25 Eylül 2010 Cumartesi

Kur'ân'ın İnsan Modeli...

........
2010 Yılının Kur’ân Yılı Olarak İlan Edilmesi Münasebetiyle Prof. Dr. Sadık Kılıç ile...
Kur’ân’ın İnsan Modeli

Diyanet’in 2010’u özel olarak “Kur’an Yılı” ilan etmesi nasıl bir ihtiyacın karşılanmasını sağlar? Burada Kur’an’a yönelik ilgiyi zaman ile sınırlama gibi bir risk görüyor musunuz?

Dr. Sadık Kılıç: Amacı ve hedefi bakımından değerlendirildiğinde Kur’ân, ‘bütün zamanların, bütün mevsim ve tarih kesitlerinin iman, amel, ibadet, hidayet, kurtuluş, ebedi mutluluk ‘Ana Referansı’dır. Bütün varlık alemini anlamlandırma ve insanlığa, gerçeğe ve mutluluğa gidecek olan yolunu göstermek üzere inzal olunmuş olan Kur’ân’a odaklanma, bütün yılların ve çağların; varoluşun anlamını süren bütün arayışların borcudur..

Fakat 2010 yılının ‘Kur’ân Yılı’ olarak ilan edilmiş olması, bilhassa tarihsel atfı itibariyle daha bir anlamlıdır… Bir yandan bize O’nun dünyayı teşrif anını ve zamanını hatırlatırken, bunun yanı sıra, geçen bunca zamana karşın, O’nun hala ter ü taze olduğunu, ebedi bir rehber olarak bütün çağları irşad ettiğini, etmeye de liyakatli olduğunu, zaman kıdemine mukabil, O’nun ebedî gençlik ve hayat kaynağı olmayı sürdürdüğünü görmemize, bir bakıma bu Muhammedî Mu’cizenin tarih içinde yaşanılır bir vakıa haline dönüş serüvenini daha sıkı ve hususi bir biçimde tefekkür etmemize imkan hazırlamaktadır.. Düşüncem odur ki, 1400 yılı deviren Kur’ân Mucizesi, nice binli yılları da arkada bırakacak; zamanın bu ilerleyişine rağmen o, hep genç, taze, dinamik, kuşatıcı, yol gösterici olmayı sürdürecektir.. Bir asrın daha bitişine tanık olan biz müminlerin, alim ve mütefekkirlerin bu özel anı, çok daha kalıcı etkinliklerle anıtlaştırmamız, bir bakıma tarihe çok görkemli ve anlamlı bir çentik atmamız gerekir idi.. Ümit ediyorum ki, bu boyutta derin, etkin ve sarsıcı faaliyetler yapılır; Kur’ân’ın dünyasına yepyeni kapılar aralanır..

1400. yılın derin boyutu ve tarihî anlamı ile Ramazan ayının kendine özgü mana ve atmosferinin bu hususta kesişeceğini sanmıyorum. Bir kere Ramazan ayı, bir sıyam/oruç ve varlığı arındırma ayı olup, en büyük meziyetlerinden bir tanesi de Kur’ân’ın kendisinde tenzil olunmaya başladığı ‘Kadir Gecesi’ni ihtiva ediyor olmasıdır. İşte bu karineyle biz Ramazan ayına “Kur’ân ayı” diyoruz; 1400. Yılın zamansal ve beşeri döngü içindeki manası ise daha farklıdır.. Biz bu 1400. Yılda, Kur’ân mesajının nice bin yılları geride bıraktığını, zamanın yaşlanmasına mukabil giderek daha da gençleştiğini, O’nun gelecek bin yıllarla da iç içe ve yan yana yürüyeceğini; Kur’ân ıtırlarının beşeriyet göğünü, bu ana kadar olduğu gibi hiçbir asır ve tarih kesitinde yoksun bırakmayacağını, böyle bir kabiliyet ve ayrıcalığın ise bizzat Kur’ân’ın özünden, O’nun metninin özelliği ve seçkinliğinden ileri geldiğini, derinden algılıyoruz.

