra istişâre ediniz."
Yüce Allâh evlatlarımızı hakîkî mânâda kendisine kul; vatanına, milletine hayırlı birer evlat olarak yetiştirmeyi hepimize nasib etsin. Amin

Okul Öncesi Çocukların Din Eğitimi...

........İnsan rûh ve beden olarak üzere iki ayrı unsurdan müteşekkildir. Bedenin maddî ihtiyaçları olduğu gibi rûhun da mânevî ihtiyaçları vardır. Rûhun bu önemli ihtiyacını en güzel din karşılar. Din duygusu ve inanma ihtiyacı fıtrî bir temâyüldür. İnsan yaratılışı gereği bir şeylere inanma ve sığınma ihtiyacı duyar. Her insan bu ihtiyacını dine inanarak ve yaşayarak karşılamaz. Ama bütün insanların bir şeylere inanma, rûhunu tatmin etme yolunda çok şeyler yaptığı vâkîdir. Bu ihtiyacını gideremeyen insan rûhunu aç bırakmış olur. Bu da, insanın pek çok rûhî sıkıntı yaşamasına sebep olur.
Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir hadîsinde, "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra ana-babası onu Yahûdî, Hristiyan veya Mecûsî yaparlar." buyurmuştur. Bu hadisten çıkarılan iki sonuç vardır:
- Her insan iyiye, doğruya, güzele yâni, İslâm'a meyilli olarak yaratılmıştır.
- Kişinin hayattaki yolunu çizmede en önemli müessir anne-babasıdır.
Şüphesiz âilenin din eğitimindeki yeri tartışılmaz. Din eğitiminin en etkili olduğu dönem ise henüz çocuğun dışarıya açılmadığı okul öncesi dönemdir. Ayrıca 0-6 yaş dönemi çocuğun zihninin boş olduğu, gördüğü her şeyi kaydettiği, zekâ oluşumunun %50'sinin tamamlandığı dönemdir. Müslüman her âilenin bu dönemi elinden geldiğince en iyi şekilde değerlendirmesi gerekir.
Peki ama nasıl?
Eğitimin birinci ve en önemli şekli görerek öğrenmektir: Yâni âilenin çocuğa örnek olmasıdır. Özellikle ilk üç yaş döneminde çocuklar gözlem aşamasındadır. Çevrelerinde olup biten herşeyi doğru-yanlış ayrımı yapmaksızın bir teyp gibi kaydederler. Zamanla konuşma, yürüme ve kas gelişimi tamamlandıkça gözleyip kaydettiklerini fiiliyâta dökerler. Çocuklar âdetâ âilenin aynası gibidir. Bu aynadaki yansımanın iyi ya da kötü olması bizim elimizdedir.
Mes'ûliyyeti çok ağır olan, çocuğumuzun yetişmesi ve rûhâniyetinin şekillenmesi sürecinde anne-babanın dîni, ellerinden geldiği ölçüde güzel yaşamaya dikkat etmesi ve hatâlarını en aza indirmeye çalışması gerektir. Bunun için de âile en baştan, yâni çocuk doğmadan bu zor göreve hazır olmalıdır. İslâm fıtratı üzere doğan çocuğu fıtrat üzere korumak onlara bağlıdır.
Çocuklara dîni ve ibâdeti sevdirme ve bunları özendirme:
Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi çocuklar çok dikkatli birer gözlemcidirler. Özellikle annenin her hareketi, her duygusu çocuğa yansır. Uzmanlar annenin rûhî hâllerinin daha anne karnındayken bebeği etkilediğini belirtmektedir. Doğduktan sonra ise bu etkilenme daha da çok olacaktır. Çocuklar o kadar saf ve temizdirler ki, hangi davranışın samîmi hangisinin yapmacık olduğunu hemen fark ederler.
Anne babasını çok iyi takib eden çocuk, büyüklerinin hareketlerini bilinçsiz de olsa tekrar eder. Annesiyle beraber namaza durur ve ona bakarak aynısını yapmaya çalışır. İşte bu noktada ebeveynin çok dikkatli olması gerekir. Çocuklara ibâdet ve din sevgisini vermek için dînî hususlarda çocuklarına örnek olacak şekilde davranışlarına îtinâ göstermelidirler.
Namazı son ânına kadar erteleyen, abdeste ve namaza çok zor bir işmiş gibi üşenerek kalkan, daha uygun zamanları varken çocuğun tam ilgi istediği bir zamanda onu bırakarak zorla namaza duran bir annenin çocuğunun ibâdeti sevmesi düşünülemez. Halbuki din eğitiminde sevgi ön plana çıkmalıdır. Çocukları ibâdete özendirmek için büyükler ibâdetle meşgul olurken ne kadar büyük bir haz duyduklarını çocuklara hissettirmelidirler. Çocuklarla birlikte Kur'ân-ı Kerîm okumak, onları camiye götürüp gezdirmek cemâate dâhil etmek de onların üzerinde büyük tesir bırakır.
Allâh ve peygamber sevgisini vermek: Bu mevzuya bir anne ve çocuğu arasında geçen şu diyaloğu aktararak başlamak istiyorum:
Bir gün çocuk annesine:
"-Anne ben Peygamberimizi Allâh'tan daha çok seviyorum." der.
Annesi:
"-Niçin?" diye sorunca:
"-Onun cehennemi yok! Kimseyi yakmıyor da ondan?!." cevabını verir.
Bu cevap, çocuklarımıza Allâh'ı ve Peygamberi anlatırken ne kadar dikkatli davranmamız gerektiğinin tipik bir misâlidir. Çocuğun yaptığı kötü hareketleri "Allâh yakar, Allâh taş eder" gibi cezâlandırıcı bir Allâh yerine daha çok Allâh'ın "Vedud" ism-i celîlini öne çıkararak; bizi seven, bizi ve her şeyi yaratan ve bize nimetler veren bir Allâh'ı onlara tanıtmalı ve sevdirmeliyiz. Bizi cennetine koymak için peygamber gönderen de O'dur. Çocuklar yanlış yaptığında; "günah, Allâh sevmez, cezalandırır" diye nitelemek yerine "öyle değil de şöyle yaparsan Allâh daha çok sever ve mükâfâtlandırır" demek daha doğrudur.
Okul öncesi dönemde çocuklar henüz mücerred kavramları anlayacak seviyede değildirler. Mücerred şeyleri de kendi çocuk akıllarına göre müşahhaslaştırarak anlamaya çalışırlar. Onun için Allâh, âhiret, cennet, cehennem gibi kavramları hakkıyla anlatabilmek zor, hattâ imkânsızdır. Bu dönem çocukları Allâh'ı genelde çok yükseklerde çok büyük ve güçlü bir insan olarak tasavvur ederler. Büyüklere de bununla ilgili sorular sorarlar. "Allâh nerede? Gökyüzünde mi? Eli ne kadar? Dağlardan da büyük mü? Ne yer, ne içer?" gibi. Bu sorular gâyet normaldir. Çocuğu azarlayıp bu soruları geçiştirmemeli, sevgiyle karşılayarak doğruları onun anlayabileceği dil ile anlatmaya çalışmalıdır. Sabırla dinleyip sorulara cevap verirken bu dönemin geçici olduğu unutulmamalıdır.
Duâ ve şükür eğitimi:
Çocuklara Allâh sevgisini vermeye çalışırken en çok dikkat çekilecek ibâdet, duâdır. Her şeyi verenin, yaratanın Allâh olduğunu öğrenen çocuk Allâh'tan bir şeyler ister ve bekler. Bazı anne babalar olmayacak şeyler isteyen çocuklarına "git duâ et Allâh versin" diyerek başlarından savarlar. Oysa her şeyi yaratan Allâh'tan isteyip de karşılığını alamayan çocuk hayal kırıklığına uğrar. Bu onun rûh dünyasında derin izler bırakır. Aksi tesirler de yapabilir.
Çocuklara duâ öğretilirken öncelikle şükür kavramı öne çıkarılmalıdır. Allâh'ın verdiği nimetleri tek tek sayarak hattâ çocuğa saydırarak onlara şükretmek gerektiği günlük hayattan örneklerle anlatılmalıdır. Daha sonra kısa kâfiyeli sözlerden oluşan yemek ve uyku öncesi duâları öğretilebilir. Bunun yanında çocuğa kendisinin de bağımsız olarak duâ edebileceği ancak Allâh'tan istediği maddî isteklerinde önce kendisinin çalışıp çaba gösterdikten sonra Allâh'tan yardım isteyebileceği anlatılabilir. Çünkü çocukların uzun zaman kavramları gelişmemiştir ve henüz bencillik dönemini tam atlatmış değillerdir. İsteklerinin hemen olmasını ve hoşlarına gitmeyen bir olayın sonucunu düşünmeden ortadan kalkmasını isteyebilirler. Allâh, peygamber, cennet, cehennem ve ibâdetler çocuklara anlatılırken günlük hayattaki fırsatlardan faydalanılmalıdır.
Ahlâk Eğitimi:
İslâm dîni hayatın tümünü kapsayan bir bütündür. Günlük hayatta iyi, doğru ve güzeli yaşamak İslâm ahlâkını oluşturur. Çocuklara dînî bilgilerden önce verilecek olan islâmî ahlâk da din eğitiminin bir parçasıdır. Ahlâk eğitiminde 0-6 yaş arasını, çocuk psikologları baskı ahlâkı dönemi olarak adlandırır. Çünkü bu dönemde çocuk yaptığı hareketlerin öncesini, uzun vâdedeki sonuçlarını kavrayabilecek yaşta değildir. Bu yaşlarda annesi söylediğinde ellerini yıkayarak sofraya oturan çocuk, annesi yokken yıkamadan sofraya oturabilir ve bundan rahatsızlık duymaz. Onun için bu dönemde kızmadan sabırla her seferinde tekrar söyleyerek aynı zamanda sebeplerini de anlayabileceği tarzda anlatarak ahlâkı yerleştirmek gerekir.
Dînî Kıssalardan Faydalanmak:
4-6 yaş dönemi masal dönemi olarak adlandırılır. Bu dönemde çocukların hayal güçleri çok geniştir. İnsanüstü varlıklar, olağanüstü hâdiselerle ilgili masallara büyük ilgi duyarlar. Sorgulamadan dinler ve kendileri de katkıda bulunurlar. Normalde hiç olmayacak şeyleri bile kabullenirler. Onların bu özelliğinden faydalanılarak peri ve ejderha masallarının yerine mucizelerle dolu peygamberlerin ve Allâh dostlarının hayatları ve menkıbeler çocuğun anlayış seviyesine indirilerek anlatılabilir. Ancak bunlar anlatılırken çok seçici davranılmalıdır. Hazret-i İbrahim'in ateşten kurtuluşunu ilgi ve sevinçle dinleyen çocuk, Hazret-i Nûh'un Allâh'ın emriyle oğlunu boğulmaya terk etmesini minik aklına sığdıramaz. Ona göre ebeveyn oğlunu her şeyden korumalıdır. Buna ilâveten anlattığımız hikâyeleri kısa, öz, ders verici ve çocuk zihnine uygun hâle getirmeliyiz.
Sûrelerin Ezberletilmesi:
4-6 yaş dönemi çocuğun zihninin boş olduğu ve ezber yeteneğinin en güçlü olduğu dönemdir. İslâm tarihinde bu dönemde hâfız olmuş pek çok âlim vardır. Her çocuğun kapasitesi hâfız olacak düzeyde olmayabilir. Kendi çocuğunun kapasitesini ebeveyni bilir. Ancak bu dönemde normal bir çocuğa Kur'ân-ı Kerîm'in sonundaki kısa sûre ve duâlar ezberletilebilir. Çocuklar kaset ve cd'lerden düzenli dinleyerek, büyükleriyle tekrar ederek çok rahat hâfızalarına alabilirler. Televizyondan, reklam ve şarkıları ne kadar kolay öğrendikleri hepimizce mâlumdur. Onların bu yeteneği bu yolla çok faydalı bir amaç için değerlendirilmiş olur.
Sonuç olarak; çocuğuna dînî eğitim vermek her anne babanın görevidir. Dînî eğitim vermek için, bazı eğitimcilerin dediği gibi çocuğun büyüyüp akletmesini bekleyemeyiz. O zaman çok geç kalmış olabiliriz. Eğer siz çocuğunuza 4-6 yaşından itibaren böyle bir eğitim vermezseniz, yanlış bilgilerle zihnini doldurur. Müşahhas kavramlar ve sorgulama döneminden sonra, yaşı ilerleyen çocuğun bazı şeyleri kabullenmeleri daha zordur.
Ayrıca dîni öğretiyoruz diyerek çocuğa boş bir kaset gibi her şeyi doldurmaya çalışmak da yanlıştır. Bu da çocukta bıkkınlığa sebep olabilir. Müslümanın her işinde olduğu gibi bunda da mûtedil olması gerekir. Bu konuda en güzel örnek yine Peygamber Efendimiz'dir. Sahabenin anlattığına göre Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- yerine ve zamanına göre konuşur, muhâtabının zekâ seviyesini gözetirdi. Fırsatları değerlendirerek yumuşaklıkla dîni anlatırdı. Özellikle çocuklara sevgiyle yaklaşır onlarla şakalaşır ve yeri geldiğinde de büyük insan gibi muâmele ederdi. Bize düşen de Peygamberimiz'i örnek alarak Rabbimiz'in emâneti olan yavrularımızı en güzel şekilde yetiştirmektir.
Rabbim yardımcımız olsun. Âmin.

