6 Eylül 2010 Pazartesi

DİN EĞİTİMİ VE ÖĞRETİMİ ÖĞRENCİLERE VE ÇOCUKLARA NASIL SEVDİREBİLİRİZ?

........
Kâniatın övünç vesilesi, Büyük Muallim ve Mürebbî Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sav) "Kolaylaştırın zorlaştırmayın; sevdirin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin" buyuruyor. Bu emir her asırda din eğitim ve öğretimi ile meşgul olan âlim, mürşid, muallim, müderris, din görevlisi, ana-baba, velî gibi kişilere sesleniyor; onlara başarının belki en önemli yolunu gösteriyor. Maddî hastalıkların devası, gözle görülen, elle tutulan, tecrübe edilmiş şifa vasıtaları bile tatlı nesnelerle karıştırılarak, güzel ambalajlar içine konarak veriliyor. İnsanlar yalnızca akıl ve mantıktan ibaret varlıklar olmadığı, bir de his yönleri bulunduğu için buna ihtiyaç duyuluyor; aksi halde insan, hislerini okşamayan ilâcı bile almak istemiyor. Din eğitim ve öğretiminde verilecek iman, alışkanlıklar, yüce duygular ve bilgiler temelde imana; hem de gayba (görülmeyen şeylere) imana dayanır.
........
Bunların dünya hayatında tecrübesi her kula nasib olmaz. İnanan ile inanmayan, yapan ile yapmayanın mükâfat ve cezası ölüm sonrasına, âhirete bırakılmış; bu düzen böyle kurulmuştur. Hal böyle olunca din eğitim ve öğretiminde akıldan ziyade hislere, kafadan ziyade gönüle yönelmek gerekiyor. Gerçi İslâm akla aykırı hiçbir iman ve vazife getirmemiştir; amma bütün talimâtın laboratuarlarda isbatı ve akıllarca kavranması da mümkün değildir. Bazı noktalarda müsbet ilmin ve aklın sınırları dışına taşılmakta, onlar aşılmaktadır. İnsanlar yüzde yüz fayda veya zararını denedikleri ve tecrübe sonunda inandıkları şeyleri dahi yapma veya terketme mevzûunda zaaflar göstermekte, telkine, irade takviyesine muhtaç bulunmaktadırlar. Dinî hayat hiç değilse başlangıçta tecrübesiz inanmaya, kavramadan kabul ve ifâya dayanıyor. İşte bu imanı, bu kabul ve ifâyı (görevleri yapmayı) temin için öğretici ve eğiticinin şahsiyeti, davranışları, sevdirme ve benimsetme yolunda deneyeceği metodlar birinci derecede rol oynuyor.
Bir seminerde yüzü aşkın öğretmen ile bu mevzûu ele almış "din eğitim ve öğetimini cazip hale getirmek için başvurulması gereker tedbirleri" tesbite çalışmıştık. Aşağıda bu tedbirleri sıralamak ve faydasını yaygın hale getirmek istiyoruz:

A) Okul İçinde:
1. Kılık, kıyafet:

Her mesleğin ve her topluluğun kendine mahsus bir kılık ve kıyafeti vardır. Buna uymayan şekiller göze batar, bazı peşin hükümlere sebep olur. Din dersi, öğretmeninin bunu gözönüne alması ve bir öğretmene yakışan meşrû kıyafete bürünmesi gereklidir.

2. Dil:

Öğretmen mahallî şiveyi bırakmalı ve mümkün olduğu ölçüde İstanbul Türkçesi35 ile konuşmalıdır.

3. Konuya hakim olmak:
Öğretmen umumiyetle dini ve özellikle anlatacağı mevzûu iyi bilmeli, kendini ve öğrencilerini tatmin edebilmelidir.

4. Genel kültür:
İnsanı tanımadan, eğitim ve öğretimin yollarını bilmeden, karşı görüş ve sistemler hakkında sağlam bilgilere sahip olmadan din eğitim ve öğretimi verilemez. Bunları bilmek geniş kültür, devamlı gayret gerektiren bir iştir.

5. Yakın ilgi ve rehberlik:
Din dersi öğretmeni ile öğrencileri arasında bilgi alış-verişinden öte bir gönül bağı, bir yakın ilgi bulunmalıdır. Öğrenciler çeşitli problemlerini din ve ahlâk dersi öğretmenine açabilmeli, onda derin bir anlayış, ısıtan bir şefkat, ferahlık veren bir alâka, yolunu aydınlatan bir rehberlik bulabilmelidir.

6. Müjdelemek ve sevdirmek:
Öğretmen ders ve telkinlerinde nefret ve korku yolunu değil, müjdeleme ve sevdirme yolunu tercih etmeli; ümit kapılarını açık bulundurmalı, Allah Teâlâ'nın gazabından yana güvence vermemekle beraber af, merhamet, muhabbet ve hoşnutluğundan da ümit kestirmemelidir.

7. Disiplin:

Disipline aykırı davranışları öğrenci ile kendisi arasında çözüme bağlamalı, zarûret bulunmadıkça disiplin kuruluna aktarmamalı ve sınıf dışına taşırmamalıdır.

8. Adalet:

Öğretmen ilgi, bilgi, not dağıtımında adalet ölçülerinden kıl payı şaşmamalıdır.

9. Kol faaliyetleri:
Okullarda çeşitli kol faaliyetlerinin bulunduğunu, bunların eğitimde büyük rol oynadığını biliyoruz. Kültür ve temsil kolu, gezi kolu gibi sahalarda öğretmenimiz görev almalı ve eğitimini bu sahalarda da devam ettirme imkânlarını aramalıdır.

10. Not takdiri:

Din dersinin bir geçme-kalma, not alma meselesi olmadığının telkini esas olmakla beraber önceden bütün talebeye geçer not vaadi çıkar yol değildir. Not tabanı yüksek tutulmalı, bütünlemeye bırakılabilmeli, fakat yıl kaybına meydan verilmemeli, kimse "dinden" sınıfta kalmamalıdır.

11. Zaman ayarı:

Öğretmenimiz okula zamanında gelmeli, sınıfa zamanında girmeli, zil çalınca çıkmalı, imtihan notlarını fazla geciktirmeden talebeye okumalıdır.

12. Uygulama:

Din ve ahlâk derslerinde öğretilenler öğrencinin hayatına girmezse beklenen fayda hâsıl olmamış demektir. Bunun temini için de öğretmen uygulamaya önem vermelidir. Öncelikle okulda uygulama için bir oda açılması, burasının namaz kılınacak şekilde tefriş edilmesi sağlanmalıdır. Bunun dışında zaman zaman toplu halde camilere gitmek, bazı dersleri buralarda yapmak da faydalı olmaktadır.

13. Kitap dağıtma ve okutma faaliyeti:

Eğitim ve öğretimde kitap temel unsurlardan birisidir. Öğrencinin seviyesine uygun, faydalanabileceği kitapları seçmek, bunları öğrenciye tanıtmak, okumalarını ve hazmetmelerini sağlamak da öğretmene düşmektedir. Bunun için zaman zaman kitap listeleri sunmak, listedeki kitapları göstererek tanıtmak, başarılı öğrencilere bunlardan hediye etmek, sınıf ve okul kütüphanesine koymak faydalı tedbirler arasındadır.