Bu özel anma vesilesiyle, Kur’ân’a dair, onun hem tarihî akışını, hem de anlam katmanlarına dair bize gizli kalmış olan bazı hususlarını öğrenme; O’nun ufkundan, varoluşun ta başlangıcından bu güne ve gelecek nice bin yıllara doğru, kainat ufkunu bir kez daha tarama, anlama ve Yüce Allah’ı minnet, tazim, ubudiyet, inkıyat, teslimiyet, rücu ve iltica hisleriyle zikretme coşkusuna nail oluyoruz..

Bu sebeple, Kur’ân’ı tanıma, onunla ünsiyet kurma, okuma, kavrama, bilinçlenme; O’ndaki namütenahi Rubûbiyet vurgusu karşısında, aynı yoğunlukla bilinçlenme ve ilahi paradigma şemasında ‘özgür mümin’ modelini oluşturma çabamızı ne kutsal günlerle, ne kutsal hafta ve aylarla, ne de sayılı yıllarla sınırlama yanılgısına düşmemeliyiz.. Çünkü Kur’ân, beşeri algı ve olguların arabasına koşulmak istenen biz insanoğlu için, hep yanımızdadır, önümüzdedir ve bizimle yan yana, geleceğe doğru ilerlemektedir..



Kur’an zaman zaman insana hitap ediyor. Zaman zaman “Mümin”e. “Müslümün”a hitap ediyor. Neler var bu farklı farklı çağrılarda?
Dr. Sadık Kılıç: Bu soruya Kur’ân ilimleri açısından yaklaşırsak, diyebiliriz ki, henüz İslam’a girmemiş, bu sebeple de şirk ve inkâr yaklaşımlarını sürdüren Mekke müşriklerinin söz konusu olduğu ayetlerde çoğunlukla ‘insana, insanlara’ hitap edilmiştir.. Bir başka ifadeyle, Mekke periyodunda inmiş olan ayetlerde… Ayın şekilde, muhatabının kahir çoğunluğunu müminlerin oluşturduğu ayetlerde ise, ‘mümine, iman etmiş olan kimseler’e hitap edilmiştir; yani, Medine döneminde nazil olmuş olan ayetlerde.. Fakat bu durum, tam olarak bir kesinlik de arz etmemektedir; şöyle ki, Medine döneminde inmiş olan ayetlerde de biz, ‘insan’ a; Mekke döneminde inmiş olan ayetlerde de ‘mümin’e hitap edildiğine şahit olmaktayız.. Mesela Medine’de inmiş olan Nisa suresi, ‘Ey insanlar…’ diye başlar; Bakara Suresinin içinde, ‘Ey insanlar…’ (Bakara 21) hitabı yer alır.. Bunun gibi Mekke döneminde inmiş olan Hac suresinde, ‘Ey iman edenler…’ (Hac, 77) nidası yer almaktadır.. Bir başka ifadeyle belirtmek gerekirse, ‘mümin’ ve ‘iman etme’ sıfatının konu edildiği hitaplar, bir teşrif ve övgü; buna mukabil, sadece ‘insan oluş’ sıfatının yer aldığı hitaplar da, yergi manası ihtiva etmektedirler.

Konuya şöyle de bakabiliriz: ‘İnsan’ oluş merhalesinde bulunmak, geleceğe doğu büyük ve kutlu bir imkanın, yani ‘imana erme’ oluşumunun varlığını müjdeler, muhatapların ufkunda büyük bir hedef ortaya koyarken, ‘iman ve mümin oluş’ merhalesini ihraz etmiş olan kimseler için de, zımnen bir ikaz, tenbih; diğer yandan içinde bulunulan nimetin hakkını eda etme çağrısı gibi, aynı şekilde zımni bir vaîd yer alır.. Bu demektir ki, bu iki hitap tarzı arasında kesin ve kategorik bir ayırım yapılamaz; ya da şöyle diyebiliriz: Yeryüzündeki bütün insanlar –iman etsin ya da etmesin- ‘ey insanlar’ [yâ eyyühennas..] hitabının muhatabı iken, imana erme ve mümin olma vasfını haiz olan kutlu kimseler ise, hem ‘ey iman edenler, imana erenler’ hitabıyla muhataptırlar, hem de ‘ey insanlar’ hitabıyla muhataptırlar.. İçerik olarak söylersek, bir yandan evrensel insanlığa yöneltilen mesaj ve bilgilendirmelerle yükümlüdür, diğer yandan da, daha hususi çerçevede ‘mümin’ olmanın, imana ahit vermenin getirdiği özel yükümlülüklerle.. Zira onlar, salt bir ‘beşer’ ve ‘insan’ olma mertebesinden ‘mümin’ olma seçkinliğine ve derecesine yükselmişler; bu irtifa noktasında ise, iman öncesi hali düşünerek, Rablerine olan şükür ve itaat vecibelerini daha bir kuvvetle ifa etmeye yönelmişlerdir.