DİN EĞİTİMİNDE TEVAZU...

........ Ebu'l-Hasan Harakânî Hazretleri'nin şöhretini duyan Gazneli Mahmud, adamlarıyla birlikte birgün, Şeyhi ziyaret etmek üzere Harakân'a gelir. Lâkin Sultanın gönlündeki asıl niyet, bir Allah dostunu ziyâret ederek mânen istifâde etmek değil, bilâkis soracağı sorularla Harakânî Hazretleriʼni imtihan etmektir.
Harakânî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk'ın lutfuyla sultânın gönlündeki bu kötü niyeti sezer. Bunun üzerine, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine tevdî ettiği, en alt kademeden en üst kademeye kadar bütün insanları irşad vazifesi sebebiyle, Sultana belindeki kibir taşıyla yücelere kanat açamayacağını ve bir sultâna şeref kazandıran asıl vasfın tevâzû olduğunu bildirmek ister. Bu sebeple de Harakânî Hazretleri, huzûruna çıkan Sultana husûsî bir alâka göstermediği gibi, ayağa dahî kalkmaz.

Harakânî Hazretleriʼnden görmüş olduğu bu mukâbeledeki sırrı henüz kavrayamayan Gazneli Mahmud, hazırlamış olduğu soruları bir bir Harakânî Hazretleriʼne yöneltmeye başlar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehâbeti karşısında irkilir. Başlangıçta, bir Allah dostunu imtihan etmek niyetiyle bulanıklaşmış olan gönlü, sonunda târifsiz bir huzur ve sükûnete bürünür; Şeyhe muhabbet ve hürmetle dolar.

Bu muhabbet ve hürmetin bir nişânesi olarak Harakânî Hazretleriʼne bir kese altın vermek isterse de, Harakânî Hazretleri bunu nâzik bir üslûb ile reddeder. Bu defa Sultan, Şeyhten "bir teberrük ve hâtıra olsun diye" herhangi bir eşyasını ister. Harakânî Hazretleri de Sultanı kırmayarak ona bir gömleğini verir. Nihâyet görüşme tamamlanır ve Gazneli Mahmud vedâ edecekken Şeyh Harakânî Hazretleri, onu ayakta uğurlar. Şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce merâkını yenemeyen Gazneli Mahmud şöyle sorar:

"−Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız; ama yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim?"

Harakânî Hazretleri ise, şu mukâbelede bulunur:

"−Sultânım! Buraya ilk gelişinizde gönlünüzde pâdişahlık gururu ve bizi imtihan etmek niyeti vardı. Ama şimdi tevâzû hâliyle ayrılıyorsunuz. Tevâzû hâline ise, saygı gerekir." (Attar, Tezkiretü'l-Evliya, II, 209)

Hazan mevsiminde yapraklarını tek tek döken bir ağaç gibi, şu fânî dünya hayatında günlerini çarçabuk tüketmekte olan bir kula yakışan en güzel haslet, tevâzûdur, haddini bilmektir. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

"Rahmân'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler)." (el-Furkân, 63)

Nitekim bir kul, Allah için tevâzû gösterdiği zaman, Allah Teâlâ, onun hikmetini artırır ve onu yükseltir. Kim de kusur ve noksanlarının farkında olmaz, bilgisizliğini kabul etmez ve daha da mühimi Allâh'ın sonsuz kudreti karşısında bir "hiç" olduğunu itiraf etmezse, kendisinde bir kıymet ve kudret vehmetmiş olur. Bu vehme kapılarak kendini beğenen bir insanın da tevâzûdan aslâ nasîbi yoktur.

Zira o kimse, bu hareketiyle Cenâb-ı Hakk'ın "el-Kibriyâ/büyüklük, azamet" sıfatına ortak olmaya kalkışır. Lâkin "el-Kibriyâ" sıfatının, ortaklığa aslâ tahammülü yoktur. Nitekim İblis, büyüklük taslayarak "ben" dedi, kahroldu gitti. Birçok mânevî meziyetleri olan Bel'am bin Baûra da benliğin pençesinde perişan oldu. Yine Kârûn, Allâh'ın lutf u keremiyle ihsan ettiği nimetleri kendine izâfe ederek, "Ben kazandım." dedi. O da dayanıp güvendiği bütün servetiyle yerin dibine gömüldü.

Peygamber Efendimiz r, Cenâb-ı Hakk'ın tevâzû husûsundaki bir emrini şöyle bildirmiştir:

"Allah Teâlâ bana: «O kadar mütevâzı olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin!» diye bildirdi." (Müslim, Cennet, 64)

Tevâzû; alçak gönüllü olmak, daha geniş mânâsıyla hakkı kabul edip ona boyun eğmektir. Hak ve hakîkat olan bir şey, yaşça büyük veya küçük, insanlar arasındaki îtibârı yüksek veya zayıf her kim tarafından ortaya konmuşsa, itiraz etmeden kabul etmektir. Hakikate böylesine teslim olabilen kimseler, gerçek mütevâzı insanlardır.

Tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Hasan-ı Basrî'ye göre tevâzû; kişinin, evinden çıkıp giderken yolda rastladığı her müslümanı kendisinden üstün kabul etmesidir. Aynı anlayışa sahip olan büyük sûfî Fudayl bin Iyâz, Kâbe'yi tavaf ederken, kendisi gibi zâhid ve muhaddis olan Şuayb bin Harb'e şöyle demiştir:

"-Şuayb! Eğer bu yılki hacca seninle benden daha kötü bir kimse katılmıştır diye düşünüyorsan, bil ki, bu çok fenâ bir zandır."

Hased edilmeyen tek nîmet olan tevâzû, insanı güzelleştiren, kulluğu olgunlaştıran, ahlâka kıvam veren çok mühim bir özelliktir. Hazret-i Mevlânâ -kuddîse sirruh- bunu şöyle ifâde buyurur:

"-Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevâzı ol ki, senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!.."

Hakîkaten toprağın üzerinde gezen canlılar, onu çiğner ve cürûfunu da oraya dökerler. Fakat toprak, büyük bir tevâzû ile bu cürûfun hepsini temizler ve sonra çeşit çeşit güzellikte nebâtlar bitirerek üzerinde dolaşan bütün mahlûkâtı besler. İşte sâlih bir mü'minin gönlü de böyle münbit bir toprak gibi olmalı, kalbindeki bütün güzellikler, âdeta tabiî bir şiir hâlinde insanlara ve hattâ bütün mahlûkâta aksetmelidir.

Toprak gibi alçakgönüllü davranmayan kimse için "insan değildir" buyuran Şeyh Sâdî, yücelmek isteyen kimsenin mütevâzı davranması gerektiğini, yücelik damına çıkmak için alçakgönüllülükten başka bir merdivenin olmadığını söyler.

Bu bakımdan tevâzû, insanlık şeref ve haysiyetine lâyık olmanın şartlarından biridir. Nitekim bu hakîkati Hazret-i Ebû Bekir t şöyle ifâde etmiştir:

"Biz, keremi takvâda, zenginliği yakînde ve şerefi tevâzûda bulduk."

