15 Eylül 2010 Çarşamba

İbadet Alışkanlığı ve Çocuklarımız...

........Anne: "-Hâle, hadi kızım, akşam namazını biz de birlikte kılalım. Bak ablan namazını kıldı."
Hâle (9 yaşında): "-Şimdi arkadaşlarım gelecek. Onlarla ders çalışacağız. Neden namaz kılıyoruz ki anne, daha sonra kılsak?"
Anne: "-Arkadaşların gelmeden biz de namazımızı kılalım, hadi kızım. İstersen ablan neden namaz kıldığımızı açıklasın."
Meryem (12 yaşında): "-Bak Hâle, Yüce Allâh bizleri seviyor, bizlere sayısız lutuflarda bulunuyor ve O'na ibâdet etmemizi istiyor. Biz de Mevlâmız'a, O'nu sevdiğimizi, gönülden ibâdet ederek göstermeliyiz…"
Anne: "-Aferin yavrum. Bak ablan ne güzel açıkladı kızım. Sen de namaz kılacak yaşa geldin. Namaz hakkında bilgiler edindin ve kısa sûreleri de eksiksiz öğrendin. Hadi gel şimdi beraber namazımızı kılalım!.."
Hâle (9 yaşında): "-Tamam anneciğim arkadaşlarımız gelmeden namazımızı kılalım."

İbâdet kısaca; sağlam bir inançla Allâh'ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak ve bunları yaparken de Allâh'a karşı sevgi, saygı ve itaat şuuru içerisinde bulunmaktır, diyebiliriz. İnsana, sorumluluk duygusu veren, kişilik ve karakterinin güçlenmesini sağlayan, diğer taraftan da psikolojik rahatlama aracı olan ibâdetin âilede, anne-baba tarafından iyi bir iletişim ortamı oluşturularak, çocuklara 0-7 yaş arasında aşılanması özenle üzerinde durulması gereken bir husustur.
Hepimiz, yüce Allâh'ın emâneti olan çocuklarımızı âile yuvasında en güzel şekilde büyütmenin yanısıra, Allâh'a kulluklarını da lâyıkıyla îfâ edebilecek donanımda yetiştirebilmenin gayreti içerisinde olmalıyız.
Kulluğumuzun bir ifâdesi olan namaz ibadetini âilemize tavsiye etmemizi, Yüce Allâh bir âyet-i kerîmesinde bize şöyle bildirmektedir:
"Âile fertlerine namazı emret ve kendin de ona devam et." (Tâ-hâ, 132)
İbadet şuur ve alışkanlığının çocuklar tarafından kazanılması için din eğitimi ihmal edilmemelidir. Dînî davranışların çocuğumuz tarafından severek îfâ edilmesinin bir alışkanlık hâline gelmesi onun ahlâkî yönden de belli bir kıvama geldiğini gösterir. Bu ise ancak sıhhatli işleyen bir âile yuvasının eseridir.
Bu yüzden âilede sevgi kültürünün ve disiplinin hakim olması, fertlerin ilgi ve isteklerinin dikkate alınması, iyi bir sosyal çevre seçilmesi, genel mânâda eğitim ve özelde de ibâdet eğitimi alanında ebeveynin bilgi edinmesi, ibadet alışkanlığını kazandırmada acele etmeden, fedâkârlık, sabır, tahammül ve örnek yaşayışla uzun bir zaman diliminde gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca çocuğumuzu gelişim açısından tanımamız da gerekmektedir. Onun dînî ve ahlâkî gelişimini dikkate almak, ayrı bir önem arz eder. Çocuğun gelişiminde dînî potansiyelin tezahürünün dil, duygu, zihin ve sosyal gelişimlerle alakalı olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Çocuklarımızın ibadetlerini gönülden ve aksatmadan yapmalarını sağlamak için sevgi ve bilgi açısından yeterli seviyeye getirilmelerinin yanında onlarda; seven ve sevilen bir Allâh, seven ve sevilen bir Peygamber inancının yer etmesini de sağlamalıyız.


İbâdetlerini yerine getiren çocuğumuza memnûniyetimizi hissettirecek ölçülü davranışlarda bulunmalı ve onun bu heyecanını canlı tutacak bir takım maddî mükâfatlar da vermeyi ihmal etmemeliyiz.

