21 Ağustos 2012 Salı

Manevi Duyguyla Pişmanlık-Tevbe Eğitimi

Dünyada ve âhirette insanoğlu için en acı azap, herhalde pişmanlık ateşiyle yanıp kavrulmaktır. Zamanında yapmadığı bir işin daha sonra ağır neticesiyle yüz yüze gelince hissettiği nedâmetin acısını bilmeyen yoktur. Telâfîsi ve geri dönüşü olmayan kayıpların pişmanlığı ise çok daha ağır olur. Bu tür acılar yaşamamak için istikbâli düşünmek ve önceden tedbir almak îcâb eder.
........
İnsanın en büyük pişmanlığı ise, imtihan edildiği bu dünyayı bırakıp öbür âleme geçeceğini anladığı an başlar. Dünya hayatında sorumsuzca yaşayan insan, her zaman isteklerini sınırsızca gerçekleştirebileceğini, hiçbir zaman hesap vermek zorunda kalmayacağını düşünmeye başlar. Ancak âniden ölümle yüz yüze gelince bu düşüncelerinin yanlış olduğunu anlayıp yaptıklarına ve yapamadıklarına pişmanlık duymaya başlar. Kullarının bu acı hâle düşmesini istemeyen merhametli Rabbimiz, onları defâlarca îkâz eder:

“Bizimle karşılaşmayı (bir gün huzûrumuza çıkacağını) ummayanlar: «Bize melekler indirilse veya Rabbimizi görsek ya!» dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibre kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir. (Fakat) melekleri görecekleri gün, günahkârlara o gün hiçbir sevinç haberi yoktur ve: «(Size, sevinmek) yasaktır, yasak!» derler. Onların yaptıkları her bir ameli ele alır saçılmış zerreler haline getiririz (değersiz kılarız).” (Furkân 21-23)

“Kendilerine zulmederken meleklerin canlarını aldığı kimseler: «Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!» diye teslim olurlar. (Melekler onlara) «Hayır, Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir» der.” (Nahl 28)

Korku ve pişmanlıktan ne yapacaklarını bilemeyen insan, günâhlarını inkâr etmeyi dener. Bunun bir fayda vermediğini anlayınca yalvarmaya başlar:
“Kendilerine azabın geleceği, bu yüzden zâlimlerin: «Ey Rabbimiz! Yakın bir müddete kadar bizi tehir et de senin dâvetine uyalım ve peygamberlere tâbi olalım» diyecekleri gün hakkında insanları uyar. (Onlara) «Daha önce, sizin için bir zevâl olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz?. (Sizden önce) kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturdunuz, onlara nasıl muamele ettiğimiz size apaçık belli oldu ve size misaller de verdik» denilir.”(İbrahim 44-45)

“Azâbın gelmesi”nden maksad, ölümdür. Zira ölüm, günâhkârlar için azâb günlerinin ilkidir. Onlara evvelâ ölümün sekerâtıyla azâb edilir. Bazen de bu azâb, “Haydi bakalım, ne olacaksa olsun!” gibi isyankâr sözlerle dünyada âcilen istedikleri ve köklerini kazıyacak olan tabiî âfetler şeklinde tezâhür eder. O zaman, azâbın kaldırılarak kısa bir süreliğine mükellef oldukları hâle döndürülmeyi ve o esnâda Cenâb-ı Hakk’ı râzı edecek amel-i sâlihler işlemeyi taleb ederler:

“Nihayet onlardan birine ölüm gelince (tekrar tekrar şöyle) yalvarır: «Rabbim, beni dünyaya geri gönder de daha önce terkettiğim (îmân ve) sâlih amellere sıkıca sarılayım» der. Hayır! Bu, sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.”(Mü’minûn 99-100)

Ölümün geldiğini gören kişi, bilhassa geride bıraktığı malı ve mülkü için pişman olur. Bunları, Allah’ın râzı olduğu şekilde kullanmak ve ifsâd ettiği şeyleri ıslâh etmek için izin ister.
Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz:
“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:
“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlallâh?” diye sordular. Efendimiz (s.a.v):
“–Ölen, muhsin yani iyi ve sâlih bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; kötü biri ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını verdi. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Yine Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Bir kişi doğduğu günden ihtiyarlayıp vefat ettiği güne kadar Allah rızâsını kazanma uğruna yüz üstü yerlerde sürünse (yani her türlü meşakkate katlanarak ibadet, tâat ve hizmetlere koştursa), kıyâmet günü bu yaptığını çok yetersiz görecek (ecir ve sevabını artırmak için dünyaya tekrar döndürülmeyi taleb edecektir).” (Ahmed, IV, 185; Beyhakî, Şuab, I, 479; Heysemî, I, 51; X, 225, 358)
Her şeyin hakîkatinin açıkça görüldüğü kıyamet gününde şu gerçek ortaya çıkacak ki; insanı ebedî kurtuluşa erdiren şey, Allah’a itaat ve sâlih bir kişi olmaktır.