Bir gün Kureyş halkı, asâletleriyle övünmeye başlamıştı. Onları dinleyen Selmân-ı Fârisî t bir müddet sükût ettikten sonra, büyük bir tevâzû içerisinde onlara şöyle hitap etti:

"-Benim övünecek bir tarafım yok. Çünkü nutfeden yaratıldım. Sonunda da kokmuş bir leş hâline geleceğim. Sonra da kıyâmet günü terazi başına gideceğim. Sevâbım ağır gelirse iyi insanım, günâhım ağır gelirse kötü insanım."

Bir hadîs-i şerîflerinde Peygamber Efendimiz r şöyle buyurmuştur:

"Allah rızâsı için alçak gönüllü olanı Allah yüceltir." (Müslim, Birr, 69)

Hayatını büyük bir tevâzû ve mahviyet içinde yaşayan Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri, mânevî derecesinin yüksekliğine rağmen, içinde bulunduğu "HİÇ"lik duygusunu şöyle dile getirmiştir:

Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşî ben yaman!.. (herkes tam, ben kusurlu)

Allah Teâlâ da onu bu tevâzûsuna mukâbil yüceltmiş, insanlara sevdirmiş ve katında ulvî bir makâma ulaştırarak insanları terbiye ve irşad vazifesine lâyık kılmıştır.

İmâm Gazâlî Hazretleri de, tevâzû gösterenin Cenâb-ı Hak tarafından nasıl yüceltildiğine dâir şöyle bir hâdise nakletmektedir:

Allah Teâlâ, Nûh u'ın kavmini tûfanda gark ettiği vakit, dağlar böbürlendi ve yükseldiler. Buna karşı Cûdî Dağı tevâzû gösterdi. Çünkü onlar yüksek, Cûdî ise alçak idi. Tevâzû gösterdiği için Allah Teâlâ onu yüceltti ve Nûh'un gemisini onun başına kondurdu. (İhyâ, III, 735)

Tevâzuun lutufları pek çoktur. Mütevâzı insan, cömerttir. Cömert insan, merhametlidir. Merhametli insan, mahlûkâta hizmet neş'esi ile doludur. Bunlar da Rabbimizin rızâsını elde etmenin en güzel vesîleleridir.

İbnü's-Semmâk, birgün Hârun Reşid'in huzûruna çıkarak:

"-Ey mü'minlerin emîri! Senin bu şerefli mevkiin yanında tevâzû göstermen, sana sahip olduğun şereften daha üstün bir şeref bahşediyor." dedi. Harun Reşid:

"-Ne güzel söyledin!" dedi. Semmâk:

"-Ey mü'minlerin emîri! Allah Teâlâ, her kime hüsn-i cemâl nasip edip onu asil bir âileye mensup eder ve kendisine bolluk verir de, o kimse güzelliğini örter, bununla övünmez, malından tasadduk eder, asâleti ile iftihar etmezse, Allâh'ın hâlis kulları arasına girer." dedi.

Harun Reşid, hemen kâğıt kalem getirterek bunları kendi eliyle yazdı.

Tevâzûdan uzak bir kimse, kendini beğenmiş zavallı bir zâlim olmaktan öteye geçemez. Nitekim o, kendini herkesten üstün gördüğü ve hakka boyun eğmediği için başkalarına mutlakâ zulmeder. Fakat kibri dolayısıyla aslında kendisini büyük bir hüsrâna dûçâr eder.

Tevâzûdan uzaklaşarak Firavun gibi büyüklük ve azamet taslayanlar, tarih sahnesinde rezil olmaktan kurtulamamışlardır. Meselâ Ebrehe, kocaman fillerle Kâbe'yi yıkmaya geldiğinde Cenâb-ı Hak, onu çöllerden gelen aslan, kaplan ve yılanlarla değil, minicik kuşların attığı minicik taşlarla kahretti. Kendisini de Mekke önünde öldürmedi. Bilâkis büyük bir gurur ve kibirle çıktığı Yemen'de, kavminin içinde yaralı ve perişan olarak rezil ve kepâze bir sûrette öldürdü. Yine tanrılık iddiasında bulunan Nemrud'u, toz kadar bir sinekle helâk etti. Velhâsıl işte Cenâb-ı Hak'la kibriyâ ve azamet yarışına girenlerin fecî âkıbeti...

Cenâb-ı Hak, ebedî saâdeti; dünyadayken haşmet ve azamet taslamayan, fesat çıkarmayan ve gönüllerinde Allâh'ın muhabbeti dolup taşan kimselere nasîb eylemiştir.

Burada şu husûsu da bilhassa vurgulamak yerinde olacaktır. Bir mü'min, sadece sâlih bir mü'mine karşı alçak gönüllü davranmalıdır. Buna karşılık kibirli, kendini beğenmiş, burnundan kıl aldırmayan, insanlara yukarıdan bakan ve onlara haksız davranan kimselere aslâ tevâzû ile yaklaşmamalıdır. Böyle kimseler ile gönlünü dünyaya kaptıran, her şeyi para-pul, makam-mevkî ile ölçen kimselere tevâzû göstermeye kalkmak, İslâm'ın izzetinden fedakârlık yapmaktır ki, buna kimsenin hakkı yoktur. Tevâzû, menfaatperestlik için haksızın karşısında ezilip büzülmek değildir. Tevâzu, hak karşısında boynu kıldan ince olmaktır.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimizʼe:

"Mü'minlere şefkat ve tevâzû kanadını indir." (el-Hicr, 88)

"Sana uyan mü'minlere alçak gönüllü davran!" (eş-Şuarâ, 215) buyurarak Oʼnun şahsında bizlere; şefkatli, merhametli ve mütevâzı olmamızı emretmiştir.

Yüce Rabbimiz mü'minleri birbirine kardeş yapmış, sonra da onlara birbirinin derdiyle ilgilenmeyi, birbirinin yarasına merhem olmayı ve kardeşlerinin sıkıntılarını gidermeyi emretmiştir. Şu hâlde mü'minler, kardeş olduklarını hiçbir zaman unutmayarak birbirlerine aslâ kaba davranmamalı, kendilerini diğer kardeşlerinden üstün görmemeli ve onlardan bir kabalık görünce hemen yüz çevirmeyerek kardeşlerine karşı anlayışlı olmalıdır.

Yâ Rabbi! Bizleri İslâm kardeşliğini en güzel bir sûrette yaşayan, birbirine karşı dâimâ tevâzû ile davranan sâlih kullarından eyle...

Âmîn...

6 Eylül 2010 Pazartesi

DİN EĞİTİMİ VE ÖĞRETİMİ ÖĞRENCİLERE VE ÇOCUKLARA NASIL SEVDİREBİLİRİZ?

........
Kâniatın övünç vesilesi, Büyük Muallim ve Mürebbî Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sav) "Kolaylaştırın zorlaştırmayın; sevdirin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin" buyuruyor. Bu emir her asırda din eğitim ve öğretimi ile meşgul olan âlim, mürşid, muallim, müderris, din görevlisi, ana-baba, velî gibi kişilere sesleniyor; onlara başarının belki en önemli yolunu gösteriyor. Maddî hastalıkların devası, gözle görülen, elle tutulan, tecrübe edilmiş şifa vasıtaları bile tatlı nesnelerle karıştırılarak, güzel ambalajlar içine konarak veriliyor. İnsanlar yalnızca akıl ve mantıktan ibaret varlıklar olmadığı, bir de his yönleri bulunduğu için buna ihtiyaç duyuluyor; aksi halde insan, hislerini okşamayan ilâcı bile almak istemiyor. Din eğitim ve öğretiminde verilecek iman, alışkanlıklar, yüce duygular ve bilgiler temelde imana; hem de gayba (görülmeyen şeylere) imana dayanır.
........
Bunların dünya hayatında tecrübesi her kula nasib olmaz. İnanan ile inanmayan, yapan ile yapmayanın mükâfat ve cezası ölüm sonrasına, âhirete bırakılmış; bu düzen böyle kurulmuştur. Hal böyle olunca din eğitim ve öğretiminde akıldan ziyade hislere, kafadan ziyade gönüle yönelmek gerekiyor. Gerçi İslâm akla aykırı hiçbir iman ve vazife getirmemiştir; amma bütün talimâtın laboratuarlarda isbatı ve akıllarca kavranması da mümkün değildir. Bazı noktalarda müsbet ilmin ve aklın sınırları dışına taşılmakta, onlar aşılmaktadır. İnsanlar yüzde yüz fayda veya zararını denedikleri ve tecrübe sonunda inandıkları şeyleri dahi yapma veya terketme mevzûunda zaaflar göstermekte, telkine, irade takviyesine muhtaç bulunmaktadırlar. Dinî hayat hiç değilse başlangıçta tecrübesiz inanmaya, kavramadan kabul ve ifâya dayanıyor. İşte bu imanı, bu kabul ve ifâyı (görevleri yapmayı) temin için öğretici ve eğiticinin şahsiyeti, davranışları, sevdirme ve benimsetme yolunda deneyeceği metodlar birinci derecede rol oynuyor.
Bir seminerde yüzü aşkın öğretmen ile bu mevzûu ele almış "din eğitim ve öğetimini cazip hale getirmek için başvurulması gereker tedbirleri" tesbite çalışmıştık. Aşağıda bu tedbirleri sıralamak ve faydasını yaygın hale getirmek istiyoruz:

A) Okul İçinde:
1. Kılık, kıyafet:

Her mesleğin ve her topluluğun kendine mahsus bir kılık ve kıyafeti vardır. Buna uymayan şekiller göze batar, bazı peşin hükümlere sebep olur. Din dersi, öğretmeninin bunu gözönüne alması ve bir öğretmene yakışan meşrû kıyafete bürünmesi gereklidir.

2. Dil:

Öğretmen mahallî şiveyi bırakmalı ve mümkün olduğu ölçüde İstanbul Türkçesi35 ile konuşmalıdır.

3. Konuya hakim olmak:
Öğretmen umumiyetle dini ve özellikle anlatacağı mevzûu iyi bilmeli, kendini ve öğrencilerini tatmin edebilmelidir.

4. Genel kültür:
İnsanı tanımadan, eğitim ve öğretimin yollarını bilmeden, karşı görüş ve sistemler hakkında sağlam bilgilere sahip olmadan din eğitim ve öğretimi verilemez. Bunları bilmek geniş kültür, devamlı gayret gerektiren bir iştir.