* * *

Çocukların; ibadeti bir alışkanlık hâline getirmesinde, ebeveynler tarafından yapılması îcâb eden hususları, örnek olması açısından kendi âilemden gördüğüm kadarıyla şöyle ifade edebilirim:
"Babam bizlere sevgi ve şefkatle yaklaşır, fırsat buldukça din büyüklerinin hayat hikayelerini ve çeşitli dînî hikayeler anlatırdı. Bunun yanında evde cemaatle namaz kılardık. Bazen anne-babamı, tek başlarına namaz kılarken görürdük. O zamanlar da huşû içerisinde namaz kıldıklarını hatırlıyorum. Babam, dînî ve tarihî mekanları gezdirirdi. Uygun ortamlar oluşunca dînî konularda bilgi eksikliğimizi gidermeye çalışırdı. Meselâ neden ibâdet etmemiz gerektiğini sorduğumuzda, güzel bir uslûbla seviyemize uygun bilgiler verirdi. Kendisi bir öğretmen olmasına rağmen, âile içerisindeki hâl ve tavırları okulda bir öğretmenin öğrencilerine bilgi vermesi gibi olmazdı…"
Bu yüzden âilede anne-babanın, gerek çocuk eğitimi konusunda gerek dinî bilgi ve kültür konusunda bilgili ve sürekli kendilerini geliştiren, dîni anlama ve yaşama konusunda samîmi ve gayretli kimseler olmaları çok önemlidir. Anne ve baba çocuğun aynasıdır. Bu aynadan dâimâ güzel şeyler görmelidir çocuklar.
Peygamber Efendimiz'in şu hadîs-i şerîfleri de çocuğumuza nasıl güzel bir dînî eğitim verileceğini göstermektedir:
"-Çocuğunuza bırakacağınız en güzel miras, onu, hem dünya ve hem de âhiret mutluluğuna eriştirecek bir terbiyedir."
"-Kimin çocuğu varsa onunla çocuklaşsın."
Ayrıca Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-'ın şu sözleri de bizlere tutacağımız yolu ne güzel göstermektedir:
"Yedi yaşına kadar olan çocuğunuzla oynayınız, onbeş yaşına kadar arkadaşlık ediniz, onbeş yaşından sonra istişâre ediniz."
Yüce Allâh evlatlarımızı hakîkî mânâda kendisine kul; vatanına, milletine hayırlı birer evlat olarak yetiştirmeyi hepimize nasib etsin. Amin

Okul Öncesi Çocukların Din Eğitimi...