14. Gruplar halinde ziyaret ve yardım faaliyeti:

Çevremizde hastahane, kimsesizler yurdu, yetimhane gibi kuruluşlar ve fakirler vardır. Öğrencilerin seçeceği temsilciler ile öğretmenlerinin teşkil edeceği grupların bayram ve benzeri münasebetlerle buraları ziyaret etmeleri, aralarında toplayacakları paralar ile küçük de olsa hediyeler almaları ve yardımda bulunmaları bir yandan uygulama yerine geçecek, diğer yandan derse canlılık getirecek ve çevrede de iyi tesir bırakacaktır.

15. Diğer öğretmenlerle iyi ilişkiler kurmak:
Bugün cemiyetimiz içindeki fikrî, siyasî ve ideolojik bölünmeler, sürtüşme ve çekişmeler -üzülerek kaydediyoruz ki- okullarımıza da sıçramaktadır. Öğretmenler arasında zarûrî olan birlik kısmen bozulmuş, her tel ayrı ses vermeye başlamıştır. Bu durumda din dersi öğretmeni gruplardan birisine intisab eder, diğer gruba karşı vaziyet alırsa irşad aksayacak, karşı grup dinî rehberden ve irşaddan mahrum kalacaktır. Müslümanım diyen insanı öyle kabul etmek ve dinî kusurlarını en uygun irşad metodu ile düzeltmeye çalışmak durumundayız. Müslüman değilim diyene de İslâm'ı tanıtmak, sevdirmek, hidayetine sebep olmaya gayret etmek borcundayız. Bunları yapabilmek için de yağmur gibi her toprağa yağmak, güneş gibi her cisme ışınlarımızı yöneltmek zarûreti vardır. Aksi halde her grup kendilerine tâbî mürşidler arayacak, bu nevi mürşidler grup programını din haline getirecek, onların karşılıklı mücadelesi hak dini sarsacaktır. Gerçek mürşid İslâm'ın, ilmin ve hikmetin mümessilidir; hiçbir tesir altında kalmadan yalnızca bunların hakemliğinde insanların doğru yolu bulmalarına yardımcı olan kişidir. Hâsılı, din dersi öğretmenimiz hakkında bütün diğer öğretmenler şöyle bir kanaate sahip olmalıdırlar: Bu arkadaş şahsiyet sahibi, bilgili, geniş kültürlü, anlayışlı, İslâmî ölçüler içinde tarafsız (başka bir deyişle hak bildiği ve böyle olduğuna delil ile, şuur ile inandığı değerlere bağlı) bir kişidir. Onunla konuşulabilir, dertleşilebilir, danışma yapılabilir...

16. Din derslerine katılma nisbetini arttırma tedbirleri:

Buraya kadar saydığımız tedbirler öğrencilerin -seçmeli- olan din derslerine katılma nisbetlerini arttırıcı mahiyettedir. Bunlara ilâve olarak denenmiş ve netice alınmış başka tedbirler de vardır. Ezcümle; kayıt sırasında idareye yardımcı olmak ve velilerle ilişki kurmak; çevredeki tanıdık öğrenci ve veliler yardımıyla diğerlerini din dersine katılmaya çağırmak; idare kadrolarında görev almak faydalı sonuçlar doğurmaktadır.
Millî Eğitim Bakanlığı'nın bir genelgesiyle "Din Dersine girecek olanların" değil de "girmeyecek olanların" velilerinden dilekçe veya beyan istenmesi de bu mevzûuda yardımcı bir tedbirdir.36

B) Okul Dışında:

Din dersi öğretmeninin bütün faaliyeti okul içinde kalmamalı, mutlaka okul dışına da taşmalıdır. Cemiyeti bir vücuda benzetecek olursak, okul da bunun bir uzvudur. Vücud ile uzuvları ayrı ayrı düşünmenin, aralarındaki zarûrî münasebetleri gözönüne almamanın müsbet netice vermeyeceği tabiîdir. Okul-aile-cemiyet irtibatının düğüm noktalarında öğretmenimizin bulunmasında büyük faydalar vardır. Bu maksada ulaşabilmek için de aşağıdaki tedbir ve faaliyetler ilk akla gelenler arasındadır:

1. İtimat telkini:
Din dersi öğretmeni yalnızca dini öğreten kişi değildir. Eğer böyle olursa kitap, band kaset gibi âletler sırasında kalır; hatta onlardan da aşağıda yer alır; çünkü âlet, hiç değilse, diliyle söylediğini davranışıyla yalanlamaz. Din dersi öğretmeni bir mürşid, bir rehberdir. Doğru yolda yürümeyenin başkalarına "doğru yol rehberliği" yapması düşünülemez. Bu sebeple öğretmenimizin en belirgin vasfı "bütün davranışlarında İslâm'ı yaşaması" olmalıdır. İslâm'ı öyle yaşamalıdır ki, onu gören ve ayrıca tetkik etmeden onun yaptığını yapan kimsenin davranışı tam mânâsıyla İslâm'a uygun düşsün! İşte bu vasfıyla öğretmen halkın itimadına mazhar olacak, her velî çocuğunu böyle bir mürşidin terbiye etmesini cânu gönülden isteyecektir.

2. İrşad faaliyeti:
Öğretmen bulunduğu yerde ve yakın çevresinde va'z, hutbe, sohbet, konferans gibi faaliyetlerde bulunmalı, bu maksadla çevreyi ziyaret etmelidir. Aslında din dersi öğretmeni ile imam ve vaiz meslekdaştır. Birisi okulda, diğeri camide eğitim ve öğretim yapar. Hedeflerine varmak için karşılıklı yardımlaşmaları, elele vermeleri zarûrîdir.

3. Sosyal hizmetler:

Dinin emrettiği, ecdadın tatbik ettiği birçok âmme hizmeti vardır ki günümüzde bunlar ya tamamen ihmal edilmiştir; yahut da muayyen zümrelerin istismar vasıtası haline gelmiştir. Fahrî, hasbî, Allah rızasına yönelik faaliyet ve hizmetlerin kurucusu veya en önemli unsuru öğretmenimiz olmalıdır. Fakir, düşkün, kimsesiz, irşada muhtaç herkesin yarasını saracak, ihtiyacını temin edecek faaliyetlerin rehberi Din Dersi öğretmeni ile din görevlileri olmalıdır. Çünkü bu rehberlik en çok onlara yakışır. Ve Büyük Mürşid (sav) de böyle yapmış, onlara bu yolu göstermiştir.

4. Lokal ve kütüphane tesisi:
Gençlerin boş zamanlarını en iyi bir şekilde değerlendirebilecekleri merkezleri kurmak ve şartları hazırlamak da öğretmenimizin görevleri arasında bulunmalıdır. Bu merkezlerde birer kütüphane bulunmalı ve çeşitli öğretici, eğitici faaliyetlere imkân hazırlanmalıdır.