Cenâb-ı Hak ölüm ânındaki pişmanlığın hafif olması için şu tavsiyede bulunur:
“Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın! Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanlardır. Herhangi birinize ölüm gelip de: «Ey Rabbim, beni yakın bir vakte kadar tehir etsen de zekât, sadaka versem ve sâlihlerden olsam!» demesinden evvel size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak edin. Çünkü Allah, bir kimseyi eceli geldiğinde asla tehir etmez. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”(Münâfikûn 9-11)

Demek ki infak ve tasadduk, insanın sâlih bir kişi hâline gelmesinde çok büyük bir tesire sahiptir. Cimrilik ise kişiyi fısk ve fesâda sürükler.
İbn-i Abbâs (r.a):
“–Kimin kendisini Rabbinin Beyt’ini ziyarete götürecek veya zekât farz olacak kadar malı bulunur da bunları ifâ etmezse, ölüm sırasında dünyaya geri dönmeyi ister.” buyurmuştu. Bir kişi:
“–Ey İbn-i Abbâs, Allah’tan kork! Geri dönmeyi isteyecek olanlar kâfirlerdir.” dedi. İbn-i Abbâs (r.a):
“–Sözüme delil olarak sana Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler okuyacağım” dedi ve yukarıdaki âyetleri okudu. (Tirmizî, Tefsir, 63/3316; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XII, 115/12636)

Diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“«Doğru iseniz bu vaad (azap) ne zamandır?» diyorlar. De ki: «Ben kendime bile Allah’ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahip değilim.» Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir an tehir edilirler ne de bir an öne alınırlar. De ki: Ne dersiniz? Allah’ın azabı size geceleyin veya gündüzün gelirse (ne yaparsınız?). Suçlular ondan hangisini istemekte acele ediyorlar? Olacaklar olduktan sonra mı O’na iman edeceksiniz? (O zaman size şöyle denir:) Şimdi mi? Hâlbuki onu istemekte acele ediyordunuz. Sonra o (kendilerine) zulmedenlere, «Ebedî azabı tadın!» denilecek. Vaktiyle kazandığınızdan başka bir sebeple cezalandırılacak değilsiniz!” (Yûnus 10/50-52)

Firavun denizde boğulacağını anlayınca “Hakîkaten, İsrailoğullarının inandığı İlâh’tan başka ilâh olmadığına îmân ettim. Ben de O’na teslim olanlardanım!” demişti. Ona:Şimdi mi! Hâlbuki daha önce isyan etmiş ve fesadcılardan olmuştun. Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtaracağız.” denilmişti. (Yûnus 90-92)

“Nihayet onu da ordularını da yakalayıp denize attık. Bu esnâda kendi kendini kınayıp duruyordu.” (ez-Zâriyât 51/40)
Pişman olmayacak olsaydı Firavun pişman olmazdı. Zira kibir ve azgınlıkta son hadde varmıştı. Ancak ölümü görünce küfür, inat, taşkınlık ve fesadları sebebiyle kendi kendine şiddetle kızıp kınamaya ve ayıplamaya başladı, bütün yaptıklarına nedâmet duydu, pişmanlık ateşiyle yanıp kavruldu. Ancak o vakit hissettiği nedâmet ona fayda vermedi, zira vakit geçmiş, fırsat kaçmıştı.

Günler geceler durmaz geçiyor,
Sermayen olan ömrün bitiyor,
Bülbüllere bak figan ediyor,
Ey gonca gül mevsim geçiyor!
Devrana girip seyran edelim,

Eyvah demeden Allah diyelim!

Din Eğitiminde Anne Babalara Öğütler...

Sevgili Anne Babalar,

Yaz ayları çocukların kuran kurslarına katılmaları ve din eğitimi almaları için iyi bir fırsat sunuyor. Fakat bu kursları veren kişilerin çocuk psikolojisi hakkında bilgi sahibi olması ve dini kavramları çocukların yaşına uygun şekilde, çocukları korkutmadan açıklaması da çok önemlidir.
........

Çocuklar dinimizi nasıl öğrenirler?

Diğer taraftan çocuklar dinimizi sadece kuran kurslarına giderek değil, bu kültür içinde yaşayarak zamanla öğrenirler. Örneğin çocuklar anne babasının namaz kıldığını görür ve onları izlerler. Anne babası oruç tutarken onlar da oruç tutmak isterler. Yani çocuklar dinimizi ve ibadetlerimizi kültürün içinde kendiliğinden gözlemleyerek ve yaşayarak öğrenirler. Zamanla da yaşlarına uygun bilgileri alarak bu eğitim sürecine devam ederler.

Bu doğal öğrenme süreci içinde dikkat edilmesi gereken en önemli şey çocuğun dini konularla ilgili yaşına uygun açıklamalar yapmak ve dini konuları anlatırken çocuğu korkutmamaktır. Aksi taktirde çocukların dini sevmesi yerine dinden soğumasına sebep olabilirsiniz.



Çocukların yaşına uygun açıklamalar yapın!
Çocuklar büyüme süreci içinde dini kavramları sorgular ve soyut olan bu konuları anlamaya çalışırlar. En çok merak ettikleri şeyler anlam veremedikleri soyut kavramlardır. Bunların başında Allah, ölüm, cennet, cehennem, sevap, günah gibi dini kavramlar gelir. Çocukların bu konudaki sorularına yaşına uygun cevaplar verilmelidir. Çocukların soruları çok ayrıntılara girmeden, mümkün olduğunca çocuğu korkutmadan, örnekler verilerek cevaplandırılmalıdır. Eğer çocuğun yaşı çok küçükse ve anlayamayacağı konuda soru sorduysa, “sen küçüksün biraz daha büyünce daha iyi anlayabilirsin” diyerek sorularını ayrıntılı bir şekilde cevaplamayabilirsiniz.