........İnsan rûh ve beden olarak üzere iki ayrı unsurdan müteşekkildir. Bedenin maddî ihtiyaçları olduğu gibi rûhun da mânevî ihtiyaçları vardır. Rûhun bu önemli ihtiyacını en güzel din karşılar. Din duygusu ve inanma ihtiyacı fıtrî bir temâyüldür. İnsan yaratılışı gereği bir şeylere inanma ve sığınma ihtiyacı duyar. Her insan bu ihtiyacını dine inanarak ve yaşayarak karşılamaz. Ama bütün insanların bir şeylere inanma, rûhunu tatmin etme yolunda çok şeyler yaptığı vâkîdir. Bu ihtiyacını gideremeyen insan rûhunu aç bırakmış olur. Bu da, insanın pek çok rûhî sıkıntı yaşamasına sebep olur.
Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir hadîsinde, "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra ana-babası onu Yahûdî, Hristiyan veya Mecûsî yaparlar." buyurmuştur. Bu hadisten çıkarılan iki sonuç vardır:
- Her insan iyiye, doğruya, güzele yâni, İslâm'a meyilli olarak yaratılmıştır.
- Kişinin hayattaki yolunu çizmede en önemli müessir anne-babasıdır.
Şüphesiz âilenin din eğitimindeki yeri tartışılmaz. Din eğitiminin en etkili olduğu dönem ise henüz çocuğun dışarıya açılmadığı okul öncesi dönemdir. Ayrıca 0-6 yaş dönemi çocuğun zihninin boş olduğu, gördüğü her şeyi kaydettiği, zekâ oluşumunun %50'sinin tamamlandığı dönemdir. Müslüman her âilenin bu dönemi elinden geldiğince en iyi şekilde değerlendirmesi gerekir.
Peki ama nasıl?
Eğitimin birinci ve en önemli şekli görerek öğrenmektir: Yâni âilenin çocuğa örnek olmasıdır. Özellikle ilk üç yaş döneminde çocuklar gözlem aşamasındadır. Çevrelerinde olup biten herşeyi doğru-yanlış ayrımı yapmaksızın bir teyp gibi kaydederler. Zamanla konuşma, yürüme ve kas gelişimi tamamlandıkça gözleyip kaydettiklerini fiiliyâta dökerler. Çocuklar âdetâ âilenin aynası gibidir. Bu aynadaki yansımanın iyi ya da kötü olması bizim elimizdedir.
Mes'ûliyyeti çok ağır olan, çocuğumuzun yetişmesi ve rûhâniyetinin şekillenmesi sürecinde anne-babanın dîni, ellerinden geldiği ölçüde güzel yaşamaya dikkat etmesi ve hatâlarını en aza indirmeye çalışması gerektir. Bunun için de âile en baştan, yâni çocuk doğmadan bu zor göreve hazır olmalıdır. İslâm fıtratı üzere doğan çocuğu fıtrat üzere korumak onlara bağlıdır.
Çocuklara dîni ve ibâdeti sevdirme ve bunları özendirme:
Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi çocuklar çok dikkatli birer gözlemcidirler. Özellikle annenin her hareketi, her duygusu çocuğa yansır. Uzmanlar annenin rûhî hâllerinin daha anne karnındayken bebeği etkilediğini belirtmektedir. Doğduktan sonra ise bu etkilenme daha da çok olacaktır. Çocuklar o kadar saf ve temizdirler ki, hangi davranışın samîmi hangisinin yapmacık olduğunu hemen fark ederler.
Anne babasını çok iyi takib eden çocuk, büyüklerinin hareketlerini bilinçsiz de olsa tekrar eder. Annesiyle beraber namaza durur ve ona bakarak aynısını yapmaya çalışır. İşte bu noktada ebeveynin çok dikkatli olması gerekir. Çocuklara ibâdet ve din sevgisini vermek için dînî hususlarda çocuklarına örnek olacak şekilde davranışlarına îtinâ göstermelidirler.
Namazı son ânına kadar erteleyen, abdeste ve namaza çok zor bir işmiş gibi üşenerek kalkan, daha uygun zamanları varken çocuğun tam ilgi istediği bir zamanda onu bırakarak zorla namaza duran bir annenin çocuğunun ibâdeti sevmesi düşünülemez. Halbuki din eğitiminde sevgi ön plana çıkmalıdır. Çocukları ibâdete özendirmek için büyükler ibâdetle meşgul olurken ne kadar büyük bir haz duyduklarını çocuklara hissettirmelidirler. Çocuklarla birlikte Kur'ân-ı Kerîm okumak, onları camiye götürüp gezdirmek cemâate dâhil etmek de onların üzerinde büyük tesir bırakır.