5. Dernek faaliyetleri:

Birlikten kuvvet doğduğunu biliyoruz. Bu maksadla kurulmuş dernekler vardır. Yaptırma-yaşatma, mezunlar, sosyal hizmet, irşad... dernekleri gibi. Öğretmenimizin bu derneklerin kurucuları ve idarecileri arasında bulunması hem müsbet neticeler almalarında yardımcı olacak, hem de bu yoldan kazanacağı itibar ile derse katılan öğrenci sayısı artacaktır.

DİN EĞİTİMİNDE SALİHLERLE BERABER OLMA EĞİTİMİ..

Bir mümin için Hak dostları ve sâlihlerle beraber ve hemhâl olabilmek, tâlihlerin en büyüklerindendir. Hak dostlarını ve mâneviyat ehlini tanıyıp onların yakınlığına nâil olmak ve yine onların huzurlarında ve çevrelerinde bulunup onların hâl ve davranışlarındaki feyiz ve rûhâniyetten istifâde etmek, Cenâb-ı Hakkın büyük bir lûtfudur, şükrü gerektiren müstesnâ bir nîmetidir.

HÂL TRANSFERİ Na­sıl ki bir gül bah­çe­sin­de gezen in­sa­nın üze­ri­ne gül ko­ku­la­rı si­ner­se, sâlihlerin meclisinde bulunan kimselerin gönüllerine de o güzel insanlardan feyz ve rûhâniyet akseder. Zira hâl sârîdir (sirâyet eder, yayılır). Bilhassa da in­sa­noğ­lu­nun “hâl”le­rin­de bu özel­li­k var­dır. Dolayısıyla gönüller, dâimî bir tesir alışverişi hâlindedir. Bu bakımdan sâ­lih ve sâ­dık­ müminlerle beraberlik, nef­si terbiyede -rad­yas­yon gi­bi- mü­şâ­he­de­si im­kân­sız, fa­kat neticesi mutlak bir müessirdir. Âlim­ler­den Câ­fer bin Sü­ley­man -rahmetullâhi aleyh-, sâ­lih in­san­lar­la be­ra­ber­li­ğin ken­di­si­ne ka­zan­dır­dı­ğı gönül feyzini şöy­le anlatır: “Kal­bim­de bir ka­tı­lık his­set­ti­ğim za­man kal­kar, he­men (tâbiînin büyük âlim ve âriflerinden olan) Mu­ham­med bin Vâ­sî’nin ya­nı­na gi­der, mec­li­si­ne ka­tı­lır, yü­zü­ne ba­kar­dım. Böy­le­ce kal­bim­de­ki ka­tı­lık gi­der, içi­me ibâ­det ne­şe­si ge­lir, tem­bel­lik üze­rim­den kal­kar ve bir haf­ta boyunca bu ne­şe ile ibâ­det eder­dim.” Bunun içindir ki mümin; âlim, ârif, sâlih ve sâdık kullarla beraberliğe büyük bir ehemmiyet vermeli ve bunun, mânevî varlığının en müstesnâ gıdâlarından biri olduğunu bilmelidir.

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey îmân eden­ler! Al­lah’tan kor­kun ve sâ­dık­lar­la be­raber olun!..” (et-Tev­be, 119)

Dik­kat edi­le­cek olur­sa Ce­nâb-ı Hak, bu âyet-i ke­rî­me­de kul­la­rı­na; “Sâ­dık olun!” bu­yur­ma­mış, tak­vâ­nın mu­hâ­fa­za­sı için; “sâ­dık­lar­la be­ra­ber ol­ma­yı” em­ret­miş­tir. Çün­kü sâ­dık ol­ma yo­lun­da atı­la­cak ilk adım, sâ­dık­lara mu­hab­betle yönelip onlarla beraber olmaktır. Sâ­dık ol­mak ise, bu du­ru­mun en ta­biî bir ne­ti­ce­si­dir.

Nitekim İslâm semâsının yıldızları olan ashâb-ı kirâmın pek çoğu, câhiliye döneminde fıtrata ters, yarı vahşî bir ha­yat yaşıyordu. Fa­kat İslâmla şereflendikten sonra Al­lah Ra­sû­lü ile engin bir muhabbet iklîminde yaşadıkları beraberlik neticesinde nebevî ahlâkın kendilerine aksetmesiyle, dünyanın en fazîletli insanları hâline geldiler.

Onların bu beraberlikte sergiledikleri muhabbet, samîmiyet, gayret ve fedâkârlık da dillere destandır. Çünkü onlar, Allah Rasûlüyle beraber olabilmek uğruna hazarda ve seferde hiçbir bedeli ödemekten çekinmediler. Nitekim Uhud Harbinde Muhâcir ve Ensar’dan bâzı sahâbîler canlarından çok sevdikleri Allah Rasûlü Efendimizin etrafını sardılar; O’nun önünde şehîd olmak üzere Allâh’a söz verdiler ve: “–Yüzüm yüzünün önünde siper, vücûdum Sen’in vücûduna fedâdır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız yâ Rasûlâllah!” diyerek sonuna kadar savaştılar. (İbn-i Sa’d, II, 46; Vâkıdî, I, 240)

Zâtü’r-Rikâ seferinde ise sahâbe altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyor, yürümekten ayakları delinip tırnakları düşüyordu. Yara bere içinde kalan ayaklarını bez parçalarıyla sarıp Allah Rasûlünün peşinden gidiyorlardı. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 31)

Yine hanım sahâbîler de, Rasûlullahi görmekte geciken ve uzun zaman Onunla görüşemeyen evlâtlarını ciddî bir şekilde îkâz ediyor, bu husustaki ihmâle aslâ tâviz göstermiyorlardı. Velhâsıl kalbin mâsivâdan muhâfaza edilmesi ve dâimâ hayırlı telkinlere muhâtap kılınması için rûhâniyetlerinden istifâde edilebilecek peygamber vârisi âlim ve âriflerle, sâlih ve sâdıklarla ünsiyet zarû­rîdir. Bu hâl, insanın belli aralıklarla âdeta mânen şarj olup tekrar enerji kazanması gibidir. Gayret ehli müʼminleri görüp aşk ve şevke gelmek, fazîlet sahibi zâtların hâllerinden ibret alarak gaflet uykusun­dan uyanmak, hakîkaten büyük bir ihtiyaçtır. Bu sebepledir ki mânevî terbiye yolu olan tasavvufta da, sâlihlerle beraberliğin asgarî ölçüsü olmak üzere belli aralıklarla bir araya gelmek demek olan “sohbet”lere iştirâk, son derece mühim bir kâidedir.