5. Yakın ilgi ve rehberlik:
Din dersi öğretmeni ile öğrencileri arasında bilgi alış-verişinden öte bir gönül bağı, bir yakın ilgi bulunmalıdır. Öğrenciler çeşitli problemlerini din ve ahlâk dersi öğretmenine açabilmeli, onda derin bir anlayış, ısıtan bir şefkat, ferahlık veren bir alâka, yolunu aydınlatan bir rehberlik bulabilmelidir.

6. Müjdelemek ve sevdirmek:
Öğretmen ders ve telkinlerinde nefret ve korku yolunu değil, müjdeleme ve sevdirme yolunu tercih etmeli; ümit kapılarını açık bulundurmalı, Allah Teâlâ'nın gazabından yana güvence vermemekle beraber af, merhamet, muhabbet ve hoşnutluğundan da ümit kestirmemelidir.

7. Disiplin:

Disipline aykırı davranışları öğrenci ile kendisi arasında çözüme bağlamalı, zarûret bulunmadıkça disiplin kuruluna aktarmamalı ve sınıf dışına taşırmamalıdır.

8. Adalet:

Öğretmen ilgi, bilgi, not dağıtımında adalet ölçülerinden kıl payı şaşmamalıdır.

9. Kol faaliyetleri:
Okullarda çeşitli kol faaliyetlerinin bulunduğunu, bunların eğitimde büyük rol oynadığını biliyoruz. Kültür ve temsil kolu, gezi kolu gibi sahalarda öğretmenimiz görev almalı ve eğitimini bu sahalarda da devam ettirme imkânlarını aramalıdır.

10. Not takdiri:

Din dersinin bir geçme-kalma, not alma meselesi olmadığının telkini esas olmakla beraber önceden bütün talebeye geçer not vaadi çıkar yol değildir. Not tabanı yüksek tutulmalı, bütünlemeye bırakılabilmeli, fakat yıl kaybına meydan verilmemeli, kimse "dinden" sınıfta kalmamalıdır.

11. Zaman ayarı:

Öğretmenimiz okula zamanında gelmeli, sınıfa zamanında girmeli, zil çalınca çıkmalı, imtihan notlarını fazla geciktirmeden talebeye okumalıdır.

12. Uygulama:

Din ve ahlâk derslerinde öğretilenler öğrencinin hayatına girmezse beklenen fayda hâsıl olmamış demektir. Bunun temini için de öğretmen uygulamaya önem vermelidir. Öncelikle okulda uygulama için bir oda açılması, burasının namaz kılınacak şekilde tefriş edilmesi sağlanmalıdır. Bunun dışında zaman zaman toplu halde camilere gitmek, bazı dersleri buralarda yapmak da faydalı olmaktadır.

13. Kitap dağıtma ve okutma faaliyeti:

Eğitim ve öğretimde kitap temel unsurlardan birisidir. Öğrencinin seviyesine uygun, faydalanabileceği kitapları seçmek, bunları öğrenciye tanıtmak, okumalarını ve hazmetmelerini sağlamak da öğretmene düşmektedir. Bunun için zaman zaman kitap listeleri sunmak, listedeki kitapları göstererek tanıtmak, başarılı öğrencilere bunlardan hediye etmek, sınıf ve okul kütüphanesine koymak faydalı tedbirler arasındadır.

14. Gruplar halinde ziyaret ve yardım faaliyeti:

Çevremizde hastahane, kimsesizler yurdu, yetimhane gibi kuruluşlar ve fakirler vardır. Öğrencilerin seçeceği temsilciler ile öğretmenlerinin teşkil edeceği grupların bayram ve benzeri münasebetlerle buraları ziyaret etmeleri, aralarında toplayacakları paralar ile küçük de olsa hediyeler almaları ve yardımda bulunmaları bir yandan uygulama yerine geçecek, diğer yandan derse canlılık getirecek ve çevrede de iyi tesir bırakacaktır.

15. Diğer öğretmenlerle iyi ilişkiler kurmak:
Bugün cemiyetimiz içindeki fikrî, siyasî ve ideolojik bölünmeler, sürtüşme ve çekişmeler -üzülerek kaydediyoruz ki- okullarımıza da sıçramaktadır. Öğretmenler arasında zarûrî olan birlik kısmen bozulmuş, her tel ayrı ses vermeye başlamıştır. Bu durumda din dersi öğretmeni gruplardan birisine intisab eder, diğer gruba karşı vaziyet alırsa irşad aksayacak, karşı grup dinî rehberden ve irşaddan mahrum kalacaktır. Müslümanım diyen insanı öyle kabul etmek ve dinî kusurlarını en uygun irşad metodu ile düzeltmeye çalışmak durumundayız. Müslüman değilim diyene de İslâm'ı tanıtmak, sevdirmek, hidayetine sebep olmaya gayret etmek borcundayız. Bunları yapabilmek için de yağmur gibi her toprağa yağmak, güneş gibi her cisme ışınlarımızı yöneltmek zarûreti vardır. Aksi halde her grup kendilerine tâbî mürşidler arayacak, bu nevi mürşidler grup programını din haline getirecek, onların karşılıklı mücadelesi hak dini sarsacaktır. Gerçek mürşid İslâm'ın, ilmin ve hikmetin mümessilidir; hiçbir tesir altında kalmadan yalnızca bunların hakemliğinde insanların doğru yolu bulmalarına yardımcı olan kişidir. Hâsılı, din dersi öğretmenimiz hakkında bütün diğer öğretmenler şöyle bir kanaate sahip olmalıdırlar: Bu arkadaş şahsiyet sahibi, bilgili, geniş kültürlü, anlayışlı, İslâmî ölçüler içinde tarafsız (başka bir deyişle hak bildiği ve böyle olduğuna delil ile, şuur ile inandığı değerlere bağlı) bir kişidir. Onunla konuşulabilir, dertleşilebilir, danışma yapılabilir...

16. Din derslerine katılma nisbetini arttırma tedbirleri:

Buraya kadar saydığımız tedbirler öğrencilerin -seçmeli- olan din derslerine katılma nisbetlerini arttırıcı mahiyettedir. Bunlara ilâve olarak denenmiş ve netice alınmış başka tedbirler de vardır. Ezcümle; kayıt sırasında idareye yardımcı olmak ve velilerle ilişki kurmak; çevredeki tanıdık öğrenci ve veliler yardımıyla diğerlerini din dersine katılmaya çağırmak; idare kadrolarında görev almak faydalı sonuçlar doğurmaktadır.
Millî Eğitim Bakanlığı'nın bir genelgesiyle "Din Dersine girecek olanların" değil de "girmeyecek olanların" velilerinden dilekçe veya beyan istenmesi de bu mevzûuda yardımcı bir tedbirdir.36

B) Okul Dışında:

Din dersi öğretmeninin bütün faaliyeti okul içinde kalmamalı, mutlaka okul dışına da taşmalıdır. Cemiyeti bir vücuda benzetecek olursak, okul da bunun bir uzvudur. Vücud ile uzuvları ayrı ayrı düşünmenin, aralarındaki zarûrî münasebetleri gözönüne almamanın müsbet netice vermeyeceği tabiîdir. Okul-aile-cemiyet irtibatının düğüm noktalarında öğretmenimizin bulunmasında büyük faydalar vardır. Bu maksada ulaşabilmek için de aşağıdaki tedbir ve faaliyetler ilk akla gelenler arasındadır:

1. İtimat telkini:
Din dersi öğretmeni yalnızca dini öğreten kişi değildir. Eğer böyle olursa kitap, band kaset gibi âletler sırasında kalır; hatta onlardan da aşağıda yer alır; çünkü âlet, hiç değilse, diliyle söylediğini davranışıyla yalanlamaz. Din dersi öğretmeni bir mürşid, bir rehberdir. Doğru yolda yürümeyenin başkalarına "doğru yol rehberliği" yapması düşünülemez. Bu sebeple öğretmenimizin en belirgin vasfı "bütün davranışlarında İslâm'ı yaşaması" olmalıdır. İslâm'ı öyle yaşamalıdır ki, onu gören ve ayrıca tetkik etmeden onun yaptığını yapan kimsenin davranışı tam mânâsıyla İslâm'a uygun düşsün! İşte bu vasfıyla öğretmen halkın itimadına mazhar olacak, her velî çocuğunu böyle bir mürşidin terbiye etmesini cânu gönülden isteyecektir.

2. İrşad faaliyeti:
Öğretmen bulunduğu yerde ve yakın çevresinde va'z, hutbe, sohbet, konferans gibi faaliyetlerde bulunmalı, bu maksadla çevreyi ziyaret etmelidir. Aslında din dersi öğretmeni ile imam ve vaiz meslekdaştır. Birisi okulda, diğeri camide eğitim ve öğretim yapar. Hedeflerine varmak için karşılıklı yardımlaşmaları, elele vermeleri zarûrîdir.

3. Sosyal hizmetler:

Dinin emrettiği, ecdadın tatbik ettiği birçok âmme hizmeti vardır ki günümüzde bunlar ya tamamen ihmal edilmiştir; yahut da muayyen zümrelerin istismar vasıtası haline gelmiştir. Fahrî, hasbî, Allah rızasına yönelik faaliyet ve hizmetlerin kurucusu veya en önemli unsuru öğretmenimiz olmalıdır. Fakir, düşkün, kimsesiz, irşada muhtaç herkesin yarasını saracak, ihtiyacını temin edecek faaliyetlerin rehberi Din Dersi öğretmeni ile din görevlileri olmalıdır. Çünkü bu rehberlik en çok onlara yakışır. Ve Büyük Mürşid (sav) de böyle yapmış, onlara bu yolu göstermiştir.

4. Lokal ve kütüphane tesisi:
Gençlerin boş zamanlarını en iyi bir şekilde değerlendirebilecekleri merkezleri kurmak ve şartları hazırlamak da öğretmenimizin görevleri arasında bulunmalıdır. Bu merkezlerde birer kütüphane bulunmalı ve çeşitli öğretici, eğitici faaliyetlere imkân hazırlanmalıdır.

5. Dernek faaliyetleri:

Birlikten kuvvet doğduğunu biliyoruz. Bu maksadla kurulmuş dernekler vardır. Yaptırma-yaşatma, mezunlar, sosyal hizmet, irşad... dernekleri gibi. Öğretmenimizin bu derneklerin kurucuları ve idarecileri arasında bulunması hem müsbet neticeler almalarında yardımcı olacak, hem de bu yoldan kazanacağı itibar ile derse katılan öğrenci sayısı artacaktır.