Allâh ve peygamber sevgisini vermek: Bu mevzuya bir anne ve çocuğu arasında geçen şu diyaloğu aktararak başlamak istiyorum:
Bir gün çocuk annesine:
"-Anne ben Peygamberimizi Allâh'tan daha çok seviyorum." der.
Annesi:
"-Niçin?" diye sorunca:
"-Onun cehennemi yok! Kimseyi yakmıyor da ondan?!." cevabını verir.
Bu cevap, çocuklarımıza Allâh'ı ve Peygamberi anlatırken ne kadar dikkatli davranmamız gerektiğinin tipik bir misâlidir. Çocuğun yaptığı kötü hareketleri "Allâh yakar, Allâh taş eder" gibi cezâlandırıcı bir Allâh yerine daha çok Allâh'ın "Vedud" ism-i celîlini öne çıkararak; bizi seven, bizi ve her şeyi yaratan ve bize nimetler veren bir Allâh'ı onlara tanıtmalı ve sevdirmeliyiz. Bizi cennetine koymak için peygamber gönderen de O'dur. Çocuklar yanlış yaptığında; "günah, Allâh sevmez, cezalandırır" diye nitelemek yerine "öyle değil de şöyle yaparsan Allâh daha çok sever ve mükâfâtlandırır" demek daha doğrudur.
Okul öncesi dönemde çocuklar henüz mücerred kavramları anlayacak seviyede değildirler. Mücerred şeyleri de kendi çocuk akıllarına göre müşahhaslaştırarak anlamaya çalışırlar. Onun için Allâh, âhiret, cennet, cehennem gibi kavramları hakkıyla anlatabilmek zor, hattâ imkânsızdır. Bu dönem çocukları Allâh'ı genelde çok yükseklerde çok büyük ve güçlü bir insan olarak tasavvur ederler. Büyüklere de bununla ilgili sorular sorarlar. "Allâh nerede? Gökyüzünde mi? Eli ne kadar? Dağlardan da büyük mü? Ne yer, ne içer?" gibi. Bu sorular gâyet normaldir. Çocuğu azarlayıp bu soruları geçiştirmemeli, sevgiyle karşılayarak doğruları onun anlayabileceği dil ile anlatmaya çalışmalıdır. Sabırla dinleyip sorulara cevap verirken bu dönemin geçici olduğu unutulmamalıdır.
Duâ ve şükür eğitimi:
Çocuklara Allâh sevgisini vermeye çalışırken en çok dikkat çekilecek ibâdet, duâdır. Her şeyi verenin, yaratanın Allâh olduğunu öğrenen çocuk Allâh'tan bir şeyler ister ve bekler. Bazı anne babalar olmayacak şeyler isteyen çocuklarına "git duâ et Allâh versin" diyerek başlarından savarlar. Oysa her şeyi yaratan Allâh'tan isteyip de karşılığını alamayan çocuk hayal kırıklığına uğrar. Bu onun rûh dünyasında derin izler bırakır. Aksi tesirler de yapabilir.
Çocuklara duâ öğretilirken öncelikle şükür kavramı öne çıkarılmalıdır. Allâh'ın verdiği nimetleri tek tek sayarak hattâ çocuğa saydırarak onlara şükretmek gerektiği günlük hayattan örneklerle anlatılmalıdır. Daha sonra kısa kâfiyeli sözlerden oluşan yemek ve uyku öncesi duâları öğretilebilir. Bunun yanında çocuğa kendisinin de bağımsız olarak duâ edebileceği ancak Allâh'tan istediği maddî isteklerinde önce kendisinin çalışıp çaba gösterdikten sonra Allâh'tan yardım isteyebileceği anlatılabilir. Çünkü çocukların uzun zaman kavramları gelişmemiştir ve henüz bencillik dönemini tam atlatmış değillerdir. İsteklerinin hemen olmasını ve hoşlarına gitmeyen bir olayın sonucunu düşünmeden ortadan kalkmasını isteyebilirler. Allâh, peygamber, cennet, cehennem ve ibâdetler çocuklara anlatılırken günlük hayattaki fırsatlardan faydalanılmalıdır.
Ahlâk Eğitimi:
İslâm dîni hayatın tümünü kapsayan bir bütündür. Günlük hayatta iyi, doğru ve güzeli yaşamak İslâm ahlâkını oluşturur. Çocuklara dînî bilgilerden önce verilecek olan islâmî ahlâk da din eğitiminin bir parçasıdır. Ahlâk eğitiminde 0-6 yaş arasını, çocuk psikologları baskı ahlâkı dönemi olarak adlandırır. Çünkü bu dönemde çocuk yaptığı hareketlerin öncesini, uzun vâdedeki sonuçlarını kavrayabilecek yaşta değildir. Bu yaşlarda annesi söylediğinde ellerini yıkayarak sofraya oturan çocuk, annesi yokken yıkamadan sofraya oturabilir ve bundan rahatsızlık duymaz. Onun için bu dönemde kızmadan sabırla her seferinde tekrar söyleyerek aynı zamanda sebeplerini de anlayabileceği tarzda anlatarak ahlâkı yerleştirmek gerekir.
Dînî Kıssalardan Faydalanmak:
4-6 yaş dönemi masal dönemi olarak adlandırılır. Bu dönemde çocukların hayal güçleri çok geniştir. İnsanüstü varlıklar, olağanüstü hâdiselerle ilgili masallara büyük ilgi duyarlar. Sorgulamadan dinler ve kendileri de katkıda bulunurlar. Normalde hiç olmayacak şeyleri bile kabullenirler. Onların bu özelliğinden faydalanılarak peri ve ejderha masallarının yerine mucizelerle dolu peygamberlerin ve Allâh dostlarının hayatları ve menkıbeler çocuğun anlayış seviyesine indirilerek anlatılabilir. Ancak bunlar anlatılırken çok seçici davranılmalıdır. Hazret-i İbrahim'in ateşten kurtuluşunu ilgi ve sevinçle dinleyen çocuk, Hazret-i Nûh'un Allâh'ın emriyle oğlunu boğulmaya terk etmesini minik aklına sığdıramaz. Ona göre ebeveyn oğlunu her şeyden korumalıdır. Buna ilâveten anlattığımız hikâyeleri kısa, öz, ders verici ve çocuk zihnine uygun hâle getirmeliyiz.
Sûrelerin Ezberletilmesi:
4-6 yaş dönemi çocuğun zihninin boş olduğu ve ezber yeteneğinin en güçlü olduğu dönemdir. İslâm tarihinde bu dönemde hâfız olmuş pek çok âlim vardır. Her çocuğun kapasitesi hâfız olacak düzeyde olmayabilir. Kendi çocuğunun kapasitesini ebeveyni bilir. Ancak bu dönemde normal bir çocuğa Kur'ân-ı Kerîm'in sonundaki kısa sûre ve duâlar ezberletilebilir. Çocuklar kaset ve cd'lerden düzenli dinleyerek, büyükleriyle tekrar ederek çok rahat hâfızalarına alabilirler. Televizyondan, reklam ve şarkıları ne kadar kolay öğrendikleri hepimizce mâlumdur. Onların bu yeteneği bu yolla çok faydalı bir amaç için değerlendirilmiş olur.
Sonuç olarak; çocuğuna dînî eğitim vermek her anne babanın görevidir. Dînî eğitim vermek için, bazı eğitimcilerin dediği gibi çocuğun büyüyüp akletmesini bekleyemeyiz. O zaman çok geç kalmış olabiliriz. Eğer siz çocuğunuza 4-6 yaşından itibaren böyle bir eğitim vermezseniz, yanlış bilgilerle zihnini doldurur. Müşahhas kavramlar ve sorgulama döneminden sonra, yaşı ilerleyen çocuğun bazı şeyleri kabullenmeleri daha zordur.
Ayrıca dîni öğretiyoruz diyerek çocuğa boş bir kaset gibi her şeyi doldurmaya çalışmak da yanlıştır. Bu da çocukta bıkkınlığa sebep olabilir. Müslümanın her işinde olduğu gibi bunda da mûtedil olması gerekir. Bu konuda en güzel örnek yine Peygamber Efendimiz'dir. Sahabenin anlattığına göre Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- yerine ve zamanına göre konuşur, muhâtabının zekâ seviyesini gözetirdi. Fırsatları değerlendirerek yumuşaklıkla dîni anlatırdı. Özellikle çocuklara sevgiyle yaklaşır onlarla şakalaşır ve yeri geldiğinde de büyük insan gibi muâmele ederdi. Bize düşen de Peygamberimiz'i örnek alarak Rabbimiz'in emâneti olan yavrularımızı en güzel şekilde yetiştirmektir.
Rabbim yardımcımız olsun. Âmin.