Bu iki hitap şekli, diyalektik bir biçimde bizi, iman nuru ile, bu nurun kaçırılması halinde karşılaşılacak olumsuz haller ve insani durumlar arasında götürüp getirmekte; bir anlamda kulluk bilincimizin daha kaliteli, nitelikli ve deruni olmasına vasıta oluşturmaktadır.

Bu noktada Ebu’d-Derdâ Hazretlerinden gelen şu habere dikkatle kulak vermemiz gerekir:

“Dedi ki Ebu’d-Derdâ: ‘Abdullah ibn Ravâha benimle karşılaştığında, bana, ‘Otur da ey Uveymir, bir saat îman edelim!’ der, bunun üzerine biz oturur, O’nun dilediği hal üzere, Yüce Allah’ı zikreder/anardık. Sonra da o bana derdi ki; “Ey Uveymir, bunlar îman meclisleridir; zira iman ile senin durumun, tıpkı gömleğinin hali gibidir! Şöyle ki; onu sen üzerinden çıkarmış isen, bir de bakmışsın ki, onu giymişsin; onu giymiş bulunuyor isen, bir de bakmışsın ki, onu üzerinden çıkarmışsın! Ey Uveymir, kalb, fokur fokur kaynayan bir tencereden bile daha hızlı değişir/dalgalanır/döner..”.



Ey Mümİn - Ey İnsan!

Kur’an’ın bugünün Müslümanına, insanına çağrısında siz neleri özel olarak görüyorsunuz? İnsana “Kur’an Çağrısı” başlığı altına neleri koyardınız? Müslümana-Mümine Kur’an çağrısının altına neleri koyardınız?

Dr. Sadık Kılıç: Bu çok özel bir soru… Yaşanılmış bin dört yüz yıldan sonra, insan, varlık, hayat, ölüm ve sonrası, vb. konularda pek çok algının zuhur ettiği; bırakınız dünya ölçeğini, muayyen bir medeniyet ölçeğinde bile tek merkezliliğin tarihin çöp sepetine atılıp, çok merkezliliğin; tekçi anlayış ve algı biçimleri yerine çoğulcu ve kaotik algı tarzlarının egemen olduğu; varlık algılamasında kozmik eksen kaymalarının yaşandığı, kainatın manevi bir perspektiften idraki ve kavranılışı yerine, salt maddi bir kainat algısının başat olduğu, sebep ve gaye düzleminde, insanın büyük bir dönüşüme (metamorfoz) uğrayarak, ‘aracı amaç haline’ getirdiği, yani ‘üretim-tüketim ve cinsellik üçgeni içine sıkıştığı … bir tarih kesitinde biz, bir bakıma, bir ‘Kur’ân’ın Ebedi Manifestosu’nu dizayn etmeye çağrılıyoruz..

Evet, böyle bir çağrıda, bize göre şu hususlara yer verilmelidir diye düşünüyorum..

1) Sebep ve amaçsız değilsin, ey insanoğlu; sen de ey mümin… Her ne kadar bir ‘düzen’ ve ‘sistem’ kılıfına büründürülmüş bile olsa, kozmik nedensizlik ve gayesizlik, ‘boşluğa’ tekabül eder.. Boşluk ise, bir hafakandır, bir bunalım kaynağıdır.. Bu ise, mutsuzluk! Ebedi mutluluğa gel; benim kefaletimde ve yol göstericiliğimde, tutun ellerime; tutun emir ve hükümlerime, açık bir evren, nezih bir hayat, dost ve alçakgönüllü bir paylaşım anlayışına.. Ve, seni bürüyen yanılgılara vur neşteri de, gir Yüce Allah’ın sonsuz hükümranlığına; gir O’nun rahmet ve re’fet göğünün altına..