DİN EĞİTİMİNDE SALİHLERLE BERABER OLMA EĞİTİMİ..

Bir mümin için Hak dostları ve sâlihlerle beraber ve hemhâl olabilmek, tâlihlerin en büyüklerindendir. Hak dostlarını ve mâneviyat ehlini tanıyıp onların yakınlığına nâil olmak ve yine onların huzurlarında ve çevrelerinde bulunup onların hâl ve davranışlarındaki feyiz ve rûhâniyetten istifâde etmek, Cenâb-ı Hakkın büyük bir lûtfudur, şükrü gerektiren müstesnâ bir nîmetidir.

HÂL TRANSFERİ Na­sıl ki bir gül bah­çe­sin­de gezen in­sa­nın üze­ri­ne gül ko­ku­la­rı si­ner­se, sâlihlerin meclisinde bulunan kimselerin gönüllerine de o güzel insanlardan feyz ve rûhâniyet akseder. Zira hâl sârîdir (sirâyet eder, yayılır). Bilhassa da in­sa­noğ­lu­nun “hâl”le­rin­de bu özel­li­k var­dır. Dolayısıyla gönüller, dâimî bir tesir alışverişi hâlindedir. Bu bakımdan sâ­lih ve sâ­dık­ müminlerle beraberlik, nef­si terbiyede -rad­yas­yon gi­bi- mü­şâ­he­de­si im­kân­sız, fa­kat neticesi mutlak bir müessirdir. Âlim­ler­den Câ­fer bin Sü­ley­man -rahmetullâhi aleyh-, sâ­lih in­san­lar­la be­ra­ber­li­ğin ken­di­si­ne ka­zan­dır­dı­ğı gönül feyzini şöy­le anlatır: “Kal­bim­de bir ka­tı­lık his­set­ti­ğim za­man kal­kar, he­men (tâbiînin büyük âlim ve âriflerinden olan) Mu­ham­med bin Vâ­sî’nin ya­nı­na gi­der, mec­li­si­ne ka­tı­lır, yü­zü­ne ba­kar­dım. Böy­le­ce kal­bim­de­ki ka­tı­lık gi­der, içi­me ibâ­det ne­şe­si ge­lir, tem­bel­lik üze­rim­den kal­kar ve bir haf­ta boyunca bu ne­şe ile ibâ­det eder­dim.” Bunun içindir ki mümin; âlim, ârif, sâlih ve sâdık kullarla beraberliğe büyük bir ehemmiyet vermeli ve bunun, mânevî varlığının en müstesnâ gıdâlarından biri olduğunu bilmelidir.

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey îmân eden­ler! Al­lah’tan kor­kun ve sâ­dık­lar­la be­raber olun!..” (et-Tev­be, 119)

Dik­kat edi­le­cek olur­sa Ce­nâb-ı Hak, bu âyet-i ke­rî­me­de kul­la­rı­na; “Sâ­dık olun!” bu­yur­ma­mış, tak­vâ­nın mu­hâ­fa­za­sı için; “sâ­dık­lar­la be­ra­ber ol­ma­yı” em­ret­miş­tir. Çün­kü sâ­dık ol­ma yo­lun­da atı­la­cak ilk adım, sâ­dık­lara mu­hab­betle yönelip onlarla beraber olmaktır. Sâ­dık ol­mak ise, bu du­ru­mun en ta­biî bir ne­ti­ce­si­dir.

Nitekim İslâm semâsının yıldızları olan ashâb-ı kirâmın pek çoğu, câhiliye döneminde fıtrata ters, yarı vahşî bir ha­yat yaşıyordu. Fa­kat İslâmla şereflendikten sonra Al­lah Ra­sû­lü ile engin bir muhabbet iklîminde yaşadıkları beraberlik neticesinde nebevî ahlâkın kendilerine aksetmesiyle, dünyanın en fazîletli insanları hâline geldiler.

Onların bu beraberlikte sergiledikleri muhabbet, samîmiyet, gayret ve fedâkârlık da dillere destandır. Çünkü onlar, Allah Rasûlüyle beraber olabilmek uğruna hazarda ve seferde hiçbir bedeli ödemekten çekinmediler. Nitekim Uhud Harbinde Muhâcir ve Ensar’dan bâzı sahâbîler canlarından çok sevdikleri Allah Rasûlü Efendimizin etrafını sardılar; O’nun önünde şehîd olmak üzere Allâh’a söz verdiler ve: “–Yüzüm yüzünün önünde siper, vücûdum Sen’in vücûduna fedâdır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız yâ Rasûlâllah!” diyerek sonuna kadar savaştılar. (İbn-i Sa’d, II, 46; Vâkıdî, I, 240)

Zâtü’r-Rikâ seferinde ise sahâbe altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyor, yürümekten ayakları delinip tırnakları düşüyordu. Yara bere içinde kalan ayaklarını bez parçalarıyla sarıp Allah Rasûlünün peşinden gidiyorlardı. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 31)

Yine hanım sahâbîler de, Rasûlullahi görmekte geciken ve uzun zaman Onunla görüşemeyen evlâtlarını ciddî bir şekilde îkâz ediyor, bu husustaki ihmâle aslâ tâviz göstermiyorlardı. Velhâsıl kalbin mâsivâdan muhâfaza edilmesi ve dâimâ hayırlı telkinlere muhâtap kılınması için rûhâniyetlerinden istifâde edilebilecek peygamber vârisi âlim ve âriflerle, sâlih ve sâdıklarla ünsiyet zarû­rîdir. Bu hâl, insanın belli aralıklarla âdeta mânen şarj olup tekrar enerji kazanması gibidir. Gayret ehli müʼminleri görüp aşk ve şevke gelmek, fazîlet sahibi zâtların hâllerinden ibret alarak gaflet uykusun­dan uyanmak, hakîkaten büyük bir ihtiyaçtır. Bu sebepledir ki mânevî terbiye yolu olan tasavvufta da, sâlihlerle beraberliğin asgarî ölçüsü olmak üzere belli aralıklarla bir araya gelmek demek olan “sohbet”lere iştirâk, son derece mühim bir kâidedir.

ZÂLİMLER TOPLULUĞUYLA OTURMA! Ecdâdımız; “Def-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.” demişlerdir. Yani kötü ve zararlı şeylerin def edilmesi, iyi ve faydalı şeylerin kazanılmasından daha öncelikli ve mühimdir. Dolayısıyla zâlim ve fâsık kimselerin menfî tesirlerine mâruz kalmaktan sakınmak, sâlihlerin feyiz halkasına dâhil olmaktan da önce gelen bir zarûrettir. Nitekim İmam Gazâlî Hazretleri, nasihatlerinden birinde buyurur ki: “Evlâdım! Son de­re­ce dik­kat ede­ce­ğin bir husus var­sa, o da kim­lerle dü­şüp kalk­tı­ğın­dır. Şu­nu iyi bil ki, bir se­pet sağ­lam el­ma, için­de­ki bir çü­rük el­ma­yı sağ­la­ma çı­kar­ta­maz. Fa­kat bir çü­rük el­ma, hep­si­ni çü­rü­tebilir. Bu­nun için dâ­imâ sâ­lih­ler­le dü­şüp kalk!”
Ra­sû­lul­lah r Efendimiz, sâlihlerle be­ra­ber ol­up fâsıklarla ihtilâttan sakınma­nın ehem­mi­ye­ti­ni ne gü­zel ifâ­de bu­yu­rmuştur:

“İyi ar­ka­daş­la kö­tü ar­ka­da­şın mi­sâ­li; misk ta­şı­yan­la kö­rük çe­ken in­san­lar gi­bi­dir. Misk sahi­bi ya sa­na ko­ku­sun­dan ik­ram eder ve­ya sen on­dan sa­tın alır­sın.
Kö­rük çe­ke­ne ge­lin­ce; o, ya se­nin el­bi­se­ni ya­kar, ya­hut da onun pis ko­ku­su sa­na si­râ­yet eder.”
(Bu­hâ­rî, Bu­yû, 38)

Görüldüğü üzere insanın rû­hî te­mâ­yül­leri, çevresinde bu­lu­nan­la­ra istîdat­la­rı nisbe­tin­de -az ve­ya çok- fakat mutlakâ sirâyet eder. Üstelik hâllerdeki sirâyet, si­râ­yet eden hâlin “müs­bet” ve­ya “men­fî” ol­ma­sı­na da bağ­lı de­ğil­dir. Her hâ­lü­kâr­da in­ti­kal gerçekleşir. Ye­ter ki bu yakınlıkta “mu­hab­bet” ve “ün­si­yet” bağ­la­rı bu­lun­sun. Yani muhabbetle yaklaşılan sâ­lih kim­se­ler­den gö­nül­le­re hu­zur ve fe­rah­lık ak­set­ti­ği gi­bi, gâ­fil ve fâsık kim­se­ler­den de sıkıntı ve kas­vet ak­se­der. Zira gül, sümbül, karanfil gibi nâdide çiçeklerle bezenmiş bir bah­çe­­ üzerinden esen bir meltem, gittiği yerlere gönülleri mest eden hârika râyihalar götürürken; bunun aksine, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgâr da o çirkin kokuları etrafa yayar; böylece nefesleri tıkayıp ruhları daraltır. Dolayısıyla zâlimler, fâsıklar ve nefsânî bir hayata dalarak Allâhı ve âhireti unutan gâfillerle muhabbetli bir ülfet ve ünsiyet, mânevî hayatın âdeta kanseridir. Bunun içindir ki Ce­nâb-ı Hak, et­raf­la­rı­na dâimâ kö­tü te­sirler yayan mün­kir­lerden sakınma husûsunda şöyle buyurmaktadır:

“Âyet­le­ri­miz hak­kın­da ile­ri-ge­ri ko­nuş­ma­ya da­lan­la­rı gör­dü­ğün­de, on­lar baş­ka bir sö­ze ge­çin­ce­ye ka­dar on­lar­dan uzak dur. Eğer şey­tan sa­na unut­tu­rur­sa, ha­tır­la­dık­tan son­ra ar­tık o zâ­lim­ler top­lu­lu­ğu ile otur­ma.” (el-En’am, 68)