DİN EĞİTİMİNDE TEVAZU...

........ Ebu'l-Hasan Harakânî Hazretleri'nin şöhretini duyan Gazneli Mahmud, adamlarıyla birlikte birgün, Şeyhi ziyaret etmek üzere Harakân'a gelir. Lâkin Sultanın gönlündeki asıl niyet, bir Allah dostunu ziyâret ederek mânen istifâde etmek değil, bilâkis soracağı sorularla Harakânî Hazretleriʼni imtihan etmektir.
Harakânî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk'ın lutfuyla sultânın gönlündeki bu kötü niyeti sezer. Bunun üzerine, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine tevdî ettiği, en alt kademeden en üst kademeye kadar bütün insanları irşad vazifesi sebebiyle, Sultana belindeki kibir taşıyla yücelere kanat açamayacağını ve bir sultâna şeref kazandıran asıl vasfın tevâzû olduğunu bildirmek ister. Bu sebeple de Harakânî Hazretleri, huzûruna çıkan Sultana husûsî bir alâka göstermediği gibi, ayağa dahî kalkmaz.

Harakânî Hazretleriʼnden görmüş olduğu bu mukâbeledeki sırrı henüz kavrayamayan Gazneli Mahmud, hazırlamış olduğu soruları bir bir Harakânî Hazretleriʼne yöneltmeye başlar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehâbeti karşısında irkilir. Başlangıçta, bir Allah dostunu imtihan etmek niyetiyle bulanıklaşmış olan gönlü, sonunda târifsiz bir huzur ve sükûnete bürünür; Şeyhe muhabbet ve hürmetle dolar.

Bu muhabbet ve hürmetin bir nişânesi olarak Harakânî Hazretleriʼne bir kese altın vermek isterse de, Harakânî Hazretleri bunu nâzik bir üslûb ile reddeder. Bu defa Sultan, Şeyhten "bir teberrük ve hâtıra olsun diye" herhangi bir eşyasını ister. Harakânî Hazretleri de Sultanı kırmayarak ona bir gömleğini verir. Nihâyet görüşme tamamlanır ve Gazneli Mahmud vedâ edecekken Şeyh Harakânî Hazretleri, onu ayakta uğurlar. Şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce merâkını yenemeyen Gazneli Mahmud şöyle sorar:

"−Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız; ama yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim?"

Harakânî Hazretleri ise, şu mukâbelede bulunur:

"−Sultânım! Buraya ilk gelişinizde gönlünüzde pâdişahlık gururu ve bizi imtihan etmek niyeti vardı. Ama şimdi tevâzû hâliyle ayrılıyorsunuz. Tevâzû hâline ise, saygı gerekir." (Attar, Tezkiretü'l-Evliya, II, 209)

Hazan mevsiminde yapraklarını tek tek döken bir ağaç gibi, şu fânî dünya hayatında günlerini çarçabuk tüketmekte olan bir kula yakışan en güzel haslet, tevâzûdur, haddini bilmektir. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

"Rahmân'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler)." (el-Furkân, 63)

Nitekim bir kul, Allah için tevâzû gösterdiği zaman, Allah Teâlâ, onun hikmetini artırır ve onu yükseltir. Kim de kusur ve noksanlarının farkında olmaz, bilgisizliğini kabul etmez ve daha da mühimi Allâh'ın sonsuz kudreti karşısında bir "hiç" olduğunu itiraf etmezse, kendisinde bir kıymet ve kudret vehmetmiş olur. Bu vehme kapılarak kendini beğenen bir insanın da tevâzûdan aslâ nasîbi yoktur.

Zira o kimse, bu hareketiyle Cenâb-ı Hakk'ın "el-Kibriyâ/büyüklük, azamet" sıfatına ortak olmaya kalkışır. Lâkin "el-Kibriyâ" sıfatının, ortaklığa aslâ tahammülü yoktur. Nitekim İblis, büyüklük taslayarak "ben" dedi, kahroldu gitti. Birçok mânevî meziyetleri olan Bel'am bin Baûra da benliğin pençesinde perişan oldu. Yine Kârûn, Allâh'ın lutf u keremiyle ihsan ettiği nimetleri kendine izâfe ederek, "Ben kazandım." dedi. O da dayanıp güvendiği bütün servetiyle yerin dibine gömüldü.

Peygamber Efendimiz r, Cenâb-ı Hakk'ın tevâzû husûsundaki bir emrini şöyle bildirmiştir:

"Allah Teâlâ bana: «O kadar mütevâzı olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin!» diye bildirdi." (Müslim, Cennet, 64)

Tevâzû; alçak gönüllü olmak, daha geniş mânâsıyla hakkı kabul edip ona boyun eğmektir. Hak ve hakîkat olan bir şey, yaşça büyük veya küçük, insanlar arasındaki îtibârı yüksek veya zayıf her kim tarafından ortaya konmuşsa, itiraz etmeden kabul etmektir. Hakikate böylesine teslim olabilen kimseler, gerçek mütevâzı insanlardır.

Tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Hasan-ı Basrî'ye göre tevâzû; kişinin, evinden çıkıp giderken yolda rastladığı her müslümanı kendisinden üstün kabul etmesidir. Aynı anlayışa sahip olan büyük sûfî Fudayl bin Iyâz, Kâbe'yi tavaf ederken, kendisi gibi zâhid ve muhaddis olan Şuayb bin Harb'e şöyle demiştir:

"-Şuayb! Eğer bu yılki hacca seninle benden daha kötü bir kimse katılmıştır diye düşünüyorsan, bil ki, bu çok fenâ bir zandır."

Hased edilmeyen tek nîmet olan tevâzû, insanı güzelleştiren, kulluğu olgunlaştıran, ahlâka kıvam veren çok mühim bir özelliktir. Hazret-i Mevlânâ -kuddîse sirruh- bunu şöyle ifâde buyurur:

"-Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevâzı ol ki, senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!.."

Hakîkaten toprağın üzerinde gezen canlılar, onu çiğner ve cürûfunu da oraya dökerler. Fakat toprak, büyük bir tevâzû ile bu cürûfun hepsini temizler ve sonra çeşit çeşit güzellikte nebâtlar bitirerek üzerinde dolaşan bütün mahlûkâtı besler. İşte sâlih bir mü'minin gönlü de böyle münbit bir toprak gibi olmalı, kalbindeki bütün güzellikler, âdeta tabiî bir şiir hâlinde insanlara ve hattâ bütün mahlûkâta aksetmelidir.

Toprak gibi alçakgönüllü davranmayan kimse için "insan değildir" buyuran Şeyh Sâdî, yücelmek isteyen kimsenin mütevâzı davranması gerektiğini, yücelik damına çıkmak için alçakgönüllülükten başka bir merdivenin olmadığını söyler.

Bu bakımdan tevâzû, insanlık şeref ve haysiyetine lâyık olmanın şartlarından biridir. Nitekim bu hakîkati Hazret-i Ebû Bekir t şöyle ifâde etmiştir:

"Biz, keremi takvâda, zenginliği yakînde ve şerefi tevâzûda bulduk."

Bir gün Kureyş halkı, asâletleriyle övünmeye başlamıştı. Onları dinleyen Selmân-ı Fârisî t bir müddet sükût ettikten sonra, büyük bir tevâzû içerisinde onlara şöyle hitap etti:

"-Benim övünecek bir tarafım yok. Çünkü nutfeden yaratıldım. Sonunda da kokmuş bir leş hâline geleceğim. Sonra da kıyâmet günü terazi başına gideceğim. Sevâbım ağır gelirse iyi insanım, günâhım ağır gelirse kötü insanım."

Bir hadîs-i şerîflerinde Peygamber Efendimiz r şöyle buyurmuştur:

"Allah rızâsı için alçak gönüllü olanı Allah yüceltir." (Müslim, Birr, 69)

Hayatını büyük bir tevâzû ve mahviyet içinde yaşayan Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri, mânevî derecesinin yüksekliğine rağmen, içinde bulunduğu "HİÇ"lik duygusunu şöyle dile getirmiştir:

Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşî ben yaman!.. (herkes tam, ben kusurlu)

Allah Teâlâ da onu bu tevâzûsuna mukâbil yüceltmiş, insanlara sevdirmiş ve katında ulvî bir makâma ulaştırarak insanları terbiye ve irşad vazifesine lâyık kılmıştır.

İmâm Gazâlî Hazretleri de, tevâzû gösterenin Cenâb-ı Hak tarafından nasıl yüceltildiğine dâir şöyle bir hâdise nakletmektedir:

Allah Teâlâ, Nûh u'ın kavmini tûfanda gark ettiği vakit, dağlar böbürlendi ve yükseldiler. Buna karşı Cûdî Dağı tevâzû gösterdi. Çünkü onlar yüksek, Cûdî ise alçak idi. Tevâzû gösterdiği için Allah Teâlâ onu yüceltti ve Nûh'un gemisini onun başına kondurdu. (İhyâ, III, 735)

Tevâzuun lutufları pek çoktur. Mütevâzı insan, cömerttir. Cömert insan, merhametlidir. Merhametli insan, mahlûkâta hizmet neş'esi ile doludur. Bunlar da Rabbimizin rızâsını elde etmenin en güzel vesîleleridir.