2) Ey mümin, nüzul akışı, bilgiye vurgu yaparak, ‘Oku’ cümleciğiyle başlayan bir Kitabın; bilgiyi ve bilgi üzerine kurulmayı en büyük erdem sayan bir Peygamberin bağlısı olarak, bilgi ve bilgelikçe yükselt kendini! Kır yüzyılların boynuna astığı o cahillik, geri kalmışlık, pısırıklık ve korkaklık zincirini… “Eğer mümin iseniz en üstünü sizsiniz!” tanımlamasının bilgisini aş, bilginin âşığı, hem dahi talibi ve pazarı ol; aydınlat evreni…

3) Ey mümin! Sen ‘iman’ metaını satın aldın, artık kovanın yağma olsun, sezadır!.. Nebinin, mahfiyet ve alçakgönüllülük gibi şemaili ile sıfatlan da, gönlünü ser insanların yoluna.. Bilgin ve imanın, sertlik ve azamet tecellisini değil, tam aksine incelik, nezaket, tebessüm, içtenlik, îsar, vb. hasletlerini arttırsın.. Sen de, o Yüce Peygamber gibi, titre ve ürper, yere basarken, kulluk bilincin sebebiyle..

4) Ey insan! Hiçbir şey yoktur ki, bir ‘varoluş’ silsilesi içinde tecelli etmesin.. Bir silsile içinde gözüken, böylece de ‘yok iken var kılınan’ her bir şey de, yalın bir sözcükle yaratılmıştır!.. Kozmostan biz insanlara değin; yaratılan her şey de, kaçınılmaz olarak sonludur ve fanidir.. Evren fanidir, bir durağı olmalı; insan fanidir, bir mercii bulunmalı; tüm nimetler bitimlidir, âkıbet tükenmek olmalı… Öyleyse, tanı dünyayı, ta dipten tepeye kadar.. Ve uyan o ‘oyalayıcı bilgiler’den.. Dünya gerçeğini tanıdığında ise, işte o zaman sen kendini de tam olarak tanımış ve tanımlamış olacaksın!

5) Ey insan! Senin ‘insan olarak gerçekliğin’, aynı zamanda diğer insanların da gerçekliğidir.. Ortak yeryüzü yaşamına ve serüvenine yazgılı kılınmışsınız! Ortak bir dünya, ortak bir ata, ortak bir yazgı, ortak bir gelecek: ölüm ve ölüm sonrası geleceği, siz insanların ortak vadisi.. An ân tükettiğiniz ya da kendilerine doğru akıp gittiğiniz.. Bu yadsınamaz ve sarsıcı hakikat karşısında, tutun birbirinizin ellerini, silin birbirinizin göz yaşını, doyurun aç kardeşlerinizi ve yok edin, içinizdeki o tamah ve açgözlülük ejderhasını ki, dünyanız cennetiniz olsun; ahretiniz de ebedi ve kutlu otağınız..

6) Ey müminler, ey bütün diğer inanç mensupları!.. Gerçeğin ve doğrunun belgesi benim; bana çıkan yollar doğru, bana yönelen niyet ve arzular yerinde, bana yönelen gözler gerçeği görmüş, benim direktiflerime göre hayatlarını şekillendirenler, sahih bir hayatı tahakkuk ettirmiş, geçmişini ve geleceğini benim işaret taşlarıma göre oluşturanlar ümitli olmayı hak etmiştir… Ve ‘hakikat’e ermek bir yandan isteme, diğer yandan da seçilme, yani ilahi lütuf konusudur.. Ve ilahi lütuflar da, bizim niyet ve iradelerimizi gözetir.. Şimdi, buna mukabil, yine de farklı inanç ve yol sahipleri hep olacaktır ve olmalıdır da; bu, hakikat diyalektiğinin beslendiği bir damardır çünkü.. Hem hukuken hem de fiilen böyle iken, yeryüzü ‘tevhid inancının dışında’ pek çok yol üzere bulunuyorken, Kendisini Rahman olarak niteleyen Cenâb-ı Hak, engin müsamahası, sınırsız ve şartsız lütfu ile her görüşten, her inanç ve inanıştan, her kült ve tapınıştan, her yol ve her yönden insanı beslemeye devam ediyor; uluhiyetin özü mesabesindeki celal tecellilerine mukabil, rubûbiyetin cemal ıtırlarıyla, inanmayana, eş koşana, savaş açana, hakkında yalanlar dolanlar düzene ölümlerle, şimşek ve yıldırımlarla mukabelede bulunmayıp, hayat nefhasını üflemeyi, onu –hikmetinden sual olunmaz- yaşatmayı sürdürüyor, hoşgörülü davranıyor ona!.. Şimdi, ey mümin, ey değişik inanç ve inanış mensupları olan insanlar, Allah’a bakın, başka hakikat anlayışlarından da alacağımız hisseler olabilir yaklaşımıyla, Allah’ta, Yüce Hakikat şahsında sevin birbirinizi..