ÖLÇÜLER İNCELDİĞİNDE… Her hususta olduğu gibi sâlihlerle beraber olup fâsıklardan sakınmak husûsunda da kalpteki hassâsiyet arttıkça ölçüler de incelir, herkesin far­k e­demediği nice tecellîle­r hissedilir. Bunun bir misâli olan şu hâdise pek ibretlidir: Sâmi Efendi Hazretleri’nin sevenlerinden Seyfi Baba, keşfi açık, hâl ehli bir zâttı. Topkapı’da oturuyordu. Bir gün Erenköye, Sâmi Efendi Haz­retlerini ziyârete gelmişti. Ancak devlethâneye girer girmez düşüp bayıldı. Onu karşılayıp üstâdın huzûruna iletecek olan kişi telâşla üzerine su döküp ayılmasını temin ettikten sonra: “Hemen bir doktor çağıralım!” dediğinde Seyfi Baba bitkin bir hâlde müdâhale etti: “–Hayır evlâdım! Doktor filân çağırmayın; hâlimin maddî bir hastalıkla alâkası yok! Topkapı’dan Erenköy’e gelene kadar yollarda rastladığım isyan ehli ve isyan yerlerindeki kasvet tesir etti ve bu tertemiz kapıdan girip birden içerideki rûhâniyete nâil olunca gönlüm dayanamadı. Bu­ra­da­ki mâ­ne­vî ik­lî­min be­re­ke­ti ve ârif­ler sul­ta­nı Sâ­mi Efen­di’nin him­me­tiy­le bi­raz­dan hiç­bir şe­yim kal­maz.” de­di. Hâllerdeki sirâyet, gayr-i ihtiyârî beraberliklerde bile bu kadar tesirli olurken takvâ ehli bir müminin kendi irâde ve arzusuyla gâfillerle dü­şüp kalkması asla düşünülemez. Bu hususta gösterilen hassâsiyet noksanlığı, kişiyi ebedî hüsrâna kadar sürükleyebilir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Ki­şi sev­diği ile be­ra­ber­dir.” (Buhârî, Edeb, 96) Yani insan ki­mi se­ver ve kiminle daha çok dü­şüp kal­kar­sa kı­yâ­met­te de onun­la haş­ro­lunu­r.

Şeyh Sâ­dî-i Şî­râ­zî, hâl­ler­de­ki si­râ­yetin, kişinin mânevî hayatını nasıl değiştirebildiğine dâir şu misalleri verir: “As­hâb-ı Kehf’in kö­pe­ği, sâ­dık­lar­la be­ra­ber ol­du­ğu için bü­yük bir şe­ref ka­zan­dı; nâ­mı Kur’ân-ı Ke­rîm’e ve ta­ri­he geç­ti. Lût Peygamberʼin ka­rı­sı ise fâ­sık­lar­la be­ra­ber ol­du­ğu için küf­re dû­çâr ol­du.” Ubey­dul­lâh Ah­râr Hazretleri de bu hu­sus­ta sevenlerini şöyle îkâz etmiştir: “Ağ­yâr ve bî­gâ­ne­ler­le be­ra­ber ol­mak, kal­be fü­tûr, rû­ha da­ğı­nık­lık ve gön­le pe­ri­şan­lık ve­rir.” Ni­te­kim Bâ­ye­zîd-i Bis­tâ­mî Hazretleri bir­ gün, gönlün­de böy­le bir hu­zur­suz­luk his­set­ti. Bir tür­lü ken­di­si­ni o hâl­den kur­ta­ra­ma­dı. Mec­li­sin­de­ki­le­re: “–He­le bir ba­kın, ara­mız­da ya­ban­cı bi­ri mi var?” de­di. Araş­tır­dı­lar, kim­se­yi bu­la­ma­dı­lar. Fa­kat Bâ­ye­zid-i Bis­tâ­mî ıs­râr et­ti: “–He­le iyi araş­tı­rın. Asâ­la­rın ol­du­ğu ye­re de ba­kın.” de­di. Tek­rar araş­tır­dı­lar ve gâ­fil bi­ri­nin asâ­sı­nı bul­du­lar. O asâ­yı dı­şa­rı çı­kar­dı­lar. Bâye­zîd-i Bis­tâ­mî’nin gö­nül hu­zû­ru da ye­ri­ne gel­di. Bu hâl, eş­yâ­ya bi­le si­râ­yet eden mânevî keyfiyetin açık bir te­zâ­hü­rü­dür. Düşünmek gerekir ki fâsık ve zâlimlerin eşyâlarından bile gönül darlığı ve kasvet ârız olursa, onlarla ihtilâttan ne kadar ciddî bir sûrette sakınmak gerekir! Hâ­sı­lı; nasıl ki gâ­fil­ler­den men­fî te­sir­ler zu­hûr edip kal­bi da­ral­tı­yor­sa, sâ­lih­ler­den de müs­bet ve fe­yiz­li te­sir­ler hâ­sıl olup gön­lü fe­rah­lat­ır. Hakîkaten sâlih­lerle kurulan kal­bî irtibâtın be­re­ke­tiy­le ni­ce mâ­ne­vî ka­zanç­la­ra nâ­il oluna­bi­lir. Fakat sâlihlerle beraberlikten murâd; kalbî bir beraberliktir. Zira fiilî beraberlik, her zaman mümkün olmayabilir. Yahut fiilî beraberlik olsa bile kalbî beraberlik olmadığında, yine bir fayda hâsıl olmaz. Bu sebeple sâlihlerle beraberlikten kasıt; gönül beraberliğidir, yani hayat ve hâdiseler karşısında sâlih ve sâdıklar gibi hissedip davranabilmektir. Böyle bir beraberlik hâli varsa zâhirî beraberliklerin de faydası vardır. Yine bu beraberlik hâli varsa zâhirî ayrılıkların ziyânı yoktur. Öte yandan, sâlihlerle beraberlikten umulan gönül feyzini temin edebilmenin bâzı güzel usûlleri vardır ki, bunlardan biri de “teberrük”tür.

TEBERRÜK COŞKUSU

Teberrük; Allah Teâlâya duyulan îman muhabbetinden dolayı, Ona yakınlığı bulunan bütün varlıklardaki ilâhî tecellîlere gösterilen hürmet ve tâzim duygusunun tabiî bir neticesidir. Zira bir varlığa duyulan muhabbet, o muhabbete vesîle olan veya onunla alâkası bulunan her şeye sirâyet eder. Seven, sevdiğinin her şeyini sevip ona meftûn olur. Teberrük de kalbî olgunlaşma yolunda başvurulan ince bir muhabbet terbiyesidir. Sâlihlerle beraberlik, insana Allâhʼı hatırlatıp onun mâneviyâtını takviye ettiği gibi, sâlihleri hatırlatan şeyler de, sâlih zâtlarla kalbî irtibâtı temin eder.

Ayrıca sâlihlerin feyz ve rûhâniyetine nâ­il ol­mak için baş­vu­ru­lan usûllerden bi­ri olan teberrük, ba­zı­la­rı­nın san­dı­ğı gibi mes­ned­siz ve bid’at ka­bî­lin­den bir iş de­ğil­dir. Zi­ra bu­nun Haz­ret-i Pey­gam­ber r’in ha­yâ­tın­da sayısız tezâhürünün olduğuna dâ­ir ha­dis ve si­yer ki­tap­la­rın­da pek çok rivâyet bulun­maktadır. Hattâ ashâb-ı kirâm ve onları tâkip eden müslümanların, Efendimiz’in zırhı, asâsı, kılıcı, yüzüğü, saç ve sakalları, ayakkabıları, su ve yemek kapları, elbiseleri gibi eşyâlarıyla teberrük etmelerine dâir, Buhârîde müstakil bir bâb açılmıştır.[1]

Nitekim Enes bin Mâ­lik t, Peygamber Efen­di­miz’in saç­la­rı ile te­ber­rük için as­hâb-ı ki­râ­mın na­sıl bir­bir­le­riy­le ya­rış­tık­la­rı­nı şöy­le nakleder:

“Ra­sû­lul­lah r Efen­di­miz’i gör­düm; ber­be­ri onu tı­raş edi­yor­du. As­hâ­bı da âde­ta Oʼnun et­ra­fın­da per­vâ­ne ol­muş­lar­dı. Bir tek saç te­li­nin da­hî ye­re düş­me­me­si­ni, mu­hak­kak bi­ri­si­nin eli­ne düş­me­si­ni is­ti­yor­lar­dı.” (Müs­lim, Fe­zâ­il, 75)

Ashâb-ı kirâmın, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit herhangi bir şeyle teberrük gayretlerinin en gü­zel mi­sâl­le­rin­den bi­r diğeri de Hâ­lid bin Ve­lid t’ın, Haz­ret-i Pey­gam­ber’in saç­la­rın­dan bir­kaç mü­bâ­rek te­li sa­rı­ğın­da sak­la­ma­sı­dır.

