2 Şubat 2010 Salı

TASAVVUF ve METODU

........TASAVVUF ve METODU

Tasavvufî terbiye ve bu terbiyenin mahiyeti bazı kesimlerce gereği gibi anlaşılamadığından ehli tasavvuf son derece ağır ithamlara maruz bırakılmıştır. Gayesi, nefsin putlarını yıkarak, Tevhid üzere Hz. Allah’a (c.c.) kulluk vazifesini yerine getirmek olan tasavvuf, nebevî bir yol olup, temelini de Hz. Rasûl-i Kibriya Efendimiz kurmuştur. Peygamber Efendimiz, Ashab-ı Kiramı vahyin zahiri bilgileri ile donatırken, o vahyi, idrak edecek manevi ilimlerle de ruhlarını terbiye etmiştir. Ashabın kısa sürede yüksek seciye sahibi olması da, ruhlarında meydana gelen bu terbiyeden kaynaklanmaktadır. Efendimiz (a.s.)’dan sonra bu manevî terbiye, vârîs-i nebi olan Allah dostları ile devam etmektedir.

Efendimiz zamanında kelam, fıkıh, tefsir, hadis usulü vb. ilimler aslen var olmasına rağmen münhasır olarak isimlendirilmemiş idi. Efendimizin ve Ashabın yaşadığı hayat biçimi olan Tasavvuf da, bu ilimler gibi varlığı mevcut olmasına rağmen, henüz onun da müstakil bir ismi yoktu. Diğer ilimlerle beraber bu manevî ilim yolu, tasnif dönemi içerisinde, tasavvuf ismi ile tarihteki yerini almıştır.

Mezhepler belli metotlarla nasıl ki kendi sistemini geliştirmiş ise tasavvuf da kur’an ve sünnet üzere bir terbiye metodu olarak kendi sistemini geliştirmiştir. Burada dikkat etmemiz ve son derece hassasiyet göstermemiz gereken husus, Kur’an ve Sünnetin hükümlerini zedeleyici tevhid’den uzak batıl anlayış ve ahlâklardan kaçınmaktır. Nebevî yola uygun olmayan her türlü yaşayış biçimi, adı nefis terbiyesi de olsa, yanlıştır.

Çünkü batıl yollar ile hakka ulaşılmaz. İnsan Hz. Allah’a ancak Hak olan yollarla kavuşabilir. Tevhidi yaşayış biçimini zedeleyen bütün yaşayış şekillerinden uzak olmak, Hz. Allah’a kul olmanın gereğidir.Tasavvuf ehlinin takip ettiği metotla elde etmek istediği husus, nefsin putlaştırdığı heva ve hevesleri terk ederek, Hz. Allah’tan (c.c) başka bütün sevgileri kalpten nehyetmektir. Bu gayeyi taşımayan her yol yanlıştır. İşte Hak üzere olan ehli tasavvufun takip ettiği metodun temeli Kur’an ve sünnettir. Bu ilahi iki temel kaynağa dayanmayan her yol batıldır.

Ehil olmayan kişilerin, doğruları batıla tebdil ederek hareket etmeleri, hak yolları terk etmemizi gerektirmez. İnsan, hilkati gereği doğruya da yanlışı da meyil edecek fıtrattadır. Kur’an-ı mübînde, zalim ve cahil olarak vasıflandırılan insan, bu cehaletinde o kadar ileri gitmiştir ki, ilahlık iddiasında bulunacak sefihliği göstermiştir. Yine, Peygamber Efendimiz hayatta iken yalancı peygamberler zuhur etmiş ve dünyayı paylaşarak idare etmeyi teklif edecek kadar şaşkınlık göstermişlerdir. Büyük bir cehalet sergileyip ilahlık ve peygamberlik iddiasında bulunan insanlar bile var iken, liyakat sahibi olmadığı halde kendisinin Allah dostu olduğunu iddia edenlerin çıkması ise kaçınılmaz bir durumdur. Bu insanların batıl iddialarda bulunmaları sebebiyle, bizlerin de Hak üzerinde şüpheye düşmesi ise daha büyük bir cehalet olur.

Tasavvuf, öz olarak Rasûlullah Efendimizin yaşadığı ahlâk-ı Hüdayı, nefis ve ruhlara sirayet ettirerek yaşamak demektir. Daha da açık bir ifadeyle, kendimize ait yanlış ahlâkları terk edip, Peygamber Efendimizin ahlâklarını kazanmaktır. Ashab-ı Kiram, itaatlarının güzelliği ile kendi ahlaklarını terk ederek, Efendimizin ahlakı ile yüksek bir dereceye kavuştular. Bugün her mümine düşen, Ashab-ı Kiram’ın Peygamber Efendimize karşı gösterdiği, yüksek itaat ahlâkını, aynı metotla yerine getirmesidir. Tasavvuf bunun metot haline getirilmiş ismidir. Aslında bu, bütün müminlerin farkında olmasalar bile içerisinde olduğu bir durumdur. Fakat ehl-i tasavvuf bu görevi daha da itina ile yerine getirme gayreti içerisindedir.