Soyut kavramları açıklamak için çocukların bilişsel olarak hazır olmasını bekleyin!
Daha detaylı soyut kavramları açıklamak için çocuğun duygusal ve bilişsel olarak hazır olması beklenmelidir. Özellikle kaygı düzeyi yüksek olan çocuklara bu konuda daha dikkatli açıklamalar yapmak gerekir. Çünkü kaygılı çocuklarda bazı soyut açıklamalar çocuğun psikolojik olarak rahatsızlıklar yaşamasına neden olabilir.



Çocukları dini kavramlarla korkutmayın!
Bu öğrenme sürecinde dikkat edilmesi gereken diğer konu ise çocukların dini kavramlarla korkutulmamasıdır. Bazen anne babalar çocuklarına söz geçiremediğinde “Bunu yapma allah çarpar”, “Tabağını bitirmezsen günah olur”, “Yalan söyleme allah seni cezalandırır” gibi sözlerle çocukların davranışlarını değiştirmeye çalışıyorlar. Bu yaklaşım çocuğun güzel dinimizden korkmasına ve soğumasına neden olabilir. Amacımız çocuğumuzun dinini seven, güzel ahlaklı bir birey olması ise küçük yaşlardan başlayan bu din eğitiminde sözlerimizle ve davranışlarımızla çocuğumuza iyi bir model ve öğretmen olmamızdır. Çocuklara dinin sevgi ve hoşgörü yönleri sunulmalıdır.

Kısacası çocuklar din eğitimini bu kültür içinde yaşayarak, ailesini gözlemleyerek öğrenirler. Çocuklara daha derin dini kavramları öğretirken ise çocukların bilişsel ve duygusal olarak bu soyut kavramları anlayabilecek yeterlilikte olması beklenmeli ve dini kavramlar çocukları korkutulmadan yaşına uygun bir şekilde anlatılmalıdır.

Din Eğitiminde Altın Zaman-Ramazan ve Oruç Eğitimi-

Çocuklar bir birinden farklı pek çok kabiliyetle dünyaya gelirler. Ancak bu kabiliyetler onlarda potansiyel olarak var olup, bu kabiliyetlerin işlenmesi ve geliştirilmesi gerekir. İşte çocukların fıtratında var olan inanma duygusu da böyledir. İnanma duygusu çocukların fıtratında var olsa da anne-babanın çocukların imanî duygularını sağlamlaştıracak, geliştirecek gerekli çabayı göstermesi zorunludur.
........
Çocuğun manevi eğitiminde son derece önemli, altın değerinde bazı zamanlar vardır. Bu zaman dilimlerinin başında Ramazan ayı özellikle zikredilmelidir. Ramazan ayı ülkemizde toplum olarak manevi havanın kendisini en çok hissettirdiği zaman olması, insanların pek çoğunun ibadetleri yerine getiriyor olması nedeniyle, çocuklara imanî değerlerin aşılanması ve ibadet eğitiminde önemli derecede kolaylıklar sağlayacaktır.

Ramazan ayında hepimizin idrakinde olduğu manevi coşkunun yardımıyla, ibadet ve iman duygularının zirvede olması, bizzat uygulamaya bağlı olarak söylenenlerin muhatapta daha etkili olması gibi nedenlerle çocuklarda din ve maneviyat bütünleşmesi en yüksek derecede gerçekleştirilebilir. Nitekim dini değerlerden ne kadar uzak bir yaşam sürse de hemen her yetişkinin hatırında çocukluğundaki Ramazan faaliyetleri hep tazeliğini korumuş, hep o eski Ramazanların beklentisi olmuştur.

Çocuğun yanında Kur''an okunması veya dinlenmesi, ilahi vb. manevi birtakım unsurların telaffuzu ve manevi içerikli konuşmaların gerçekleşmesi çocuğun ruh dünyasında olumlu etkiler bırakacaktır. Çocukların uyurken dahi yanlarında konuşulanları duyarak bilinçaltında etkilenmeleri söz konusu olduğu için pedagoglar küçük yaşlardan itibaren yatak odalarının anne babaların odasından ayrılması gerektiğini söylerler. Bu yüzden dini faaliyetlerin en yoğun görüldüğü Ramazan ayında çocukların bu faaliyetlere iştiraklerinin sağlanması, en azından seyirci olmaları bile son derece önemlidir. Zira anne-baba ve diğer insanlarla beraber gerçekleştirilen namaz, oruç gibi ibadetler çocukta aidiyet ve mensup olma fikrini oluşturacak, çocuk topluma uyma özelliği gösterecek, kendi dininin ve inancının farkına varacak, bu durum çocuğun ruhuna işleyecektir.

Bu noktada özellikle vurgulamak istediğim husus çocuklara iman ve ibadet eğitimi yapılırken her şeyden önce yaşlarına göre çocukların hangi özelliklere sahip olduğunu dikkate alınmasının gereğidir. Aksi takdirde çocuğu tamamıyla din ve dini değerlerden soğutma tehlikesi söz konusudur. Belli yaşa ve olgunluğa gelmemiş bir çocuğa oruç tutturmak veya beş vakit namaz kılmayı zorunlu tutmak kabul edilebilecek bir yaklaşım değildir. Çocuğa öğretilmek istenen ibadet çocuğun gelişim aşamalarına uygun olmalı, onun yapabileceği yerine getirebileceği kadarı ondan istenmelidir.