İbnü's-Semmâk, birgün Hârun Reşid'in huzûruna çıkarak:

"-Ey mü'minlerin emîri! Senin bu şerefli mevkiin yanında tevâzû göstermen, sana sahip olduğun şereften daha üstün bir şeref bahşediyor." dedi. Harun Reşid:

"-Ne güzel söyledin!" dedi. Semmâk:

"-Ey mü'minlerin emîri! Allah Teâlâ, her kime hüsn-i cemâl nasip edip onu asil bir âileye mensup eder ve kendisine bolluk verir de, o kimse güzelliğini örter, bununla övünmez, malından tasadduk eder, asâleti ile iftihar etmezse, Allâh'ın hâlis kulları arasına girer." dedi.

Harun Reşid, hemen kâğıt kalem getirterek bunları kendi eliyle yazdı.

Tevâzûdan uzak bir kimse, kendini beğenmiş zavallı bir zâlim olmaktan öteye geçemez. Nitekim o, kendini herkesten üstün gördüğü ve hakka boyun eğmediği için başkalarına mutlakâ zulmeder. Fakat kibri dolayısıyla aslında kendisini büyük bir hüsrâna dûçâr eder.

Tevâzûdan uzaklaşarak Firavun gibi büyüklük ve azamet taslayanlar, tarih sahnesinde rezil olmaktan kurtulamamışlardır. Meselâ Ebrehe, kocaman fillerle Kâbe'yi yıkmaya geldiğinde Cenâb-ı Hak, onu çöllerden gelen aslan, kaplan ve yılanlarla değil, minicik kuşların attığı minicik taşlarla kahretti. Kendisini de Mekke önünde öldürmedi. Bilâkis büyük bir gurur ve kibirle çıktığı Yemen'de, kavminin içinde yaralı ve perişan olarak rezil ve kepâze bir sûrette öldürdü. Yine tanrılık iddiasında bulunan Nemrud'u, toz kadar bir sinekle helâk etti. Velhâsıl işte Cenâb-ı Hak'la kibriyâ ve azamet yarışına girenlerin fecî âkıbeti...

Cenâb-ı Hak, ebedî saâdeti; dünyadayken haşmet ve azamet taslamayan, fesat çıkarmayan ve gönüllerinde Allâh'ın muhabbeti dolup taşan kimselere nasîb eylemiştir.

Burada şu husûsu da bilhassa vurgulamak yerinde olacaktır. Bir mü'min, sadece sâlih bir mü'mine karşı alçak gönüllü davranmalıdır. Buna karşılık kibirli, kendini beğenmiş, burnundan kıl aldırmayan, insanlara yukarıdan bakan ve onlara haksız davranan kimselere aslâ tevâzû ile yaklaşmamalıdır. Böyle kimseler ile gönlünü dünyaya kaptıran, her şeyi para-pul, makam-mevkî ile ölçen kimselere tevâzû göstermeye kalkmak, İslâm'ın izzetinden fedakârlık yapmaktır ki, buna kimsenin hakkı yoktur. Tevâzû, menfaatperestlik için haksızın karşısında ezilip büzülmek değildir. Tevâzu, hak karşısında boynu kıldan ince olmaktır.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimizʼe:

"Mü'minlere şefkat ve tevâzû kanadını indir." (el-Hicr, 88)

"Sana uyan mü'minlere alçak gönüllü davran!" (eş-Şuarâ, 215) buyurarak Oʼnun şahsında bizlere; şefkatli, merhametli ve mütevâzı olmamızı emretmiştir.

Yüce Rabbimiz mü'minleri birbirine kardeş yapmış, sonra da onlara birbirinin derdiyle ilgilenmeyi, birbirinin yarasına merhem olmayı ve kardeşlerinin sıkıntılarını gidermeyi emretmiştir. Şu hâlde mü'minler, kardeş olduklarını hiçbir zaman unutmayarak birbirlerine aslâ kaba davranmamalı, kendilerini diğer kardeşlerinden üstün görmemeli ve onlardan bir kabalık görünce hemen yüz çevirmeyerek kardeşlerine karşı anlayışlı olmalıdır.

Yâ Rabbi! Bizleri İslâm kardeşliğini en güzel bir sûrette yaşayan, birbirine karşı dâimâ tevâzû ile davranan sâlih kullarından eyle...

Âmîn...

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...