Burada, tasavvufî terbiyenin diğer bir yönünü izah etmek de yerinde olacaktır. Çünkü, ehl-i tasavvufa yapılan ithamların temelinde tasavvufî terbiyenin metoduna vukûfiyetin yeterli olmayışı bulunmaktadır. İmam-ı Rabbani’nin (k.s.), tasavvufî anlayışı ortaya koyan şu sözlerine yer vermek gerekmektedir. Şöyle buyuruyor: “Tarikat şeriata yardımcı bir amildir.” Burada nefis terbiyesinde takip edilen yolun şeriata yardımcı bir amil olarak nitelendirilmesi, dinî emirlerin her hangi bir noktasında, bir noksanlığın olmasından dolayı söylenmemiştir.Tasavvuf terbiyesinde, dinin her hangi bir emrinde tekamül söz konusu değildir. Burada ki tekamül, insanın ahlakî olgularındadır.

Hakikat şudur ki, tasavvufa haksız ithamlarda bulunan kişiler Efendimiz (a.s)’ın hayatını görmedikleri, onun dinî yaşayışlarından, takvasından haberdar olmadıkları için bu iddiaları yapmaktadırlar. Tasavvufu, İslam’ın emirlerinden başka emirler ortaya koyuyormuş gibi algılamaktadırlar. Halbuki tasavvuf, İslam’ın insanlara sunduğu emirlerini, nasıl daha iyi ve tam olarak yetine getirilebileceklerini öğretir.

Ayet-i kerimelerde ve hadis-i şerifler de, kalbinde kibir olan kişinin cennete giremeyeceği vurgulanmaktadır. Şu halde kibir; bir müminin, cennete girmesine engel bir ahlaktır. Bir insan, İslam’ın kerih gördüğü kibrin, kalbinde olup olmadığını nasıl bilebilir? Mutmain olmayan her kalpte kibrin varlığı bir hakikattir. Öyleyse bu kibirden nasıl kurtulabiliriz? Bu kötü ahlaklardan kurtulma yollarını bize gösteren ise tasavvuf yoludur. Görüldüğü gibi tasavvuf, dinimizin herhangi bir emrinde değişikliğe sebebiyet vermez. Bilakis tasavvuf, bu emirleri yaşamaya engel olan nefsin kötü ahlaklarını terbiye ederek, müminin nefsini, peygamberî edebi yaşayacak nefisler haline getirir.

Namaz kılmanın farz olduğunu bilmeyen hiçbir mümin yoktur; fakat, namaz kılanlarla kılmayanlara baktığımızda ise bildikleri halde, kılmayanların daha fazla olduğunu görürüz.

İnsanın, Hz. Allah (c.c)’a itaatine, namaz kılmasına ve diğer ibadet ve taatlları yerine getirmesine engel teşkil eden istek ve arzuların itidal hale getirilmesi gerekmektedir.Terbiye de, bu yanlış istekler üzerinde meydana gelmektedir. Rasûlullah efendimizin getirdiği dini emirlerin hiç birinde, ne bir değişiklik, bir eksiltme ve ne de bir artırma söz konusu olamaz. Örneğin: Cimrilik, Cenab-ı Hakk’ın sevmediği, nefs-i emmareye ait bir ahlaktır. İşte nefis terbiyesi cimri olan bu insana Rabbimizin sevdiği cömertlik ahlakını kazandırır.

“Namaz müminin miracıdır.” Yani insan namaz kılarken Cenab-ı Hakk’ın huzurunda imiş gibi namaz kılmalıdır. Fakat hepimiz, namazda bu huşûyu gereği gibi yerine getiremediğimizden yakınırız. Huşûnun elde edilmesinde sadece farzların yerine getirilmesi kifayet etmiş olsaydı, her kılanın namazı, müminin miracı mesabesinde olurdu. İnsanın kendisine ait olan bu kötü ahlaklar, gerek namazın ve gerekse diğer bütün ibadetlerin Allah-ü Azimü’ş-şân hazretlerine ulaşmasına engel olur. İbadetlerin şartları olan farzları yerine getirmez isek zaten o ibadet fasit olmuş olur. Öyleyse yapmış olduğumuz ibadet ve taatların Rabbimize yükselmesine engel olan unsur, kötü ahlaklarımızdır.