Anne-babasının Ramazan ayında bir şey yiyip içmediğini fark eden çocuk nedenini soracak sonrasında muhtemelen kendisi de oruç tutmak isteyecektir. İşte böyle durumlarda 5-6 yaşlarında bir çocuğa oruç tutturulabilir. Ancak onun sahura kaldırılması sevdiği en güzel yiyeceklerin hazırlanması ve karnının güzelce doyurulması önemlidir. Çocuk eğer devam edemeyecekse fazla zorlamadan öğle ezanında orucunu bozmasına izin verilmelidir. Çocuk, tuttuğu oruç, kıldığı namaz ve benzer faaliyetler nedeniyle taltif edilmeli, ödüllendirilmeli hepsinden önemlisi aile büyükleri özel ilgi göstermelidir.

Ramazan ayı içerisinde çocukların oruçla ilgili faaliyetler içinde bulunması mesela kandilleri gözetlemeleri, iftar topunun atılmasını veya ezanın okunup okunmadığını haber verme görevi verilmesi onları ibadetin merkezine çekecektir. Ramazan ayının diğer günlerden farkını çocuk rahatlıkla anlayacaktır. Çünkü bu ayda orucun yanında sahur, teravihler, iftar sofraları, karşılıklı gidiş gelişler, hatim programları çocuğu farklı bir âleme taşıyacaktır.

Ancak şu hususa özellik dikkat çekmeliyim ki Ramazan ayında oruçlu anne-babanın çocukların olumsuz davranışlarına karşı "Oruç başıma vurdu zaten. Git başımdan, asabiyim" gibi ifadeleri kullanmaları son derece yanlıştır. Çünkü çocuk sözü kendi istediği gibi anlayarak, anne ve babasının kendisine kızmasına neden olduğu için Ramazandan ve oruçtan nefret edebilecektir.

Çocukların "Niçin oruç tutulduğu", "Gün boyunca aç kalmanın ne faydası olacağı" gibi sorularına cevap verilmeli, onların zihninde oluşan soru işaretleri erken dönemlerde bertaraf edilmelidir. Bu bağlamda ALLAH''ın hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyacının olmadığı çocuğa anlatılmalıdır. ALLAH''ın değil asıl bizim ibadetlere ihtiyacımız olduğu belirtilmeli, ibadetlerin maddi ve manevi faydaları hakkında bilgi verilmeli, her ibadetin insan ruhunda olumlu faydalarının olduğu açıklanmalıdır. Nasıl ki insanın bedeni maddi gıdalara ihtiyaç duyarsa ruhumuzun da manevi gıda olan ibadetlere ihtiyaç duyduğunu, ibadet etmenin insan psikoloji açısından son derece olumlu etkileri olduğunu anlatmalıyız. Çocuğa elektronik bir oyuncağı yapan mühendisin o aletin çalışma durumunu ve bakımını en iyi bilen kimse olması gibi insanı yaratan ALLAH''ın da insanın ihtiyaçlarını en iyi şekilde bildiği anlatılmalı, ALLAH''ın bize emrettiği ibadetlerin de bu açıdan önemli olduğu öğretilmelidir.

Ramazan ayı çerçevesinde hassasiyetle üzerinde durmak istediğim bir diğer husus da çocukların istemedikleri mukabele ve benzer faaliyetlere her gün gitmek zorunda kalmaları durumudur. Bir anne şöyle diyordu: Ben her gün mukabele okuyorum. Çocuğum 4 yaşında ve yanımda götürmek zorundayım. Ama o benimle beraber gelmek istemiyor. Biz Kur''an okumaya başlar başlamaz, aşırı derecede huysuzluk yapıyor. Onu bırakacak kimsem de yok ne yapmalıyım?

Bu ve benzer durumlarda çocuğu zorla böyle yerlerde tutmak doğru değildir. Hiçbir şekilde bir başka çıkış yolu bulunamıyorsa çocuğa her gün gidilen yere Kur''an okumak için gidildiği söylenmemelidir. Anne çocuğu karşısına alıp, kendisinin arkadaş toplantısına(mukabele ya da Kur''an okuma değil) gitmek zorunda olduğunu, kendisine yardımcı olmasını istediğini söylemelidir. İşte böyle bir durumda çocuğa "Kur''an okumaya gitmek zorundayım" denilirse çocuğun tepkisi Kur''an''a ve Kur''an okumak için toplanmaya olacaktır. Daha da önemlisi çocuk annesiyle irtibatını koparan Kur''an''dan soğuyacak, olumsuz duygular geliştirecektir. Ancak "arkadaşlarla görüşme" denilirse çocuk tepkisini annesinin arkadaşlarıyla buluşmasına yöneltecek, Kur''an''a karşı olumsuz duygu geliştirmeyecektir.

Anne-babalar olarak Rabbimizin bize verdiği terbiye görevini en iyi şekilde gerçekleştirmek, çocuğun iman ve ibadet dünyasının temellerini küçük yaştan itibaren oluşturmak zorundayız. Bunu sağlamada gerek manevi havanın yoğunluğu, gerek insanların ibadetlerinin zirveye çıkması, gerekse Kur''an kıraatleri, teravih namazları, iftar ve sahuru ile hemen her yerde mevcut olan değişik Ramazan faaliyetleri çerçevesinde çocuklarımıza her zamankinden farklı günler yaşatmalı, Ramazanın her boyutuyla çocuğun ruh dünyasına silinemez bir mühür olarak vurulması için gayret göstermeliyiz. Unutmayalım ki vurulan bu mühürler çocukların iman ve ibadet dünyasının kaybolmayan yapı taşları olacaktır.