ZÂLİMLER TOPLULUĞUYLA OTURMA! Ecdâdımız; “Def-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.” demişlerdir. Yani kötü ve zararlı şeylerin def edilmesi, iyi ve faydalı şeylerin kazanılmasından daha öncelikli ve mühimdir. Dolayısıyla zâlim ve fâsık kimselerin menfî tesirlerine mâruz kalmaktan sakınmak, sâlihlerin feyiz halkasına dâhil olmaktan da önce gelen bir zarûrettir. Nitekim İmam Gazâlî Hazretleri, nasihatlerinden birinde buyurur ki: “Evlâdım! Son de­re­ce dik­kat ede­ce­ğin bir husus var­sa, o da kim­lerle dü­şüp kalk­tı­ğın­dır. Şu­nu iyi bil ki, bir se­pet sağ­lam el­ma, için­de­ki bir çü­rük el­ma­yı sağ­la­ma çı­kar­ta­maz. Fa­kat bir çü­rük el­ma, hep­si­ni çü­rü­tebilir. Bu­nun için dâ­imâ sâ­lih­ler­le dü­şüp kalk!”
Ra­sû­lul­lah r Efendimiz, sâlihlerle be­ra­ber ol­up fâsıklarla ihtilâttan sakınma­nın ehem­mi­ye­ti­ni ne gü­zel ifâ­de bu­yu­rmuştur:

“İyi ar­ka­daş­la kö­tü ar­ka­da­şın mi­sâ­li; misk ta­şı­yan­la kö­rük çe­ken in­san­lar gi­bi­dir. Misk sahi­bi ya sa­na ko­ku­sun­dan ik­ram eder ve­ya sen on­dan sa­tın alır­sın.
Kö­rük çe­ke­ne ge­lin­ce; o, ya se­nin el­bi­se­ni ya­kar, ya­hut da onun pis ko­ku­su sa­na si­râ­yet eder.”
(Bu­hâ­rî, Bu­yû, 38)

Görüldüğü üzere insanın rû­hî te­mâ­yül­leri, çevresinde bu­lu­nan­la­ra istîdat­la­rı nisbe­tin­de -az ve­ya çok- fakat mutlakâ sirâyet eder. Üstelik hâllerdeki sirâyet, si­râ­yet eden hâlin “müs­bet” ve­ya “men­fî” ol­ma­sı­na da bağ­lı de­ğil­dir. Her hâ­lü­kâr­da in­ti­kal gerçekleşir. Ye­ter ki bu yakınlıkta “mu­hab­bet” ve “ün­si­yet” bağ­la­rı bu­lun­sun. Yani muhabbetle yaklaşılan sâ­lih kim­se­ler­den gö­nül­le­re hu­zur ve fe­rah­lık ak­set­ti­ği gi­bi, gâ­fil ve fâsık kim­se­ler­den de sıkıntı ve kas­vet ak­se­der. Zira gül, sümbül, karanfil gibi nâdide çiçeklerle bezenmiş bir bah­çe­­ üzerinden esen bir meltem, gittiği yerlere gönülleri mest eden hârika râyihalar götürürken; bunun aksine, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgâr da o çirkin kokuları etrafa yayar; böylece nefesleri tıkayıp ruhları daraltır. Dolayısıyla zâlimler, fâsıklar ve nefsânî bir hayata dalarak Allâhı ve âhireti unutan gâfillerle muhabbetli bir ülfet ve ünsiyet, mânevî hayatın âdeta kanseridir. Bunun içindir ki Ce­nâb-ı Hak, et­raf­la­rı­na dâimâ kö­tü te­sirler yayan mün­kir­lerden sakınma husûsunda şöyle buyurmaktadır:

“Âyet­le­ri­miz hak­kın­da ile­ri-ge­ri ko­nuş­ma­ya da­lan­la­rı gör­dü­ğün­de, on­lar baş­ka bir sö­ze ge­çin­ce­ye ka­dar on­lar­dan uzak dur. Eğer şey­tan sa­na unut­tu­rur­sa, ha­tır­la­dık­tan son­ra ar­tık o zâ­lim­ler top­lu­lu­ğu ile otur­ma.” (el-En’am, 68)


ÖLÇÜLER İNCELDİĞİNDE… Her hususta olduğu gibi sâlihlerle beraber olup fâsıklardan sakınmak husûsunda da kalpteki hassâsiyet arttıkça ölçüler de incelir, herkesin far­k e­demediği nice tecellîle­r hissedilir. Bunun bir misâli olan şu hâdise pek ibretlidir: Sâmi Efendi Hazretleri’nin sevenlerinden Seyfi Baba, keşfi açık, hâl ehli bir zâttı. Topkapı’da oturuyordu. Bir gün Erenköye, Sâmi Efendi Haz­retlerini ziyârete gelmişti. Ancak devlethâneye girer girmez düşüp bayıldı. Onu karşılayıp üstâdın huzûruna iletecek olan kişi telâşla üzerine su döküp ayılmasını temin ettikten sonra: “Hemen bir doktor çağıralım!” dediğinde Seyfi Baba bitkin bir hâlde müdâhale etti: “–Hayır evlâdım! Doktor filân çağırmayın; hâlimin maddî bir hastalıkla alâkası yok! Topkapı’dan Erenköy’e gelene kadar yollarda rastladığım isyan ehli ve isyan yerlerindeki kasvet tesir etti ve bu tertemiz kapıdan girip birden içerideki rûhâniyete nâil olunca gönlüm dayanamadı. Bu­ra­da­ki mâ­ne­vî ik­lî­min be­re­ke­ti ve ârif­ler sul­ta­nı Sâ­mi Efen­di’nin him­me­tiy­le bi­raz­dan hiç­bir şe­yim kal­maz.” de­di. Hâllerdeki sirâyet, gayr-i ihtiyârî beraberliklerde bile bu kadar tesirli olurken takvâ ehli bir müminin kendi irâde ve arzusuyla gâfillerle dü­şüp kalkması asla düşünülemez. Bu hususta gösterilen hassâsiyet noksanlığı, kişiyi ebedî hüsrâna kadar sürükleyebilir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Ki­şi sev­diği ile be­ra­ber­dir.” (Buhârî, Edeb, 96) Yani insan ki­mi se­ver ve kiminle daha çok dü­şüp kal­kar­sa kı­yâ­met­te de onun­la haş­ro­lunu­r.