Ri­vâ­yete gö­re Vedâ Haccı’nda Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velid t:
“–Yâ Rasûlâllah! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam-babam Sana fedâ olsun!” diyerek yalvardı. Saçlar kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve sarığının ön kısmına yerleştirdi. Bu mübârek saçların da bereketiyle onun savaşta karşılaşıp mağlup edemediği hiçbir topluluk olmadı. Nitekim Hâlid t:

“–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” demiştir. (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 111) Ashâb-ı kiram da ilâhî yardıma mazhar olabilmek için, üzerlerinde taşıdıkları Peygamber Efendimizʼe âit saçlar ile teberrük ederlerdi. Esrâru’l-Muhammediyye adlı eserde şöyle denilmiştir: “Rasûlullah r’in saçı, asâsı veya kamçısı, günahkâr bir kimsenin kabrine konulsa, o âsi, konulan şeyin bereketi sâyesinde azaptan kurtulur. Bu sayılanlar bir insanın evinde veya bir beldede bulunsa, orada yaşayanlar, varlığının farkında olmasalar dahî onun bereketi sayesinde onlara pek çok belâ isâbet etmez. Zemzem suyu ve Zemzem suyu ile ıslatılmış kefen de, bu kabildendir.” (Rûhu’l-Beyan, VII, 486-487)
Yine Efendimiz r, Veysel Karânî Hazretleriʼne hırkasını gönderip:

“Bunu giysin ve ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Müslim, Fedâilüs-Sahâbe, 223-225) Bu da Efendimizin eşyâsıyla teberrük edilmesinin açık bir işâretidir.
Nitekim Ebû Bekirın kızı Esmâ c da bir gün bir cübbe çıkararak şöyle demiştir:

“Bu Allah Rasûlü r’in cübbesiydi. Vefâtına kadar Âişe cnın yanında kaldı. Hazret-i Âişe’nin vefatından sonra cübbeyi ben aldım. Nebî r onu giyerdi. Biz onu hastalar için yıkıyor ve suyu ile (teberrük ederek Allah Teâlâ’dan) şifâ taleb ediyoruz.” (Müslim, Libâs, 10)

Şu hâdise de, iyi veya kötü bütün mânevî keyfiyetlerin eşyâlar kadar mekânlara da sirâyet edebildiğini, bu yüzden günah ve mâsiyetlerin işlendiği ve ilâhî kahrın tecellî ettiği mekânlardan olabildiğince uzak durup sâlih amellerin îfâ edildiği ve ilâhî lûtufların tecellî ettiği mübârek ve mukaddes mekânlardan mümkün olduğunca istifâde etmek gerektiğini ne güzel ifâde eder:
Allah Rasûlü r ashâbıyla birlikte Semûd Kavminin yeri olan Hicr bölgesinde konaklamışlardı. Ashâb, oradaki kuyulardan ihtiyaçları için su almış ve bu sudan hamur yoğurmuşlardı. Allah Rasûlü r onlara aldıkları suyu dökmelerini, yaptıkları hamurları da develere yedirmelerini ve Sâlih u’ın devesinin gelip su içtiği diğer kuyudan su almalarını emretti. (Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40)

Yine Efendimiz r buyurur:

“Şu Uhud öyle bir dağdır ki o bizi sever, biz de onu severiz. Yolunuz o tarafa düştüğünde dikenli de olsa oradaki ağaçlardan yiyiniz.” (Buhârî, Cihâd 71, 74, Etʼıme 28; Müslim, Hac 462, 462, 503-504)

Efendimiz r böyle buyurmakla mübârek bir dağ olan Uhud’un civârındaki ağaçların meyvesinden teberrüken yenilmesine teşvikte bulunmuştur. Zira sâlih amellerin işlendiği mekânlara rahmet iner, melekler orada hazır bulunur, oraları huzur ve sekînet kaplar. Böyle mekânlarda duâ ve istiğfâr ile Allâha yönelerek oradaki bereketten istifâde edilmelidir.
Nitekim sahâbe-i kirâm, Allah Rasûlü r Efendimizin her şeyiyle teberrük hâlinde yaşamışlardır. O’nun içtiği sudan içmek, O’nun mübârek elinin dokunduğu şeyi başa tâc etmek, O’nun gül kokulu terini, saç ve sakal-ı şerîflerini saklamak ve bu aziz hâtıralarla Efendimizin feyz ve rûhâniyetini yanlarında hissetmek, Ona olan muhabbet ve beyʼatlerini tâzelemek, hasretlerini bir nebze olsun gidermek ve Onu sürekli îman gündemlerinde tutmak, onların gönüllerinde apayrı bir lezzet hâline gelmiştir.

Bütün bu rivâyetlerden anlaşılan odur ki, Rasûlullah r’in kendisi, eşyâları ve O’na âit herhangi bir şeyle teberrük etmek; merfû bir sünnet, makbul ve meşrû bir usûldür. Pek çok güzîde sahâbînin böyle yapması ve Efendimiz r’in de bunu tasdik etmesi, hattâ bazen emir, bazen de işaret buyurması, bunun apaçık bir delilidir.

As­hâb-ı ki­râm­dan son­ra gelen se­lef-i sâ­li­hîn de te­ber­rük­le il­gi­li bu ne­vî usûlleri yaşatmaya de­vam et­­miş­ler­dir. Nitekim selef-i sâlihînin büyük hadis üstadlarından biri olan Ahmed bin Hanbel’in, Rasûlullah r’e duyduğu muhabbeti aksettiren birkaç teberrük misâlini, oğlu Abdullah şöyle anlatır: “Babam, Rasûlullah r’in saçlarından bir tel alır, onu dudaklarının üzerine koyarak öperdi. Babamı, Allah Rasûlü’nün saç telini gözünün üzerine koyarken de gördüm. O, Rasûlullah r’in saç telini suya batırır ve o suyu içerdi. Bu suyla (teberrüken) Allah’tan şifâ dilerdi. Bir gün babam, Rasûlullah r’in su kâsesini aldı, sonra onu bir kovanın içinde yıkadı ve ondan içti. Yine o, şifâ niyetiyle Zemzem suyundan içer, onu ellerine ve yüzüne sürerdi.” (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1986-1988, XI, 212) Yine Hak dostlarından Muînüddîn Çeştî Hazretleriʼnin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip, eskisini evliyânın büyüklerinden birine verirlerdi. Yâhud da zamanın pâdişâhına verirler, o da bunu kıymetli bir mücevherat gibi, bir sandıkta teberrüken saklardı. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin vefâtına yakın, o kabrin örtüsünü yine değiştirdiler ve eskisini Hazretʼe getirip; “Buna en lâyık olan sizsiniz.” diyerek takdîm ettiler. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tam bir edeple kabûl ettiği örtüyü hizmetçilerine verip kalpten derin bir âh çekti ve; “Hazret-i Hâce’ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu saklayın, bana kefen olsun.” buyurdu.[2]

MUHABBET ŞART!.. Teberrükten istifâdenin sırrı, mübârek hâtıraların sahiplerine duyulan gerçek bir “muhabbet”tir. Muhabbetin en büyük alâmeti ise fedâkârlık ve itaat ile istikâmet üzere yaşamaktır. Böyle bir muhabbet varsa teberrükten istifâde edilir. Aksi hâlde teberrük edilen eşyâ veya mekân sıradan bir varlık gibi kalır. Tıpkı YûsufUn Mısırdaki gömleğinin kokusunu babası Yâkub uın tâ Kenan ilinden duymasına mukâbil, gömleği getiren kardeşinin, taşıdığı aziz emânetin sırrından habersiz olması gibi. Hazret-i Mevlânâ bu misâli şöyle îzah eder: “Yâkub’da Yûsuf’un bir câzibesi vardı. Bundan dolayı Yûsuf’un gömleğinin kokusu O’na çok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise o kokuyu duymaktan mahrum idi. Çünkü Yûsuf’un gömleği, kardeşinin elinde bir emânet idi. Kardeşi, gömleği götürüp Hazret-i Yâkub’a teslim ile mükellefti. Yani o gömlek, kardeşinin elinde, köle tüccarı elinde bulunan mûtenâ bir câriye gibiydi.

Köle tüccarının nefsi için değildi...” Velhâsıl teberrükten istifâdeye liyâkatin şartı, gerçek bir muhabbettir. Arzu edilen hâl transferi, aynîleşme veya mânevî yardıma ancak bu sâyede kavuşulabilir. Yok­sa böyle bir rû­hî de­rin­li­ğe bî­gâ­ne olanlar, en feyizli nîmetlerin bile bereketinden mahrum kalırlar. Şu kıs­sa, bu husûsu ne güzel izah etmektedir: Mü­rid­le­rin­den bi­ri Bâ­ye­zîd-i Bistâmî Hazretleri’ne: “Efen­dim, kür­kü­nüz­den bir par­ça ver­se­niz de te­ber­rü­ken üze­rim­de ta­şı­sam!..” der. Bâ­ye­zîd-i Bistâmî ise ce­vâ­ben: “–Oğ­lum, sen is­ti­kâ­met üze­re ol­ma­dık­tan son­ra Bâ­ye­zîd’in kür­kü­ne de­ğil, de­ri­si­ni yü­züp içi­ne gir­sen bi­le fay­da ver­mez!..” bu­yu­rur. Yani sırf şekille mânevî olgunluğa ulaşılamaz. Teberrükten umulan neticenin hâsıl olabilmesi için öncelikle zarûrî olan kalbî kıvâmın kazanılması gerekir.

VÂSITAYI GÂYE EDİNME! Şunu da ifâde edelim ki teberrüğün faydası, îman muhabbetinden ötürü mübârek varlıklara gösterilen hürmet sebebiyle Cenâb-ı Hakkʼın yardımını, rahmetini lûtfetmesi sâyesindedir. Rahmet ve bereketi lûtfeden, teberrük edilen varlığın kendisi değil, yalnızca Cenâb-ı Haktır.

Hak Teâlâ rahmetini tecellî ettirmediği takdirde, bereketi umulan o varlıklar bir “hiç” hükmünde kalır. Dolayısıyla bu yolda ifrat ve tefrite kaçmadan îtidal üzere gidilmelidir. Yani Hakkın emrettiği sâlih amelleri yapmadığı hâlde, sırf sâlih zâtlarla veya onların hâtıralarıyla teberrüğün kendisini kurtarmaya yeteceği şeklindeki ifrat düşüncelerin­den uzak durmak gerekir. Veya teberrük edilen varlıklarda, âdeta ilâhî bir kudret vehmetmek gibi yanlışlıklara sapmamak îcâb eder. Fakat bu hususta aşırıya kaçanları bahâne ederek teberrüğü tamâmen red­detmek, bunun asr-ı saâdet ve selef-i sâlihîn döneminde bulunmayan bir bidat ve hattâ şirk olduğunu iddiâ etmek de apaçık bir cehâletin eseridir. Mühim olan, îtidal yolunu tutmaktır. Mutlak fâilin yalnızca Cenâb-ı Hak olduğunu, kendisiyle teberrük edilen varlıkların sadece Allâhʼın rahmet, mağfiret ve lûtfunu celbedecek vesîleler­den ibâret bulunduğunu unutmamaktır. Nasıl ki, seyahat esnâsında binilen bir araç, gâye değil vâsıta ise, kendisiyle teberrük edilen varlıklar da Allâhın rahmetini celbetmek için başvurulan birer vesîleden ibârettir.