Din Eğitiminde Allah İle Beraber Olma Eğitimi...

........Maiyyet; Allah -c.c.- ile beraberliğin yüksek bir şuur ve idrak hâlinde kalpte yaşanmasıdır. Hak Teâlâ’nın her an bizimle olduğunu bilerek, düşünerek ve hissederek, hareketlerimizi ona göre tanzim etmektir.

Bu şuur ve idrak, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna en büyük lutfudur. Zira bu hâl, kulun Rabbiyle dost olmasıdır. Dostluk, sevenin sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır. Cenâb-ı Hak’la dostluğa nâil olabilmek için de, O’ndan uzaklaştırıcı her şeyden arınan kalbin, Rahman, Rahîm, Afüv, Gafûr gibi cemâlî sıfatlarla vasıflanması îcâb eder.

Gönlün Allah ile olması, dünya imtihanındaki muvaffakıyetin şehâdetnâmesidir. Bunun zıddına Hak’tan gâfil yaşanan bir hayatın neticesi de, ebedî bir hüsran ve nedâmetten ibarettir.

Şu kıssa, Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın hakîkatini ne kadar da veciz bir sûrette ifade eder:

SEN KİMİNLEYDİN?

Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı.

Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahisle:

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harâma, helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..

Bunların ardından, şunlar şunlar da sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok husus saydı.

Vâizi dinleyen Şiblî Hazretleri, yumuşak bir ifadeyle şöyle seslendi:

“–Ey vâiz efendi! Suâllerin en mühimlerinden birini unuttun! Allah Teâlâ kısaca şunu soracak:

«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminle beraberdin?!»”

İşte Hakk’a kullukta bütün mesele, bu şuur, idrak ve iz’âna ve böyle bir kalbî kıvama sahip olabilmektir!..

Hakîkaten, insanoğlu Rabbiyle beraberliği nisbetinde hak yolda ve istikâmet üzeredir. Rabbinden gâfil kaldığı ve O’nu unuttuğu ölçüde de nefsâniyetin hoyratlığına ve şeytanın idlâline dûçâr olmuş demektir. Cenâb-ı Hak bu hâlden îkaz sadedinde şöyle buyurur:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

İnsanın rûhu, imtihan gâyesiyle bulunduğu şu fânî dünyada, ten kafesine hapsedilmiş muzdarip bir kuş gibidir. Onun derûnunda, vatan-ı aslîsinden ayrı düşmüş olmanın ıztırâbı vardır. Bu ıztırâbı dindirip huzur ve itmi’nâna erdirecek olan da, Allâh ile beraberliktir. Bu yüzden, Hak âşıkları nazarında ölümün ürkütücü hâli kaybolur ve ölüm Rabb’e vuslat yolculuğu olarak idrak edilir. Nitekim ashâb-ı kiram da ölüm döşeğindeki hastalara, Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz’e selâm göndermişlerdir.

Muhakkak ki, ölüm yolculuğunun hangi keyfiyette tecellî edeceği, yani cennet huzuruyla mı, yoksa cehennem azâbıyla mı neticeleneceği, rûhun bu âlemde Rabbiyle ne kadar beraber olduğuna bağlıdır. Bu yüzden insan bu dünyada Rabbiyle beraber olacak ki, âhirette de Rabbe dostluğun ikrâmı olan nâdide nîmetlere ve onun da ötesinde Cemâlullâh’ı müşâhede şerefine nâil olabilsin.

Bu dünyada gönlü Allah ile olan bir mü’min; ömrünü nefsâniyetin hoyratlığında ziyan etmez; sefahat ve rezâletlerde bozulmaz; lüzumsuz mâcerâlar peşinde koşmaz; abeslere, bâtıllara, azgınlıklara dalmaz, boş sevdâlara aldanmaz; câ­hil­ler kendisine sataştığında onlarla muhâtap olmaz; dedi-kodularla ömür takvimini lekelemez; Cenâb-ı Hak ile dostluk gayreti içinde yaşar.

Yine mü’min, ömrünü hayır-hasenatla müzeyyen kılar, Kur’ân ve sünneti rehber edinir, Allah rızâsına mâtuf işlerle meşgûl olur, mülkün gerçek sahibini tanıyarak malını ve canını nasıl kullanacağını bilir. Dînî ve ahlâkî kıymetini gölgeleyecek şerlerden ve yerlerden rûhunu korur. İbadetlere, hayır-hasenatlara ve sohbet meclislerine rağbetini artırır. Nihayet Rabbinin yeryüzündeki bir şâhidi olarak arkasında fazîletlerle dolu hatıralar bırakır.

BENİ KİMİNLE SANIRDIN?

Hükümdarlık yıllarının neredeyse tamamını seferlerde geçiren, binbir türlü çilenin kendisine hiçbir zaman bezginlik ve yorgunluk vermediği Yavuz Sultan Selîm’in son anlarını, nedîmi Hasan Can şöyle anlatır:

“Yavuz’un sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Âdeta yaralı bir arslan gibiydi. Acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengâver askerlerine taktik ve tâlimat vermeye devam ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hâlini kasdederek:

«–Hasan Can, bu ne hâldir?» dedi.