Şeyh Sâ­dî-i Şî­râ­zî, hâl­ler­de­ki si­râ­yetin, kişinin mânevî hayatını nasıl değiştirebildiğine dâir şu misalleri verir: “As­hâb-ı Kehf’in kö­pe­ği, sâ­dık­lar­la be­ra­ber ol­du­ğu için bü­yük bir şe­ref ka­zan­dı; nâ­mı Kur’ân-ı Ke­rîm’e ve ta­ri­he geç­ti. Lût Peygamberʼin ka­rı­sı ise fâ­sık­lar­la be­ra­ber ol­du­ğu için küf­re dû­çâr ol­du.” Ubey­dul­lâh Ah­râr Hazretleri de bu hu­sus­ta sevenlerini şöyle îkâz etmiştir: “Ağ­yâr ve bî­gâ­ne­ler­le be­ra­ber ol­mak, kal­be fü­tûr, rû­ha da­ğı­nık­lık ve gön­le pe­ri­şan­lık ve­rir.” Ni­te­kim Bâ­ye­zîd-i Bis­tâ­mî Hazretleri bir­ gün, gönlün­de böy­le bir hu­zur­suz­luk his­set­ti. Bir tür­lü ken­di­si­ni o hâl­den kur­ta­ra­ma­dı. Mec­li­sin­de­ki­le­re: “–He­le bir ba­kın, ara­mız­da ya­ban­cı bi­ri mi var?” de­di. Araş­tır­dı­lar, kim­se­yi bu­la­ma­dı­lar. Fa­kat Bâ­ye­zid-i Bis­tâ­mî ıs­râr et­ti: “–He­le iyi araş­tı­rın. Asâ­la­rın ol­du­ğu ye­re de ba­kın.” de­di. Tek­rar araş­tır­dı­lar ve gâ­fil bi­ri­nin asâ­sı­nı bul­du­lar. O asâ­yı dı­şa­rı çı­kar­dı­lar. Bâye­zîd-i Bis­tâ­mî’nin gö­nül hu­zû­ru da ye­ri­ne gel­di. Bu hâl, eş­yâ­ya bi­le si­râ­yet eden mânevî keyfiyetin açık bir te­zâ­hü­rü­dür. Düşünmek gerekir ki fâsık ve zâlimlerin eşyâlarından bile gönül darlığı ve kasvet ârız olursa, onlarla ihtilâttan ne kadar ciddî bir sûrette sakınmak gerekir! Hâ­sı­lı; nasıl ki gâ­fil­ler­den men­fî te­sir­ler zu­hûr edip kal­bi da­ral­tı­yor­sa, sâ­lih­ler­den de müs­bet ve fe­yiz­li te­sir­ler hâ­sıl olup gön­lü fe­rah­lat­ır. Hakîkaten sâlih­lerle kurulan kal­bî irtibâtın be­re­ke­tiy­le ni­ce mâ­ne­vî ka­zanç­la­ra nâ­il oluna­bi­lir. Fakat sâlihlerle beraberlikten murâd; kalbî bir beraberliktir. Zira fiilî beraberlik, her zaman mümkün olmayabilir. Yahut fiilî beraberlik olsa bile kalbî beraberlik olmadığında, yine bir fayda hâsıl olmaz. Bu sebeple sâlihlerle beraberlikten kasıt; gönül beraberliğidir, yani hayat ve hâdiseler karşısında sâlih ve sâdıklar gibi hissedip davranabilmektir. Böyle bir beraberlik hâli varsa zâhirî beraberliklerin de faydası vardır. Yine bu beraberlik hâli varsa zâhirî ayrılıkların ziyânı yoktur. Öte yandan, sâlihlerle beraberlikten umulan gönül feyzini temin edebilmenin bâzı güzel usûlleri vardır ki, bunlardan biri de “teberrük”tür.

TEBERRÜK COŞKUSU

Teberrük; Allah Teâlâya duyulan îman muhabbetinden dolayı, Ona yakınlığı bulunan bütün varlıklardaki ilâhî tecellîlere gösterilen hürmet ve tâzim duygusunun tabiî bir neticesidir. Zira bir varlığa duyulan muhabbet, o muhabbete vesîle olan veya onunla alâkası bulunan her şeye sirâyet eder. Seven, sevdiğinin her şeyini sevip ona meftûn olur. Teberrük de kalbî olgunlaşma yolunda başvurulan ince bir muhabbet terbiyesidir. Sâlihlerle beraberlik, insana Allâhʼı hatırlatıp onun mâneviyâtını takviye ettiği gibi, sâlihleri hatırlatan şeyler de, sâlih zâtlarla kalbî irtibâtı temin eder.

Ayrıca sâlihlerin feyz ve rûhâniyetine nâ­il ol­mak için baş­vu­ru­lan usûllerden bi­ri olan teberrük, ba­zı­la­rı­nın san­dı­ğı gibi mes­ned­siz ve bid’at ka­bî­lin­den bir iş de­ğil­dir. Zi­ra bu­nun Haz­ret-i Pey­gam­ber r’in ha­yâ­tın­da sayısız tezâhürünün olduğuna dâ­ir ha­dis ve si­yer ki­tap­la­rın­da pek çok rivâyet bulun­maktadır. Hattâ ashâb-ı kirâm ve onları tâkip eden müslümanların, Efendimiz’in zırhı, asâsı, kılıcı, yüzüğü, saç ve sakalları, ayakkabıları, su ve yemek kapları, elbiseleri gibi eşyâlarıyla teberrük etmelerine dâir, Buhârîde müstakil bir bâb açılmıştır.[1]

Nitekim Enes bin Mâ­lik t, Peygamber Efen­di­miz’in saç­la­rı ile te­ber­rük için as­hâb-ı ki­râ­mın na­sıl bir­bir­le­riy­le ya­rış­tık­la­rı­nı şöy­le nakleder:

“Ra­sû­lul­lah r Efen­di­miz’i gör­düm; ber­be­ri onu tı­raş edi­yor­du. As­hâ­bı da âde­ta Oʼnun et­ra­fın­da per­vâ­ne ol­muş­lar­dı. Bir tek saç te­li­nin da­hî ye­re düş­me­me­si­ni, mu­hak­kak bi­ri­si­nin eli­ne düş­me­si­ni is­ti­yor­lar­dı.” (Müs­lim, Fe­zâ­il, 75)

Ashâb-ı kirâmın, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit herhangi bir şeyle teberrük gayretlerinin en gü­zel mi­sâl­le­rin­den bi­r diğeri de Hâ­lid bin Ve­lid t’ın, Haz­ret-i Pey­gam­ber’in saç­la­rın­dan bir­kaç mü­bâ­rek te­li sa­rı­ğın­da sak­la­ma­sı­dır.

Ri­vâ­yete gö­re Vedâ Haccı’nda Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velid t:
“–Yâ Rasûlâllah! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam-babam Sana fedâ olsun!” diyerek yalvardı. Saçlar kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve sarığının ön kısmına yerleştirdi. Bu mübârek saçların da bereketiyle onun savaşta karşılaşıp mağlup edemediği hiçbir topluluk olmadı. Nitekim Hâlid t:

“–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” demiştir. (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 111) Ashâb-ı kiram da ilâhî yardıma mazhar olabilmek için, üzerlerinde taşıdıkları Peygamber Efendimizʼe âit saçlar ile teberrük ederlerdi. Esrâru’l-Muhammediyye adlı eserde şöyle denilmiştir: “Rasûlullah r’in saçı, asâsı veya kamçısı, günahkâr bir kimsenin kabrine konulsa, o âsi, konulan şeyin bereketi sâyesinde azaptan kurtulur. Bu sayılanlar bir insanın evinde veya bir beldede bulunsa, orada yaşayanlar, varlığının farkında olmasalar dahî onun bereketi sayesinde onlara pek çok belâ isâbet etmez. Zemzem suyu ve Zemzem suyu ile ıslatılmış kefen de, bu kabildendir.” (Rûhu’l-Beyan, VII, 486-487)
Yine Efendimiz r, Veysel Karânî Hazretleriʼne hırkasını gönderip:

“Bunu giysin ve ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Müslim, Fedâilüs-Sahâbe, 223-225) Bu da Efendimizin eşyâsıyla teberrük edilmesinin açık bir işâretidir.
Nitekim Ebû Bekirın kızı Esmâ c da bir gün bir cübbe çıkararak şöyle demiştir:

“Bu Allah Rasûlü r’in cübbesiydi. Vefâtına kadar Âişe cnın yanında kaldı. Hazret-i Âişe’nin vefatından sonra cübbeyi ben aldım. Nebî r onu giyerdi. Biz onu hastalar için yıkıyor ve suyu ile (teberrük ederek Allah Teâlâ’dan) şifâ taleb ediyoruz.” (Müslim, Libâs, 10)

Şu hâdise de, iyi veya kötü bütün mânevî keyfiyetlerin eşyâlar kadar mekânlara da sirâyet edebildiğini, bu yüzden günah ve mâsiyetlerin işlendiği ve ilâhî kahrın tecellî ettiği mekânlardan olabildiğince uzak durup sâlih amellerin îfâ edildiği ve ilâhî lûtufların tecellî ettiği mübârek ve mukaddes mekânlardan mümkün olduğunca istifâde etmek gerektiğini ne güzel ifâde eder:
Allah Rasûlü r ashâbıyla birlikte Semûd Kavminin yeri olan Hicr bölgesinde konaklamışlardı. Ashâb, oradaki kuyulardan ihtiyaçları için su almış ve bu sudan hamur yoğurmuşlardı. Allah Rasûlü r onlara aldıkları suyu dökmelerini, yaptıkları hamurları da develere yedirmelerini ve Sâlih u’ın devesinin gelip su içtiği diğer kuyudan su almalarını emretti. (Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40)

Yine Efendimiz r buyurur:

“Şu Uhud öyle bir dağdır ki o bizi sever, biz de onu severiz. Yolunuz o tarafa düştüğünde dikenli de olsa oradaki ağaçlardan yiyiniz.” (Buhârî, Cihâd 71, 74, Etʼıme 28; Müslim, Hac 462, 462, 503-504)

Efendimiz r böyle buyurmakla mübârek bir dağ olan Uhud’un civârındaki ağaçların meyvesinden teberrüken yenilmesine teşvikte bulunmuştur. Zira sâlih amellerin işlendiği mekânlara rahmet iner, melekler orada hazır bulunur, oraları huzur ve sekînet kaplar. Böyle mekânlarda duâ ve istiğfâr ile Allâha yönelerek oradaki bereketten istifâde edilmelidir.
Nitekim sahâbe-i kirâm, Allah Rasûlü r Efendimizin her şeyiyle teberrük hâlinde yaşamışlardır. O’nun içtiği sudan içmek, O’nun mübârek elinin dokunduğu şeyi başa tâc etmek, O’nun gül kokulu terini, saç ve sakal-ı şerîflerini saklamak ve bu aziz hâtıralarla Efendimizin feyz ve rûhâniyetini yanlarında hissetmek, Ona olan muhabbet ve beyʼatlerini tâzelemek, hasretlerini bir nebze olsun gidermek ve Onu sürekli îman gündemlerinde tutmak, onların gönüllerinde apayrı bir lezzet hâline gelmiştir.

Bütün bu rivâyetlerden anlaşılan odur ki, Rasûlullah r’in kendisi, eşyâları ve O’na âit herhangi bir şeyle teberrük etmek; merfû bir sünnet, makbul ve meşrû bir usûldür. Pek çok güzîde sahâbînin böyle yapması ve Efendimiz r’in de bunu tasdik etmesi, hattâ bazen emir, bazen de işaret buyurması, bunun apaçık bir delilidir.

As­hâb-ı ki­râm­dan son­ra gelen se­lef-i sâ­li­hîn de te­ber­rük­le il­gi­li bu ne­vî usûlleri yaşatmaya de­vam et­­miş­ler­dir. Nitekim selef-i sâlihînin büyük hadis üstadlarından biri olan Ahmed bin Hanbel’in, Rasûlullah r’e duyduğu muhabbeti aksettiren birkaç teberrük misâlini, oğlu Abdullah şöyle anlatır: “Babam, Rasûlullah r’in saçlarından bir tel alır, onu dudaklarının üzerine koyarak öperdi. Babamı, Allah Rasûlü’nün saç telini gözünün üzerine koyarken de gördüm. O, Rasûlullah r’in saç telini suya batırır ve o suyu içerdi. Bu suyla (teberrüken) Allah’tan şifâ dilerdi. Bir gün babam, Rasûlullah r’in su kâsesini aldı, sonra onu bir kovanın içinde yıkadı ve ondan içti. Yine o, şifâ niyetiyle Zemzem suyundan içer, onu ellerine ve yüzüne sürerdi.” (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1986-1988, XI, 212) Yine Hak dostlarından Muînüddîn Çeştî Hazretleriʼnin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip, eskisini evliyânın büyüklerinden birine verirlerdi. Yâhud da zamanın pâdişâhına verirler, o da bunu kıymetli bir mücevherat gibi, bir sandıkta teberrüken saklardı. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin vefâtına yakın, o kabrin örtüsünü yine değiştirdiler ve eskisini Hazretʼe getirip; “Buna en lâyık olan sizsiniz.” diyerek takdîm ettiler. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tam bir edeple kabûl ettiği örtüyü hizmetçilerine verip kalpten derin bir âh çekti ve; “Hazret-i Hâce’ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu saklayın, bana kefen olsun.” buyurdu.[2]

MUHABBET ŞART!.. Teberrükten istifâdenin sırrı, mübârek hâtıraların sahiplerine duyulan gerçek bir “muhabbet”tir. Muhabbetin en büyük alâmeti ise fedâkârlık ve itaat ile istikâmet üzere yaşamaktır. Böyle bir muhabbet varsa teberrükten istifâde edilir. Aksi hâlde teberrük edilen eşyâ veya mekân sıradan bir varlık gibi kalır. Tıpkı YûsufUn Mısırdaki gömleğinin kokusunu babası Yâkub uın tâ Kenan ilinden duymasına mukâbil, gömleği getiren kardeşinin, taşıdığı aziz emânetin sırrından habersiz olması gibi. Hazret-i Mevlânâ bu misâli şöyle îzah eder: “Yâkub’da Yûsuf’un bir câzibesi vardı. Bundan dolayı Yûsuf’un gömleğinin kokusu O’na çok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise o kokuyu duymaktan mahrum idi. Çünkü Yûsuf’un gömleği, kardeşinin elinde bir emânet idi. Kardeşi, gömleği götürüp Hazret-i Yâkub’a teslim ile mükellefti. Yani o gömlek, kardeşinin elinde, köle tüccarı elinde bulunan mûtenâ bir câriye gibiydi.