Tasavvufî metotla işte bu kötü ahlaklar terbiye edilmektedir. Ahlak ile iman arasındaki kuvvetli bağ; Efendimiz (s.a.v)’in, “İman bakımından en üstününüz ahlakı en güzel olanınızdır.” hadisiyle ifadesini bulmuştur.

Tasavvuf

........TASAVVUF
Cenâb-ı Hakk'ın, varlığından haberdar ettiği her kul, kendisine hibe edilen îmanı muhafaza etme yolunda büyük çaba ve gayretler ortaya koymuştur. Îmanı muhafaza edememenin, nihayetinde insanı ne elem verici azaplara gark edeceği, her ehl-i îman tarafından bilinmektedir. Rehber-i mutlak, muhbir-i sadık gibi en güzel vasıflarla tezyin edilen nebiler ve rasûller, insanları, doğru yola ulaştırma ve îmanı muhafaza etme hususunda Hakk'ın seçtiği önderler olmuşlardır. Ve yaşadıkları hayatın güzellikleriyle biz mü'minlere nasıl kulluk yapacağımız hususunda yol göstermişlerdir.

Hazreti Allah (c.c.) son peygamber olarak gönderdiği Rasûl-i Kibriya Efendimizi diğer nebi ve rasûllerden farklı olarak bütün insanlığa tek önder ve tek peygamber olarak göndermiştir. Artık, akıl sahibi her ins ve cin, son peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'e îman ile mükelleftir. Cenâb-ı Hakk'ın Mâide sûresinde buyurduğu üzere: "Bugün size dininizi kemale erdirdim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."(1) Ve Âl-i İmran sûresindeki: "Allah yanında tek din İslâm'dır."(2) "... Muhammed (a.s.) Allah'ın Rasûl'ü ve peygamberlerin sonuncusudur."(3) âyet-i celîleleriyle razı ve hoşnut olduğu dinin İslâm; nebi olarak da son peygamber Hz. Muhammed Mustafa olduğunu ilâhî kelâmı olan Kur'ân-ı Mübîn'de ebedî olarak ilân etmiştir.

Rasûl-i Kibriya (s.a.v.) Efendimizden îman telkinini alan o dönemdeki bahtiyar insanlar asr-ı saadet'i yaşamışlardır. Allah-ü Azîmüşşan'a yapılabilecek kulluğun en güzel örneklerini Peygamber Efendimizle birlikte yaşamışlardır. Onların, İslâm dinini yaşamadaki gayretlerinin ve ulaştıkları derecenin önemini belirtmek için Hz. Peygamber (s.a.v.): "Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz."(4) buyurmuştur.

Rasul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) döneminde O'na inanıp yine O'nun güzel ahlâkıyla bezenen salih insanlar yeryüzünde yaşamalarına rağmen Hakk katındaki kıymetlerinin izharı için gökteki yıldızlara teşmil edilip, bu yüksek kıymeti kazanmışlarsa, kıyamete değin yaşayacak olan bütün insanlık, risaleti kıyamete dek geçerli olan Hz. Muhammed Mustafa'nın yoluna ihlâsla tutundukları taktirde de aynı güzellikleri idrak edeceklerdir.

İşte, kendisinden sonra istikametin nasıl muhafaza edileceğini ahlâkı Kur'ân olan Allah'ın Nebi'si (s.a.v.) ümmetine şu nur sözleriyle ışık tutmuştur:

"Size iki şey bırakıyorum. Ben'den sonra o iki şeye sımsıkı sarıldığınız müddetçe delalete düşmezsiniz: Allah'ın kitabı (Kur'an) ve Rasûl'ünün sünneti."(5) Diğer bir rivayette ise şöyle buyurur:
"Size iki şey bırakıyorum. Ben'den sonra o iki şeye sımsıkı sarıldığınız müddetçe delalete düşmezsiniz: Allah'ın kitabı (Kur'an) ve Ehl-i Beyt'im."(6)

Ancak, her beşer gibi ebedî âleme irtihal eyleyen Efendimiz (a.s.) son zamanlarında, ümmetinin bir kısmının kendisinden sonra, yukarıda işaret edilen kurtuluş reçetesine uymayacağını ve böylece istikameti muhafaza edemeyecek insanların çıkacağı gerçeğini peygamberî metotla bildirmiş ve bu fitne tufanından kurtulanları, "Ancak Benim ve reşit halifelerimin yoluna tabi olanlar"(7) diye tabir etmiştir. Bu ve buna benzer bir çok hadis-i şerifte ümmetin itaat hususundaki düşeceği fitneleri haber vermektedir.