Ben de, artık fânî yolculuğun sonuna, bâkî hayatın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için hüzünle:

«–Pâdişâhım, artık Allâh ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!» dedim.

Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:

«–Hasan, Hasan! Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin?! Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusur mu müşâhede eyledin?» dedi…

Artık bambaşka âlemlere dalmış olan Sultan, bana son olarak Sûre-i Yâsîn’i okumamı emretti. «Selâm» âyetine geldiğim zaman da rûhunu Rabbine teslîm etti.”

Hayatlarında Allâh ile olanlar, son nefeslerinde de bu nîmete mazhar olurlar. İşte maiyyet de, bu irfân ufkunda yaşamaktır. Fânî dünyanın gel-geç sevdâlarını ve nefsânî câzibelerini bertaraf ederek, kalbi, ona en lâyık olana, yani Hâlık’ına tahsis edebilmektir. Zira Allah ile meşgul olmayan bir kalbi, mâsivâ işgâl eder.

Diğer bir misal:

Dünya saltanatında Süleyman -aleyhisselâm-’ın seviyesine hiçbir beşer ulaşamamıştır. Lâkin dünya, Hazret-i Süleyman’ın gönlünü meşgul etmemiş, Allah ile beraberliğine mânî olmamıştır.

Rivâyete göre; kıyâmet gününde zengin bir kul getirilir. Allah Teâlâ:

“–Seni bana kulluktan alıkoyan ne idi?” diye sorar. O zengin:

“–Yâ Rabbî! Malımın çokluğu beni meşgûl etti.” der.

Cenâb-ı Hak, Süleyman -aleyhisselâm-’ı misâl getirerek:

“–Sen Süleyman kulumdan da mı zengin idin? Onu niye o kadar mülkü meşgul etmedi?” buyurur. (Bkz. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 258; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, V, 202-203)

Yine insanın en kıymetli varlıkları olan mal, can ve evlâttan imtihan noktasında Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hayatı, her hâlükârda Allah ile beraberlik şuurunun kazandırdığı sabır ve şükrün müstesnâ bir numûnesidir:

Allah Teâlâ, Eyyûb -aleyhisselâm-’ı çok ağır imtihanlardan geçirdi. Evvelâ mallarını elinden aldı. Ardından büyük bir zelzele ile çocuklarını aldı. Daha sonra da vücûduna ağır bir hastalık verdi. Eyyûb -aleyhisselâm- yıllar süren bu hastalığı boyunca hiçbir şikâyet ve feryadda bulunmadı. Hanımı Rahîme Hatun, ona:

“–Sen bir peygambersin; duân makbûldür. Duâ et de şifâya nâil ol!” dedi.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- ise:

“–Allah bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz seksen sene olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Cenâb-ı Hak’tan sıhhat taleb etmeye teeddüb ederim!” buyurdu.

Ne zaman ki hastalığı, kulluk vazîfelerini gönül huzuruyla yapabilmesine mânî olmaya başladı, o zaman Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu. Rivâyete göre bu hakîkati Efendimiz J şöyle ifâde buyurmuşlardır:

“Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Eyyûb belâdan inlemedi, sızlanmadı. Lâkin yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi gece o iptilâ üzere kaldı. Ayakta namaz kılmak istedi; duramadı, düştü. Hak yolundaki hizmetinde kusur görünce de (Rabbine niyâz ederek); «Bana gerçekten hastalık isâbet etti» dedi.”1

O’nun bu dâsitânî sabrı ve teslîmiyeti neticesinde Allah Teâlâ, kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa hepsini giderdi ve ona eski hayatını misliyle iâde etti.

Eyyûb -aleyhisselâm-, hastalıktan âfiyete kavuşmuş olarak geçirdiği ilk gecenin sabahında derinden bir «âh!» çekti. Sebebi sorulunca dedi ki:

“–Her gece seher vaktinde: «Ey bizim hastamız, nasılsın?» diye bir ses duyardım. Şimdi yine o vakit geldi, fakat: «Ey bizim sıhhatli kulumuz, nasılsın?» sesini duymadım. Bunun için hüzünlendim.”

EN FECÎ HASTALIK

Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve hastalıktan iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine:

“–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.

Îsâ -aleyhisselâm-, muhâtabının idrâk seviyesini anlamak ve mânevî kemâlini yoklamak maksadıyla ona:

“–Ey kişi! Allâh’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!” dedi.

Hasta şöyle cevap verdi:

“–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı içindeyim. Sanki vücûdumdaki hastalıklardan haberim bile yok...”

İşte Cenâb-ı Hak da bizleri en fecî hastalık olan Hak’tan gâfil kalmaktan sakındırmakta ve âyet-i kerîmelerde kullarına yakınlığını, her an onlarla olduğunu şöyle hatırlatmaktadır:

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4)

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16)

“…Şunu iyi bilin ki Allah, insan ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24)

“Doğu da Allâh’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allâh’ın yüzü (zâtı) oradadır...” (el-Bakara, 115)

Bu hususla ilgili olarak hadîs-i şerîfte de:

“Îmânın en üstün mertebesi, nerede olursan ol, Allâh’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” buyrulmuştur. (Hey­se­mî, I, 60)

YÜCE YÂR HUZURUNDA…

Cenâb-ı Hak her an ve her yerde bizimle beraberdir. Mühim olan bizim de her an ve her yerde O’nunla beraber olabilmemizdir. Bu şuurla yapılan küçücük bir amel bile dağlar misâli büyürken, Hak’tan gâfil olarak yapılan hiçbir şeyde hayır yoktur. Böyle gâfil bir gönlün kıldığı namaz ruhsuz, verdiği sadaka boş, ettiği duâ karşılıksız, yaptığı tevbe de tevbeye muhtaçtır.