7) Ey mümin! İmana ermişlik, aynı zamanda bir adayışı da gerektirir; bir iman ve kurtulmuş narsisizmini ise asla.. İman kıvamı, bir zıya topağıdır ki, onu erdemlerle, ibadetlerle, güzel tefekkür ve deruni bakışlarla, nefsini ve milkini paylaşımlarla bu imanı harlamadıkça, o sönmeye, cılızlaşmaya, giderek de -Allah korusun!- aksine ınkılap etmeye başlayabilir… İman bir taçtır, onun kıymetli taşları ve yaldızı ise, ‘ünsiyyet kökünden gelen ve bir ruh-madde karışımında özgünleşen, insanlaşmaktır.. Allah’a ünsiyet, insanlara ünsiyet, kurda kuşa ünsiyet, cansız nesnelere dahi bir ünsiyet aksiyonu içinde bulunup, iman tevazuu ve ağırbaşlılığına ermektir.. Bu yüce yükün ve emsalsiz halin kadrini bilmek, bizden farklı inanan, belki farklı düşünce ve anlayışlara sahip olan kimselere bile Rahmani bir ünsiyet ve ülfet nazarıyla bakıp onlara gönülden el tutmaktır.. Tam da Yunusumuzun kelimeleriyle, “Yaratılanı hoş görmektir, Yaratan ötürü!..”.

8) Ey insan ve ey mümin! Senin benim için mümkün müdür, beşeriyet ufuklarını aşıp da, Müteâl varlık mertebesinden, Yüce Allah’tan aşkın gerçeklikler dermek, ilahi irade ve irşadlardan haberdar olabilmek, neliğimin ve ne olacağımın özüne dair yüksek bakıştan bilgilere ulaşmak, sınırlı benimin gerçekleriyle “gerçek gerçeklikleri” arasını ayırt edecek hak ölçüleri öğrenmek, varlık alanının sonsuz yelpazelerinde pervazlar vurmak, görünen bu siluetin görünmeyen hakikatin sadece bir hayali olduğunu, esas varlık direğinin hayalin ve vehimlerin ta ötelerinde, hatta ötelerin de ötesinde bulunduğunu?!.. İşte bu noktada Peygamberler, fizik üstü ufuktan bize kutlu ve muştulu, bazen sızılı haberler getiren, kanatları rahmet bulutlarıyla yüklü, o nahif gövdelerine kurşundan mesajlar bindirilmiş aşkınlık Ankalarıdırlar; bize doğru kanat çırpan, üstümüze kanatlarını geren.. Onlarsız zihin şaşkın, gönül hayrette, adımlar tedirgin ve kararsız, yeryüzü de bîmisâl bir zulmette.. Belki onlar, biz insanlar için en büyük lütuf ve en büyük minnet.. Bu nedenle sev bütün peygamberleri, hakikat rehberliklerine tabi ol, hele de Hz. Muhammedi…

Onsuz ben Kur’ân suskun, hükümler kapalı ve mahzun, ahlâk ilkeleri bir sır ve düğüm, fakirler, yetimler, kimsesizler üzgün ve mahzun… Hem mübeyyin, hem uygulayıcı, hem örnek ve model: bir bakıma en güzel üsve, bir seciye ve bir ahlak ki, ne denli araştırıp zorlasan da, bulamazsın bir iğne ucu kadar bir nakısa, bütün davranışlarında.. Onsuz kandil yağsız, hatta kandil bir karanlık ve madûm; onsuz güzellik yetim, estetik ve nezaket güdük, adalet ve lütuf özsüz, şefkat ve rahmet sıfatları kaba… Sarıl Peygamber’e, tanı ve içselleştir onun hayatını hayatında, bir gör iç ve dışın nasıl tek bir bütün olduğunu, onun şahsında...

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...