Hz. Ebû Bekir (r.a.) efendimizin hilafeti döneminde zekatı inkar eden bir grubun çıkması, Hz. Ömer (r.a.)'in şehit edilmesiyle fitne kapısının kırılması, Rasûlullah (s.a.v.)'in damatları olan Hz. Osman, Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve daha bir çok Peygamber neslinin şehit edilmesi, haber verilen fitnelerin en bariz örneklerindendir.

Efendimiz (s.a.v.)'den sonra fitnelerin çoğalması, münafıkların artması, fetihler aracılığıyla genişleyen İslâm coğrafyasında farklı din ve kültürlerden insanların Müslüman olmasıyla o eski din ve kültürlere ait bozuk inanç, ibadet ve ahlâk düsturlarını beraberlerinde getirmeleri gibi çeşitli sebeplerden dolayı dinde îmanî, amelî ve ahlâkî sapmalar görülmüştür.

Yukarıda sayılan sebepler neticesinde İslâm'ın doğru anlaşılıp yaşanması için o devirden itibaren İslâm âlimleri bu duruma çözüm arayışlarına girişmişlerdir. Kimileri kendisini hadis ilmine verirken, kimileri akaitte, kimileri de tefsirde derinleşmiştir. Bunlar yanısıra, İslâm'ın genel olarak bütün yönlerini ihtiva edecek eserler bırakmakla birlikte dinin doğru yaşanması için İmam-ı A'zam Ebû Hanife Hazretleri gibi fıkıh alanında ihtisaslaşan, talebeler yetiştiren büyük önderler yetişir.

Malumdur ki bilmekle; bildiklerimizi hayata geçirmek ve bilgilerimiz doğrultusunda kalben yakınlık kazanmak farklı şeylerdir. Yani insan bir şeyin yanlış olduğunu bilebilir; ancak bu bilgisi onu o yanlışı yapmaktan tamamıyla alıkoyamaz. O yanlıştan uzak kalabilmesi için kişi ciddi bir kalp ayıklığı ve kuvvetine sahip olması gerekir. Kısacası kullukta ihlâsı, ihsanı yakalamak bütün yönleriyle çok bilmeye bağlı değildir. Bunun için hem içte hem de dışta ahlâken ciddi bir muhasebe ve tezkiye gerekmektedir. İşte nasıl ki Efendimiz (a.s.)'dan sonra itikatta ve ameldeki bozuklukların ihyası için itikat ve amelde imamlarımız yetişmiş ve mezhepler oluşmuşsa, ahlâkî hususlardaki sapmaları ihyası için de, doğru bir itikat ve sağlam bir amelî yaşayışın üstüne bina edilen, insanları, Efendimiz (s.a.v)'in ahlâkı yani Kur'an ahlâkı üzere yaşama, Allah'ı görürcesine kulluk yapma hususunda, ilhamını Kur'an ve sünnetten alarak kendisine has metotlarla irşat eden ahlâk önderleri, yani tasavvuf imamları yetişmiştir.

Bir nebze değinmeye çalıştığımız üzere işte bu irfan sahibi büyük şahsiyetler yani Allah dostları, kendileri gibi nice büyük insanları yetiştirmiş ve günümüze değin bu nefis ve ruh (insan) eğitimini devam ettirmişlerdir.

Doğru bilgilerin ortaya konması ve bu bilgiyi ileriki nesillere taşıyan eserler ve şahsiyetlerin yetişmesiyle bir bakıma da itikadî ve amelî boyuttaki aydınlanmaya kifayet etmektedir; ancak ruhî disiplinin kazanılması, terbiye metotlarını eserlere yazmakla veya sadece doğru bilgileri okumakla oluşmaz. Yani kişi doğru bilgileri bulduktan sonra onu yapabilecek kuvvete sahip olabilmesi gerekir. Üzerinde şeytanın ve nefsin kuvveti galebe gelmiş olmamalıdır. İşte bunun için hoca talebe, mürit mürşit ilişkisi şarttır. Salih insanlarla birlikte hayat sürmek ve onların manevî kuvvetlerinden istifade etmek gerekir. Kısacası görerek ve her bir adımda bire bir yaşayarak yetişmek gerekir.