Şu kıssa, bu hakîkati ne güzel izah eder:

Leylâ’nın aşkıyla çöllere düşmüş olan Mecnun, farkında olmadan namaz kılmakta olan bir kimsenin önünden geçer. Namaz kılmakta olan kimse selam verip namazdan çıktıktan sonra hiddetle seslenir:

“–Namaz kılanın önünden geçilmez, bilmez misin?!”

Mecnun, o kimseye şu mukâbelede bulunur:

“–Ben, Leylâ’nın aşkından seni göremedim ki! Asıl sen huzurunda namaz kıldığın Allâh’ın aşkından beni nasıl görebildin?!”

Demek ki bir fânîye sevdâlı gönlü bile, âşık olduğu kimseye dâir hissiyat kaplar. Onun gözü başka bir şey görmez. Bunun gibi, Hak âşıklarının ibadetleri de Allah ile kâmil mânâda bir beraberlik iklîminde tecellî eder. Bir gönül, Allah ile beraberlik zirvesine ne nisbette yakınsa, ibâdetleri de o nisbette seviye kazanır.

Hazret-i Âişe vâlidemiz buyurur ki:

“Rasûlullah J namaza durduğunda, zaman zaman yüreğinden kazan kaynaması gibi ses gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Hazret-i Ali d da ibâdet hayâtında müstesnâ bir huzur ve huşû iklîmine girerdi. Bir muhârebede ayağına ok isâbet etmişti. Iztırâbının şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Hazret-i Ali d :

“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi.

Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Hazret-i Ali d selâm verip; “–Ne yaptınız?” diye sorunca, oradakiler; “–Çıkardık!” dediler.

İşte kalbi Allah ile olanın ibadetindeki huşû ve mânevî haz bambaşkadır.

Öte yandan maiyyet, yani Cenâb-ı Hak’la beraberlik şuuru, sadece ibadetlere mahsus da değildir. O, mü’minin bütün hayatını şekillendirecek bir gönül kıvamıdır. İbadetler kadar, âile hayatını da, ictimâî hayatı da, kazancı da, harcamayı da, velhâsıl bütün beşerî fiilleri tanzim edecek bir mânevî hassâsiyettir…

EL KÂRDA GÖNÜL YÂR’DA…
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken uğradığı Bağdad şehrinde nur yüzlü genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden:

“–Yazık! Tam da en güzel şekilde ibâdet edecek bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” der. Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allâh ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu sefer:

“–Mâşâallâh! El kârda, gönül yarda!..” diyerek genci takdîr eder.

Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan aksakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak gıpta ile:

“–Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der. Sonra onun kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyâlık talebi içindir. Bunun üzerine rakik kalbi mahzûn olur.

İşte gönüller Allâh ile olduktan sonra dünya işlerinin zararı yoktur. Fakat dünya telâşının Hak’tan gâfil bıraktığı bir gönülle ibadetin mahzuru çoktur!..

İnsanoğlunun en kıymetli sermayesi zamandır. Zaman satın alınamaz, borç verilemez, borç alınamaz. Zaman nîmetinin en mühim kısmı ise, geçmişle gelecek arasındaki şimdiki andır. Zira geçmişe âit dosyalar kapanmış ve mühürlenmiştir. Artık o dosyalarda bir tâdilat yapmak mümkün değildir. Geleceğin ise hangi sürprizlere gebe olduğu meçhuldür. Bu yüzden mü’min, bu en kıymetli sermâyesini, yine en kıymetli olana hasretmeli, zamanlarını Allâh ile beraberlik içinde değerlendirmelidir.

Ahmed er-Rufâî Hazretleri buyurur ki

“Kul için vaktin bereketi odur ki, o vakitte Cenâb-ı Hakk’a yakınlık bulur.”

Abdullah bin Zeyd Hazretleri’nin hikmetle dolu pek çok nasihat ve sözleri vardır. Bir gün;

“–Hem dünya hem de âhirette yaşayan kimseye ne mutlu!” buyurdu.

“–Hem dünya hem âhirette nasıl yaşanır?” diye sorulunca;

“–Dünyada Allah Teâlâ’yı gönlünden çıkarmamak, (ilâhî kudret akışlarının tefekküründe derinleşerek) dâimâ duâ hâlinde yaşamak ve bu sâyede âhirette O’nun rahmetine mazhar olmakla.” cevabını verdi.

Bir gün, Hak dostlarından İbrahim bin Edhem’in yolu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’ne uğramıştı. Ebû Hanîfe’nin etrafındaki talebeler İbrahim bin Edhem’e küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam Hazretleri onların bu hâlini sezdi ve İbrahim bin Edhem’e:

“–Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!” diye seslendi.

İbrahim bin Edhem mahcup bir edâ ile selâm verip oradan ayrıldı.

Talebeler, dünya çapında zirve bir hukukçu olan Ebû Hanîfe’nin, bir dervişe gösterdiği ihtiram ve iltifata şaştılar.

İbrahim bin Edhem oradan ayrıldıktan sonra talebeler İmâm-ı Âzam’a:

“–Bu zât, sizlerle kıyas edildiğinde efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zât ona nasıl «efendimiz» der?” diye sordular.