Köle tüccarının nefsi için değildi...” Velhâsıl teberrükten istifâdeye liyâkatin şartı, gerçek bir muhabbettir. Arzu edilen hâl transferi, aynîleşme veya mânevî yardıma ancak bu sâyede kavuşulabilir. Yok­sa böyle bir rû­hî de­rin­li­ğe bî­gâ­ne olanlar, en feyizli nîmetlerin bile bereketinden mahrum kalırlar. Şu kıs­sa, bu husûsu ne güzel izah etmektedir: Mü­rid­le­rin­den bi­ri Bâ­ye­zîd-i Bistâmî Hazretleri’ne: “Efen­dim, kür­kü­nüz­den bir par­ça ver­se­niz de te­ber­rü­ken üze­rim­de ta­şı­sam!..” der. Bâ­ye­zîd-i Bistâmî ise ce­vâ­ben: “–Oğ­lum, sen is­ti­kâ­met üze­re ol­ma­dık­tan son­ra Bâ­ye­zîd’in kür­kü­ne de­ğil, de­ri­si­ni yü­züp içi­ne gir­sen bi­le fay­da ver­mez!..” bu­yu­rur. Yani sırf şekille mânevî olgunluğa ulaşılamaz. Teberrükten umulan neticenin hâsıl olabilmesi için öncelikle zarûrî olan kalbî kıvâmın kazanılması gerekir.

VÂSITAYI GÂYE EDİNME! Şunu da ifâde edelim ki teberrüğün faydası, îman muhabbetinden ötürü mübârek varlıklara gösterilen hürmet sebebiyle Cenâb-ı Hakkʼın yardımını, rahmetini lûtfetmesi sâyesindedir. Rahmet ve bereketi lûtfeden, teberrük edilen varlığın kendisi değil, yalnızca Cenâb-ı Haktır.

Hak Teâlâ rahmetini tecellî ettirmediği takdirde, bereketi umulan o varlıklar bir “hiç” hükmünde kalır. Dolayısıyla bu yolda ifrat ve tefrite kaçmadan îtidal üzere gidilmelidir. Yani Hakkın emrettiği sâlih amelleri yapmadığı hâlde, sırf sâlih zâtlarla veya onların hâtıralarıyla teberrüğün kendisini kurtarmaya yeteceği şeklindeki ifrat düşüncelerin­den uzak durmak gerekir. Veya teberrük edilen varlıklarda, âdeta ilâhî bir kudret vehmetmek gibi yanlışlıklara sapmamak îcâb eder. Fakat bu hususta aşırıya kaçanları bahâne ederek teberrüğü tamâmen red­detmek, bunun asr-ı saâdet ve selef-i sâlihîn döneminde bulunmayan bir bidat ve hattâ şirk olduğunu iddiâ etmek de apaçık bir cehâletin eseridir. Mühim olan, îtidal yolunu tutmaktır. Mutlak fâilin yalnızca Cenâb-ı Hak olduğunu, kendisiyle teberrük edilen varlıkların sadece Allâhʼın rahmet, mağfiret ve lûtfunu celbedecek vesîleler­den ibâret bulunduğunu unutmamaktır. Nasıl ki, seyahat esnâsında binilen bir araç, gâye değil vâsıta ise, kendisiyle teberrük edilen varlıklar da Allâhın rahmetini celbetmek için başvurulan birer vesîleden ibârettir.

Fazilet sahibi sâlih zatlara ait olan eşyalar, Allah Teâlâʼnın o zâtlara değer vermesi sebebiyle değerlidir ve onlara bu yüzden ehemmiyet verilir. Kul, murâdını, bu vesîleler hürmetine Allahtan istemelidir. Rabbimiz, bu dünyada sâlih ve sâdık kullarıyla kalben beraber olabilme­mizi, âhirette de sevdiği kullarıyla haşrolunmayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin. Bizleri kendisine yaklaştıracak her vesîleyi lâyıkıyla değerlendirebilen, basîret, firâset ve gayret ehli kullarından kılsın. Yine biz kullarını, mübârek gün ve gecelerin ve bilhassa da Ramazân-ı Şerîfin feyz, bereket ve rûhâniyetin­den müstefîd olan kulları zümresine dâhil eylesin… Âmîn!..

[1] Buhârî, Fardu’l-Humus, 5.

[2] Evliyâlar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul 1993.

Çocuklarımıza Kur’ân’ı Nasıl Tefekkür Ettirelim

Bir hedefe ulaşmak için nasıl vâsıtalara ihtiyaç varsa, tefekkürün de gerçekleşmesi için bazı vasıtaları kullanmak, daha verimli bir faaliyet yapmamızı sağlayacaktır.

Bu hususta çocuklarımızla yaptığımız etkinlikler bizi heyecanlandırdı. Çocukları Kur’ân ile buluşturmada Efendimiz (s.a.v)’in özel teşvikleri olduğunu görmekteyiz: “Kim çocuğuna Kur’ân’ı okumasını öğretirse, geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır.. Kim de çocuğuna Kur’ân’ı ezberletirse, Allah kıyâmet günü onu Dolunay gibi diriltir ve evlâdına: “Oku!” denir. O her bir âyeti okudukça, Allah Teâlâ babayı bir derece yükseltir. Evlâdın ezberindeki Kur’ân âyetleri bitinceye kadar bu böyle devam eder.”1 Bu hadîs-i şerîfteki müjdelenen kişilerden olmak için yapılan çalışmalar, âyetleri hiç anlamadan okumak ve ezberlemek şeklinde düşünülmemelidir. Kur’ân’ı anlamadan okumak hedeflenen yolda sâdece ilk adımdır. Kur’ân hâfızlarının “Kur’ân’ın hükümlerini, helâl ve haramını bilen ve içindekilerle amel edenler”2 olarak tarif edilmesi ve Hz. Ali’nin “üzerinde düşünmeden Kur’ân okuyuşta fayda yoktur” 3 uyarısı Kur’ân ehli olmanın sonraki adımlarını hatırlatmaktadır.

Kur’ân’la tefekkür ve tezekkürü eksik bir buluşma, isterse tamamını ezber şeklinde olsun kişiyi Kur’ân’la diriltme, hayatını Kur’ân’la yaşama noktasında yeterli değildir. Günümüzde yapılan Kur’ân eğitiminde daha çok ilk adım üzerinde durulmasından dolayı istenilen verim elde edilememektedir. Bu kudsî işle uğraşan kardeşlerimizi, tefekküre dayalı yeni çalışmalar yapmaya, ders programlarını bu minval üzere gözden geçirmeye davet ediyoruz.

Çocuklarımızın Kur’ân’ı tefekkür etmesini sağlamak için öncelikle nasıl bir kitapla muhatab olduklarını iyi bilmeleri gerekmektedir. Bu yazımızda sadece konunun “Kur’ân ve İnsan” boyutu üzerinde duracağız.