İnsanların amellerinin Rasûlullah (s.a.v.) Efendimize uyması gerektiği gibi iç âlemlerinin de Efendimiz (s.a.v.)'e mutabık hale gelmesi ve bu hususta çaba sarf edilmesi gerekir. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz: "Allah, içinde zerrey-i miskal riya bulunan ameli kabul etmez."(8) buyurmuştur. Diğer bir hadisi şerifte ise: "Şirk benim ümmetimde karanlık gecelerde mermer taş üzerinde yürüyen karıncanın izinden daha gizlidir..."(9) buyrulmaktadır. Buradan hareketle biz riyanın kalpten temizlenmesi gereken bir haslet olduğunu, içinde zerre miktarı riya kokusu olan bir amelin Hak tarafından kabul görmeyeceğini anlamaktayız. Diğer hadis-i şerifte ise şirkin ne denli gizli bir şekilde insanın gönlünde bulunabileceği rahatlıkla anlaşılmaktadır; ancak bizler bu hadislerin muhatabı mıyız? Yani bizde bu denli gizli hastalıklar var mı, yok mu? Temizlenmesi mecbur olan bu hastalığın varlığından nasıl haberdar olabiliriz? Şayet var olduğunu anlarsak acaba onu nasıl temizleyebilir ve bir daha gelmemesi için onun yollarını nasıl kaparız? İşte bu soruların cevabını satırlarda bulmak bir yana, şahs-i maneviyemizde matlup olunan nezafetin elde edilmesi ve nefislerdeki duruluğun amellerimize ve ahlâkımıza yansıması ve nihayette de îmanlarımızın kemal bulmasının ferdi gayretlerle başarılamadığı isbata ihtiyaç duymayan bir hakîkâttir. Hatta kendi kendine gayret sarfedip de nefis tezkiyesinin labirentinde bunalıma giren bir çok samimi insan bulunmaktadır.

Bu durumu şöyle misallendirebiliriz: Hastalığının uzmanı olan bir tabibe başvurmaksızın, Tıp eserlerini okuyarak kendi kendini tedavi etmeye çalışan hasta gibi bu kişinin kendi hastalığını teşhis etmesi ve tedavi için doğru reçeteyi yazması ne derece mümkündür veya bu yola kaç kişi başvurur?

İşte bu noktada kalp doktorları olan mürşid-i kâmiller devreye girmektedirler. Onlar bu yollardan geçmiş olup, Allah'ın kullarının ellerinden tutarlar. Bu yollardaki tehlikeleri ikaz edip manevî kuvvet ve müridin derdine uygun devayı sohbet ve telkin edeceği zikirle onların bu hasletlerden kurtulmalarına vesile olurlar. İlaçları doktorlar yazar, hastalar içer; ancak şifayı Allah verir. İşte bu noktanın da gözden kaçırılmaması gerekir. Mürşid-i Kâmillerin amacı insanların içini ve dışını rızaya mashar hâle getirmektir. Zira Allah Teâlâ kendilerine büyük ihsanda bulunmuştur. Bu nimetin şükrü ise Allah'ın kullarına bu hususta faydalı olmaktır. Bir çok sıkıntıya rağmen irşat yollarının bu günlere ulaşmasının nedeni Allah Dostlarının işte bu şükrü gereğince yerine getirebilmek için ortaya koydukları büyük gayretlerdir.

Mürşid-i Kâmiller bâtın ulemasıdırlar. Onların bütün gayreti, kulları itaate çağırmak, onları Allah'a sevdirmek, yaradılış gayesine uygun bir yaşam sürmelerini sağlamaktır. Onlar Allah'ın muratlarıdır. Rasûlullah (s.a.v.)'den sonra nübüvvet kesildiği için irşat ve tebliğ vazifesini Rasûlullah (s.a.v.)'in zâhir ve bâtında hakîkî varisleri olan Mürşitler idâme ettirmektedirler. Bu bağlamda Mürşitler Peygamberlerin varisleridirler. Mürşid-i Kâmil her türlü hal ve hareketi kitap ve sünnete uyan şahıs demektir. Hal ve hareketi şeriate uymayanlar ise şeyh değil Müteşeyyihtirler. Şunu da belirtmek gerekir ki; nasıl ki tarih boyunca yalancı peygamberler ortaya çıkmışsa, ehil olmayan şeyhler de olacaktır. Olması kaçınılmazdır; fakat hakkı olmadığı halde şeyhlik, mürşitlik iddiasında bulunanlar nasıl ki büyük bir yanlış içerisindelerse, yapılan yanlışı bütün Turuk-u Aliyye'ye umumileştirmek de yanlıştır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ümmetini bu hususta şu hadis-i kutsî ile uyarmış ve: "Kim Benim dostumdan birine düşmanlık ederse, ona harb ilan ederim."(10) buyurmuştur.