Fazilet sahibi sâlih zatlara ait olan eşyalar, Allah Teâlâʼnın o zâtlara değer vermesi sebebiyle değerlidir ve onlara bu yüzden ehemmiyet verilir. Kul, murâdını, bu vesîleler hürmetine Allahtan istemelidir. Rabbimiz, bu dünyada sâlih ve sâdık kullarıyla kalben beraber olabilme­mizi, âhirette de sevdiği kullarıyla haşrolunmayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin. Bizleri kendisine yaklaştıracak her vesîleyi lâyıkıyla değerlendirebilen, basîret, firâset ve gayret ehli kullarından kılsın. Yine biz kullarını, mübârek gün ve gecelerin ve bilhassa da Ramazân-ı Şerîfin feyz, bereket ve rûhâniyetin­den müstefîd olan kulları zümresine dâhil eylesin… Âmîn!..

[1] Buhârî, Fardu’l-Humus, 5.

[2] Evliyâlar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul 1993.

Çocuklarımıza Kur’ân’ı Nasıl Tefekkür Ettirelim

Bir hedefe ulaşmak için nasıl vâsıtalara ihtiyaç varsa, tefekkürün de gerçekleşmesi için bazı vasıtaları kullanmak, daha verimli bir faaliyet yapmamızı sağlayacaktır.

Bu hususta çocuklarımızla yaptığımız etkinlikler bizi heyecanlandırdı. Çocukları Kur’ân ile buluşturmada Efendimiz (s.a.v)’in özel teşvikleri olduğunu görmekteyiz: “Kim çocuğuna Kur’ân’ı okumasını öğretirse, geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır.. Kim de çocuğuna Kur’ân’ı ezberletirse, Allah kıyâmet günü onu Dolunay gibi diriltir ve evlâdına: “Oku!” denir. O her bir âyeti okudukça, Allah Teâlâ babayı bir derece yükseltir. Evlâdın ezberindeki Kur’ân âyetleri bitinceye kadar bu böyle devam eder.”1 Bu hadîs-i şerîfteki müjdelenen kişilerden olmak için yapılan çalışmalar, âyetleri hiç anlamadan okumak ve ezberlemek şeklinde düşünülmemelidir. Kur’ân’ı anlamadan okumak hedeflenen yolda sâdece ilk adımdır. Kur’ân hâfızlarının “Kur’ân’ın hükümlerini, helâl ve haramını bilen ve içindekilerle amel edenler”2 olarak tarif edilmesi ve Hz. Ali’nin “üzerinde düşünmeden Kur’ân okuyuşta fayda yoktur” 3 uyarısı Kur’ân ehli olmanın sonraki adımlarını hatırlatmaktadır.

Kur’ân’la tefekkür ve tezekkürü eksik bir buluşma, isterse tamamını ezber şeklinde olsun kişiyi Kur’ân’la diriltme, hayatını Kur’ân’la yaşama noktasında yeterli değildir. Günümüzde yapılan Kur’ân eğitiminde daha çok ilk adım üzerinde durulmasından dolayı istenilen verim elde edilememektedir. Bu kudsî işle uğraşan kardeşlerimizi, tefekküre dayalı yeni çalışmalar yapmaya, ders programlarını bu minval üzere gözden geçirmeye davet ediyoruz.

Çocuklarımızın Kur’ân’ı tefekkür etmesini sağlamak için öncelikle nasıl bir kitapla muhatab olduklarını iyi bilmeleri gerekmektedir. Bu yazımızda sadece konunun “Kur’ân ve İnsan” boyutu üzerinde duracağız.

İnsanın bir rehber kitabı varsa o Kur’ân’dan başkası değildir. Bu açıdan bakacak olursak, mesela Kur’ân haftalık okumalar için “menzil” adı verilen yedi bölümden oluşur. Bu bölümler üç, beş, yedi, dokuz, onbir, onüç sure ve enson Kâf sûresinden sonuna kadardır. (Bilhassa Hacca veya Umre’ye giden kardeşlerimiz mescidlerdeki altı çizili Hindistan baskısı dikkate alınarak hazırlanmış Mushaflar’da bu bölümlemeyi görebilirler.) Menzil; konak, iki konak arası, bir konak yol, bir yolcunun günlük katettiği merhale demektir. Yine sûrenin bir anlamı da “yüksek bina ya da binadaki oda”dır. Âyet ise “odadaki yatak” olunca bu üçünün, Rabb’ine doğru yolculuk eden (seyr ilellah) manevi yolcu (sâlik) için vazgeçilmez şeyler olduğu görülür. 4 Yine sûfilere göre mürîd Kur’ân’da aradığını bulan kimsedir.5

Kur’ân’ın insan ile bağlantısı çok ilginç bir benzetme ile açıklanır. Buna göre Kur’ân insanın ikiz kardeşidir. 6 Hz. Âişe vâlidemizin kendisine Efendimiz aleyhisselât ü vesselâmı soran Sa’d bin Hişâm’ı Kur’ân’a yönlerdirmesi, onun ahlâkını Kur’ân olarak tarif etmesi7, insân-ı kâmil olan Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Kur’ân olduğunu gösterir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî hazretleri ümmetinden Resûlüllah’a yetişemeyenlerin Kur’ân’a bakmalarını tavsiye eder. Sanki Kur’ân Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalip şeklinde cesedî bir sûrete bürünür.8

Bir ikiz kardeşi olduğunu sonradan öğrenen insan nasıl heyecanlanır ve onunla görüşmek isterse, bizim de her birimiz artık ikiz kardeşimiz olduğunu öğrendiğimiz Kur’ân’ı tanımak isteriz.

Bu gözle baktığımızda insan Kur’ânı okuduğu zaman aslında kendini okumakta. Bu mânâda Kuran okumak, kevnî âyetlerin toplamı olan biz insanla, tenzîli âyetlerin buluşmasıdır. O halde Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir âyet yoktur ki bize hitâb etmesin. Kur’ân’ın elle tutulabilen, gözle görülebilen alanına “Mushaf” diyoruz. Ondan sonra “Kur’ân” aşaması geliyor. “Bu Kur’ân öyle değerli, mertebesi yüksek ki, gizli bir kitabın içindedir.” (Vâkıa, 77-78) buyruluyor. Mushaf sayesinde Kur’ân’a ulaşabiliyoruz. Mushaf insanın bedeni gibi, Kur’ân ise rûhu. Kâinât da baştan başa âyet olup tamamı bir kitâbullah-ı a’zâm. İnsan küçük âlem (âlem-i sağîr), kâinât ise büyük âlemdir. (âlem-i kebîr)

“Sen kendini küçük bir cisim zannediyorsun

Halbuki bütün âlem sende dürülmüştür”

Hz. Ali (k.v.)

Kur’ân okumak aynı zamanda kâinâtı okumak ve kendini okumaktır. İnsanın Rabbi’ni tanıması kendini tanımasından geçmiyor mu?

Şimdi yapılması gereken Kur’ân aynasında kendimize bakmak. Nasıl gözüküyoruz acaba? Ya da kendimizi Kur’ân’a ayna yapmak. Kur’ân bizim aynamıza nasıl yansıyor? İşte bu işlemlerin adına tefekkür (düşünmek), tezekkür, (öğüt almak) tedebbür (künhüne vâkıf olmaya çalışmak) diyoruz. Bu konuda Cenâb-ı Hak “Andolsun biz Kur’ân’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Ondan ders çıkaran, öğüt alan yok mu?” (Kamer, 17, 22, 32, 40) buyuruyor.

Kur’ân’ın meşhur kelime anlamı “okumak” yanında, “kara’e fiilinin masdarlarına göre “toplamak” ve “açıklamak” mânâları da vardır. O halde Kur’ân, mertebelere göre okunabilen kitap olduğu gibi, büyük müfessir sahabi İbn Mes’ûd’un ifâdesiyle “öncekilerin ve sonrakilerin ilmini toplayan”9, Hak tarafından gönderilmiş kitapları kendinde toplayan kitaptır. Kişi Kur’ân’ın her âyeti vesilesi ile aslında bitmez tükenmez bir hazine ile karşı karşıyadır. O hazîneden ise maddî ve mânevî temizliği nisbetinde istifâde eder. Yine Kur’ân kavl-i mübîn, mânâları açık bir kitap olduğu gibi, Kur’ân mektebinde âdâbına uygun ders görenlere Allah Teâlâ kelâmını açıklar.

Çocuklarımızı Kur’ân’la bütün yönleriyle tanıştırdıktan sonra onlara dört yöntemle tefekkür ettirebiliriz. Ancak yöntemler bunlardan ibâret değildir. Ayrıca siz değerli okuyucularımızın tefekkürü sağlayacak yeni yöntemler konusunda desteklerini bekleriz.

Arzedeceğim yöntemlerin tamamı bâzen bir âyete uygulanabileceği gibi, âyetin anlamına göre sâdece biri, ikisi veya üçü uygulamaya müsait olabilir. Bu hususa özellikle dikkat etmelidir. Yöntemlerin kullanıldığı zaman çocuklar tefekkür etmiş, âyetlerden öğüt almış olacaklardır. Yöntemleri maddeler halinde sıraladıktan sonra, nasıl kullanılacağını örneklerle bir sonraki sayıda yazacağız inşallah.

Bu yöntemler; 1. Âyetten anlaşılanı söylemek veya yazmak

2. Âyetten “ben dili” ile öğüt ve prensipler çıkarmak.

3. Âyetin mefhûmu muhâlifini çıkarmak. Âyetin simetrisini bulmak.

4. Âyet ile duâ etmek.

Not: İmam Hatip ve Din Kültürü Öğretmenlerine, Kur’ân Kursu ve Câmilerde Hizmet Yürütenler ve Eğitimcilere “Kur’ân-ı Kerim ve Hadîs-i Şerîf İle Gençlerimizi Buluşturmada Yeni Yöntem ve Teknikler” başlığı altında seminerlerimiz devam etmektedir.


Dipnotlar:
1 Heysemî, VII, 165-166. 2. Bkz. İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, M. Beşir Eryarsoy, Buruç Yayınları, 1, 229, İstanbul, 1996. 3. İbrahim Canan, Kütübü Sitte, XV, 185. 4. Muhammed Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, Beyan Yayınları, İstanbul, 2000, s. 105. 5. Veysel Akkaya, Mevlânâ Fîhi Mâ Fîh’ten Aşk İncileri, 45. 6. Bkz. Seyyid Haydar Amûlî, el-Mukaddimât min Kitâbi Nassi’n-Nusûs, Tus, 1367, s. 239. 7. Müslim, Müsâfirîn, 139. 8. İbnü’l-Arabî, Fütûhât, IV, 61. 9. Bkz. Veysel Akkaya, age, 30

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...