İnsanın bir rehber kitabı varsa o Kur’ân’dan başkası değildir. Bu açıdan bakacak olursak, mesela Kur’ân haftalık okumalar için “menzil” adı verilen yedi bölümden oluşur. Bu bölümler üç, beş, yedi, dokuz, onbir, onüç sure ve enson Kâf sûresinden sonuna kadardır. (Bilhassa Hacca veya Umre’ye giden kardeşlerimiz mescidlerdeki altı çizili Hindistan baskısı dikkate alınarak hazırlanmış Mushaflar’da bu bölümlemeyi görebilirler.) Menzil; konak, iki konak arası, bir konak yol, bir yolcunun günlük katettiği merhale demektir. Yine sûrenin bir anlamı da “yüksek bina ya da binadaki oda”dır. Âyet ise “odadaki yatak” olunca bu üçünün, Rabb’ine doğru yolculuk eden (seyr ilellah) manevi yolcu (sâlik) için vazgeçilmez şeyler olduğu görülür. 4 Yine sûfilere göre mürîd Kur’ân’da aradığını bulan kimsedir.5

Kur’ân’ın insan ile bağlantısı çok ilginç bir benzetme ile açıklanır. Buna göre Kur’ân insanın ikiz kardeşidir. 6 Hz. Âişe vâlidemizin kendisine Efendimiz aleyhisselât ü vesselâmı soran Sa’d bin Hişâm’ı Kur’ân’a yönlerdirmesi, onun ahlâkını Kur’ân olarak tarif etmesi7, insân-ı kâmil olan Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Kur’ân olduğunu gösterir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî hazretleri ümmetinden Resûlüllah’a yetişemeyenlerin Kur’ân’a bakmalarını tavsiye eder. Sanki Kur’ân Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalip şeklinde cesedî bir sûrete bürünür.8

Bir ikiz kardeşi olduğunu sonradan öğrenen insan nasıl heyecanlanır ve onunla görüşmek isterse, bizim de her birimiz artık ikiz kardeşimiz olduğunu öğrendiğimiz Kur’ân’ı tanımak isteriz.

Bu gözle baktığımızda insan Kur’ânı okuduğu zaman aslında kendini okumakta. Bu mânâda Kuran okumak, kevnî âyetlerin toplamı olan biz insanla, tenzîli âyetlerin buluşmasıdır. O halde Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir âyet yoktur ki bize hitâb etmesin. Kur’ân’ın elle tutulabilen, gözle görülebilen alanına “Mushaf” diyoruz. Ondan sonra “Kur’ân” aşaması geliyor. “Bu Kur’ân öyle değerli, mertebesi yüksek ki, gizli bir kitabın içindedir.” (Vâkıa, 77-78) buyruluyor. Mushaf sayesinde Kur’ân’a ulaşabiliyoruz. Mushaf insanın bedeni gibi, Kur’ân ise rûhu. Kâinât da baştan başa âyet olup tamamı bir kitâbullah-ı a’zâm. İnsan küçük âlem (âlem-i sağîr), kâinât ise büyük âlemdir. (âlem-i kebîr)

“Sen kendini küçük bir cisim zannediyorsun

Halbuki bütün âlem sende dürülmüştür”

Hz. Ali (k.v.)

Kur’ân okumak aynı zamanda kâinâtı okumak ve kendini okumaktır. İnsanın Rabbi’ni tanıması kendini tanımasından geçmiyor mu?

Şimdi yapılması gereken Kur’ân aynasında kendimize bakmak. Nasıl gözüküyoruz acaba? Ya da kendimizi Kur’ân’a ayna yapmak. Kur’ân bizim aynamıza nasıl yansıyor? İşte bu işlemlerin adına tefekkür (düşünmek), tezekkür, (öğüt almak) tedebbür (künhüne vâkıf olmaya çalışmak) diyoruz. Bu konuda Cenâb-ı Hak “Andolsun biz Kur’ân’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Ondan ders çıkaran, öğüt alan yok mu?” (Kamer, 17, 22, 32, 40) buyuruyor.

Kur’ân’ın meşhur kelime anlamı “okumak” yanında, “kara’e fiilinin masdarlarına göre “toplamak” ve “açıklamak” mânâları da vardır. O halde Kur’ân, mertebelere göre okunabilen kitap olduğu gibi, büyük müfessir sahabi İbn Mes’ûd’un ifâdesiyle “öncekilerin ve sonrakilerin ilmini toplayan”9, Hak tarafından gönderilmiş kitapları kendinde toplayan kitaptır. Kişi Kur’ân’ın her âyeti vesilesi ile aslında bitmez tükenmez bir hazine ile karşı karşıyadır. O hazîneden ise maddî ve mânevî temizliği nisbetinde istifâde eder. Yine Kur’ân kavl-i mübîn, mânâları açık bir kitap olduğu gibi, Kur’ân mektebinde âdâbına uygun ders görenlere Allah Teâlâ kelâmını açıklar.

Çocuklarımızı Kur’ân’la bütün yönleriyle tanıştırdıktan sonra onlara dört yöntemle tefekkür ettirebiliriz. Ancak yöntemler bunlardan ibâret değildir. Ayrıca siz değerli okuyucularımızın tefekkürü sağlayacak yeni yöntemler konusunda desteklerini bekleriz.

Arzedeceğim yöntemlerin tamamı bâzen bir âyete uygulanabileceği gibi, âyetin anlamına göre sâdece biri, ikisi veya üçü uygulamaya müsait olabilir. Bu hususa özellikle dikkat etmelidir. Yöntemlerin kullanıldığı zaman çocuklar tefekkür etmiş, âyetlerden öğüt almış olacaklardır. Yöntemleri maddeler halinde sıraladıktan sonra, nasıl kullanılacağını örneklerle bir sonraki sayıda yazacağız inşallah.

Bu yöntemler; 1. Âyetten anlaşılanı söylemek veya yazmak

2. Âyetten “ben dili” ile öğüt ve prensipler çıkarmak.

3. Âyetin mefhûmu muhâlifini çıkarmak. Âyetin simetrisini bulmak.

4. Âyet ile duâ etmek.

Not: İmam Hatip ve Din Kültürü Öğretmenlerine, Kur’ân Kursu ve Câmilerde Hizmet Yürütenler ve Eğitimcilere “Kur’ân-ı Kerim ve Hadîs-i Şerîf İle Gençlerimizi Buluşturmada Yeni Yöntem ve Teknikler” başlığı altında seminerlerimiz devam etmektedir.


Dipnotlar:
1 Heysemî, VII, 165-166. 2. Bkz. İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, M. Beşir Eryarsoy, Buruç Yayınları, 1, 229, İstanbul, 1996. 3. İbrahim Canan, Kütübü Sitte, XV, 185. 4. Muhammed Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, Beyan Yayınları, İstanbul, 2000, s. 105. 5. Veysel Akkaya, Mevlânâ Fîhi Mâ Fîh’ten Aşk İncileri, 45. 6. Bkz. Seyyid Haydar Amûlî, el-Mukaddimât min Kitâbi Nassi’n-Nusûs, Tus, 1367, s. 239. 7. Müslim, Müsâfirîn, 139. 8. İbnü’l-Arabî, Fütûhât, IV, 61. 9. Bkz. Veysel Akkaya, age, 30

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...