Ez cümle tasavvuf, kökleri asr-ı saadette dalları da bu zamana uzanan bir ağaç gibidir. O ağacın dallarına tutunan kişiyi asr-ı saadet yaşantısına çeker götürür. Çünkü tasavvuf İslâm'ı bütün kemalâtıyla birlikte yaşamaktan başka bir şey değildir. Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde: "Mü'minlerin îman bakımından en mükemmeli ahlâkı en güzel olanıdır."(11) buyurmuştur. Buradan da anlaşılmaktadır ki tasavvufun bütün gayreti Allah'a iyi bir kul olmanın en önemli düsturu olan îmanı kurtarmak ve muhafaza etmek, amellerin makbuliyetini sağlamak, ahlâkları güzelleştirmek ve îmanı kuvvetlendirmektir.

Kaynakça:
1. el-Mâide, 5/3.
2. Âl-i İmran, 3/19.
3. el-Ahzâb, 33/40.
4. Beyhakî ; Feyzu'l-Kadîr 4/ 76 ; İbnu Abdi'l-Berr, Câmi'u'l-İlm'de kaydetmiştir ; Benzer bir rivayet içib kkz. Müslim Fedâilü's-sahabe 207.
5. Muvatta, Kader 3.
6. Hz. Câbir (r.a.)'den, İbn-i Ebî Şeybe.
7. Tirmizî, İlim 16.
8. Müslim, İman, 147.
9. Ebû Nuaym, Hilye 9/253.
10. Buhârî, Kitabü'l-İst'zân.
11. Tirmizî, Radâ' 11 ; Ebû Dâvûd, Sünne 15.

RASÛLULLAH'A HİCRET

........RASÛLULLAH'A HİCRET
"Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: "Herc zamanında ibadet, tıpkı Bana hicret gibidir."(1)

Bu hadis-i şerifin manasına vukûfiyet sağlamak için hadiste zikredilen üç temel kavramı mana ve mefhum yönüyle birbiriyle bütünlük içerisinde anlamaya çalışmak gerekir. Çünkü Rasûlullah Efendimizin sadrı Kur'ân'ın aynasıdır.(2) Efendimiz (s.a.v.)'in sözleri heva değil Hakk kaynaklıdır(3) ve Kur'ân-ı Kerim'in tefsiridir.(4)

Bu bağlamda, hadiste zikredilen "Herc, ibadet ve Rasûlullah'a hicret" kelimeleri tesadüfen yan yana getirilmiş kavramlar değildir.

Hadis-i şerifte ifade edilen "herc" kelimesi Rasûlullah (s.a.v.)'e Sahabe Efendilerimiz tarafından sorulunca, Efendimiz (a.s.), fitnelerin aşırı şekilde artmasına müteakiben sebepsiz yere insanların öldürülmesinin yaygınlaşması olarak açıklamıştır.(5)

Hadiste zikredilen hercin, yani meşru olmayan sebeplerle insanların birbirlerini öldürmelerinin kaynağı; mala düşkünlüğün artması, insanlardan Allah'a sevk edici ilm-i hakîkinin kaldırılması, cehaletin artması, fitnelerin çoğalması(6), kısaca toplumun Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin yolundan ayrılmalarıdır.

İşte hadis-i şeriflerde haber verilen bu olaylar, toplumu büyük büyük fitnelere maruz bırakmıştır. Bu fitnelerin en son merhalesi olarak da herc, yani şuursuz ve sebepsizce insanların birbirlerini öldürmeleri, tezahür etmiştir.

İnsanlık zaman zaman doğru istikametten yüz çevirmiş ve tamiri mümkün olmayan hatalarla iştigal etmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) de insanların hataya düşmemeleri için şu iki önemli esası bırakmıştır: "Kendilerine sarıldığınız zaman asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Bunlar Allah'ın Kitabı ve Rasûl'ünün sünnetidir."(7) İnsanların hataya düşmeleri, işte Efendimiz (s.a.v.)'in bırakmış olduğu bu mutlak istikamet düsturlarını terk etmelerinden kaynaklanmaktadır.

Her sözünde olduğu gibi, yukarıda zikretmiş olduğumuz hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kendisinden sonra ümmetinin karşılaşacağı büyük tehlikelere karşı onları uyarmış ve bu hadis-i şerifte de olduğu gibi takip edecekleri hidayet yolunu göstermiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), yazımıza konu olan hadislerinde, Müminlerin dünya ve ahiret hayatını tehlikeye sokan fitnelerden necat bulma husussunda ümmeti, ibadet ve tâate sarılmaya sevk etmiştir. Efendimiz'in bu emrinden anlaşılan odur ki, fitnelerin zuhur ettiği zamanlarda inananlarca, gerçek anlamda ibadet ve tâatin zevali söz konusudur. Cenâb-ı Hakk'tan kullarına gelen rahmet ve sekînenin celbi için bu noksanlığın giderilmesi zaruridir. Bu eksiklik sadece ibadet hayatında değil, inanç ve ahlâk boyutunda da kendisini gösterecektir. Nitekim inanç, ibadet ve ahlâk üçlüsü, her biri İslâm'ın bir cihetini içeren ve ayrılmayan bir bütündür. Bu nedenle "Fitne zamanı ibadet etmek" lafzındaki "ibadet" kavramını yalnız başına düşünmemek gerekir. Zira kula, kulluğunu yaptırmayan şey, içindeki zayıflıktır. Nefs-i emmaresi, kişiye hükmettiği zaman kulun, hem inanç dünyası hem de ahlâkı, bozulmalara maruz kalacaktır. İçerisinde yaşadığı toplumun da etkisiyle bazı ibadetleri yerine getirmekten geri kalmasa da, bu halet-i ruhiye ile yapacağı ibadetler onu kötülüklerden alıkoymayacaktır. Yapacağımız bu ibadetler öyle bir kuvvette olmalıdır ki, bizi fitnelere karşı koruyabilsin. İşte bu ibadet, mutmain olmuş bir nefisle, tam bir teslimiyetle ve kulların en güzeli olan Sevgili Peygamberimizin sünnetlerine uymakla yerine getirilen bir ibadet olmalıdır. Efendimiz (a.s.)'ın sünnetlerine ve ahlâkına tabi olarak ibadet hayatına yöneldiğimiz taktirde içerisinde bulunduğumuz fitnelerden uzaklaşmış oluruz.

Fitne zamanlarında Allah'ın yasak kıldığı menhiyat revaç bulduğu için, bunlardan rücu' edip hidayeti muhafazaya gayret etmek maksadıyla ibadete sarılmak hadis-i şerifin "tıpkı Bana hicret gibidir" bölümünde "hicret" olarak adlandırılmıştır. Zira hicret, Allah için, Allah'ın yasak kıldıklarından kaçınma ve emirlerine sarılmadır. "Muhacir" lafzı, Allah düşmanlarının eziyet ve işkenceleri sebebiyle dinini yaşayamayan Müslümanların bulundukları beldeden diğer bir beldeye hicret edenler diye tarif edilirken, hakîki hicretin ise, "isyan halinden itaat haline yöneliş olduğunu" yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bizlere şöyle açıklamışlardır: "Gerçek muhacir, menhiyattan Allah'a hicret edenlerdir."(8)

Fitne zamanı ibadet ve tâate sarılmak gerçekten de zor bir iştir; ama kıymeti çok büyüktür.(9) Öyle ki fitnelerin zuhur edeceği ve sünnet-i seniyyelerin unutulacağı ahir zamanda bir sünnetin ihyasına yüz şehit sevabı gibi büyük bir mükafat verileceğini Sever-i Kâinât Efendimiz haber vermiştir.(10) Bu nedenle Efendimiz (s.a.v.) fitne zamanında muhlisan yapılan ibadetlerin ayrıca hicret gibi kıymet kazandırdığını ve hatta Kendi'sine kavuşturduğunu da müjdelemiştir.

İbadet ve tâatle Rasûlullah Efendimize hicret etmek, müminin gerek dünyevî gerekse uhrevî bütün işlerini Rasûl-i Kibriya Efendimize teslim etmesi demektir. İşte bu teslimiyeti, gereği üzere yerine getirenler, içinde bulundukları fitnenin zararlarından kurtulup dünyevî ve uhrevî saadeti elde ederler.

Kısmen yukarıda değindiğimiz üzere şu hususa özellikle dikkat etmek gerekir ki, "Efendimiz (s.a.s.)'e hicret"i ifade eden ibadet ve tâat tamamıyla kulu Allah'a yaklaştırıcı vasıflara haiz bir ibadet olmalıdır. Bu vasıflardan uzak ibadetler insanı Allah'a ve Rasûl'üne kavuşturmaz. Zira fitnelerin zuhur ettiği zamanlarda da insanlar ibadetlerle meşgul oldukları halde mana ve maksadından uzak şekilde olan bu ibadetleri kendilerini fitnelerden kurtaramayacaktır. Bundan da anlaşılan odur ki kalbî ifsat sebebiyle insanlar ihlâslı olarak kulluk etme istikametinden uzak oldukları görülmektedir. Şu halde bizi fitnelerden uzak kılıp, Rasûlullah'a hicrete kavuşturacak ibadeti yerine getirebilmek için, kalbimizin maruz kaldığı tüm şirk, küfür ve masiyetten arındırılmasının zorunluluğu anlaşılmaktadır. Nefsin, ruhun, aklın ve bedenin tezkiyesi bizi Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)'in örnek kulluğuna sevk edecektir. Unutulmamalıdır ki, toplumsal fitnelerin kaynağında rol oynayan insanlar, kendi nefsinde kalbî fitnelerin en büyüğünü yaşayan insanlardır. "Vücutta bir et parçası var ki o düzgün olunca bütün vücut düzgün olur, o fasit olursa bütün vücut fasit olur. Dikkat edin o kalptir."(11) hadis-i şerifini, müminleri bir bedenin uzuvlarına teşbih eden hadis-i şerifle(12) birlikte düşündüğümüz zaman, bütün insanları tek bir vücuda, bedenin merkezi kalbi de o toplumu yönlendiren, lokomotif vazifesi gören iyi veya kötü seciyeli insanlara benzetebiliriz.

Allah yarattığı kulunu bilmez mi? Elbette ki bilir. İnsanı yaratan Allah, onların içerisine düşebilecekleri fitneleri de bildiği için öyle bir Rehber (s.a.v.) bırakmıştır ki O (s.a.v.), varlığını oluşturan her bir zerresiyle kâinata kurtuluş vesilesidir. O'nun her hâli bizler için rahmettir. O'na tabi olan ve sünnetleriyle nefsini tezkiye eden, dünyada salaha, âhirette de felâha erer. Nefsin fitne ve desiselerinden tamamıyla uzak kalabilmek ancak onu şeytan aleyhillanenin boyunduruğundan çıkarıp Hazreti Ahmed'in yoluna kurban etmekle olur. Kıymetli Efendim Abdullah Farukî el-Müceddidî Hazretlerinin de buyurduğu üzere "Her sünnet-i seniyyeyi yaşamak bir nefis tezkiyesidir." Ve kıyamet gününde de ancak selim bir kalp ile gelenler(13) kurtulacaklardır.

Ancak şu da bir hakîkattir ki, insanın münferiden, bir mürşit nezareti olmaksızın kendi gayretleri çerçevesinde çok çok Kur'an tilavet etmesi, ilimler öğrenmesi ve sünnetleri yaşamaya çalışması nefsini ıslah için kâfi gelmemektedir. Zira nefsin ıslahı sadece zahiren sünnetlerin yaşanmasına bağlı değildir. İbadetlerin yapılması, sünnet-i seniyylerin işlenmesi, bütün bedene hükmeden nefsin ıslahı yolunda birer amildirler. Bununla berber, nefsi ıslah yolunda, bu mühim ilme dair bazı bilgileri öğrenmek ve kendi kendine yaşamaya çalışmak yeterli değildir. Kişinin hangi zamanda hangi amelle ve ne ölçüde meşgul olması gerektiğine dair tasavvuf okulunun üstatlarından, birebir ve her bir ferdin ruh istidadına göre aşama aşama verilen vazifeleri yerine getirerek (vird, tesbihat, sohbet...) bu ilmin incelikleri talim edilmelidir ki maksada erişebilelim.

Bu gün, Efendimiz (s.a.v.)'in sünnetlerini ihya eden, toplumu hayır yolunda yönlendiren, fitneden uzak, kalb-i selîm ve bütün azalarından iyiliklerin, güzelliklerin zuhur ettiği Peygamber vekili olan Hakk dostlarından istifade etme yolunda gayret sarf edilmezse, bütün vücut yani insanlar fesada uğrar, helâk olur. "Ve bir fitneden sakınınız ki, sizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz ve biliniz ki, muhakkak Allah Teâlâ'nın ikâbı pek şiddetlidir."(14)

Hicreti, hakîki manada Allah'a ve Rasûl'üne olanlardan olmak duasıyla...


Kaynakça:
1. Müslim, Fiten 130, (2948); Tirmizî, Fiten 31, (2202).
2. el-Bakara, 2/97, Şuara, 26/194.
3. en-Necm, 53/3, 4.
4. Rahman, 55/4; Meryem, 19/97; Duhan, 44/58.
5. Buhârî, Kitâbu'l-İlm; K. Sitte, Kitâbu'l-Fiten 1234.
6. Tecrîd-i Sarîh, Kitabu'l-Fiten, H.No: 2123.
7. Muvatta, Kader 3.
8. Buharî, Îman 4; Müslim, Îman 64.
9. İmâm-ı Rabbanî (k.s.), Mektûbat, 414. Mektup.
10. İbn-i Adiyy, el-Kâmil 2/90; Deylemî, 4/198 (6608).
11. Tecrîd-i Sarîh, c.1, H.No: 48.
12. Buhârî, Edeb 27.
13. eş-Şuara, 26/89.
14. el-Enfal, 8/25.

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...