İmâm-ı Âzam Hazretleri, kendisinin yüksek tevâzuunu da ifâde eden şu muhteşem cevâbı verdi:

“–O, dâimî bir sûrette Allâh ile meşgul, biz ise işin zâhiriyle...”

Ebû Bekir Şiblî Hazretleri de tasavvufu tarif ederken:

“İki dünyada Allâh ile beraber O’ndan başka bir şey görmemektir.” buyurmuştur. İşte tasavvufî terbiyenin ulaştırmak istediği gönül kıvamı, böyle bir beraberlik ufkudur.

HAK’TAN GAFLETİN FECAATİ
Hayatın med-cezirleri karşısında hamd, rızâ, teslîmiyet ve şükür göstereceği yerde nankörlük, şikâyet, îtiraz ve nâdanlık gösteren bir gönül, Allah ile beraberlik hassâsiyetini kaybetmiş demektir.

Zira bir kul, ne kadar Rabbiyle beraberse, Rabbi ona, şân-ı ulûhiyetinin fazlı ve keremiyle daha çok yakın olur. Zira Cenâb-ı Hakk’ın kuluna olan muhabbetinin beşer idrakine sunulmuş bir misâlini nakleden bir hadîs-i şerîfte2 ifâde edildiği üzere; bir kul, Rabbine bir karış yaklaşırsa, Rabbi ona bir arşın yaklaşır. Kul Rabbine yürüyerek giderse, Rabbi ona koşarak gider. O’nu zikrettiği her yerde onunla olur, rahmet ve yardımını ondan esirgemez.

Şu bir hakîkattir ki maddî-mânevî huzur ve refah içinde iken Rabbini unutmayan ve O’nunla beraber olan bir gönül, herhangi bir sıkıntıya uğradığında da Rabbini yanında bulur. Kul, imtihan edildiği zorluk ve sıkıntıya sabredip ecrine tâlip olursa Allah ona sabır ve sebatı kolaylaştırır. Şayet kurtulmayı dilerse, Allah ona nusret ve rahmetiyle kâfî olur.

Allah Teâlâ, fâil-i muhtardır, yani fiilinde serbesttir. O, kullarını nîmetle de mahrûmiyetle de denemeye tâbî tutar. Ağır imtihanlarda bile kulun Rabbiyle olması, onun îmanda sadâkatinin tescîlidir. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak en büyük imtihanları en sevdiği kullarına vermiştir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hattâ peygamber ve beraberindeki îmân edenler; «Allâh’ın yardımı ne zaman?» derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)

Bu sebeple bir müslümanın, meşakkat veya zorluklarla karşılaştığında ümitsizce sızlanmaya ve; “Kulu olduğum Allah niçin bu zor zamanımda yanımda değil?” nevinden ucu küfre sarkan isyan ifadeleri kullanmaya aslâ hakkı yoktur. Zira bu imtihan âleminde Allah kulunu imtihan eder; -hâşâ- kul Rabbini değil!

Bu sebeple hayatın zorluklarıyla karşılaşan bir mü’min;

“…Mahzûn olma, Allah bizimle beraberdir...” (et-Tevbe, 40) âyetindeki maiyyet telkinini hatırlayıp Cenâb-ı Hak’la beraberlik ve dostluğun huzurunu yaşamalıdır. Dünya imtihanında en çok çile çemberinden geçen peygamberler ve sâlih kullar da dâimâ bu huzuru yaşamış ve tevzî etmişlerdir.

Unutmamak gerekir ki gönülleri Allah ile olan kâmil mü’minlere, dünyada da âhirette de hüzün ve korku yoktur. Cenâb-ı Hak, onlara son nefeslerinde olan ikrâmını ve uhrevî müjdeleri şöyle bildirir:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

Bu ilâhî müjdelere nâiliyetle neticelenecek şekilde hayatın med-cezirleri ve nefsânî fırtınaları karşısında dâimâ Hakk’ın huzurunda sâbit kalabilen gönüllere ne mutlu!

Şunu da hatırlatalım ki, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin tuğyân ettiği üç aylar mevsimine girmiş bulunuyoruz. Bu aylar, mânen, bereketli bahar yağmurları gibidir. İşte bu mübârek aylarda, rûhundan âleme rahmet taşıran, merhamette zirveleşen, affedebilmenin hazzını duyan, çile ve ıztırapları sabır silâhıyla bertaraf eden, Hakk’ın rızâsının lezzeti içinde hiç kimseyi incitmeyen ve hiç kimseden incinmeyen, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta çiçekler gibi tebessüm eden mü’minlere ne mutlu!

Cenâb-ı Hak, kendisiyle maiyyet duygumuzu artırarak bu mübârek ayların bereketinden lâyıkıyla istifâde edebilmemizi nasip ve müyesser eylesin!

Rabbimiz, her zaman ve mekânda Allah ile beraberlik şuurunu gönüllerimizin saâdet hazînesi kılsın! Cümlemizi, bu dünyada maiyyet iklîminde yaşatıp ukbâda da yüce cemâlini müşâhede nîmetiyle şereflendirdiği mesud ve bahtiyar kulları arasına ilhâk eylesin!
Âmîn!

Dipnotlar: 1) Bkz. Kurtubî, Tefsîr, XI, 323, 327. 2) Bkz. Buhârî, Tevhîd 15, 35, 55; Müslim, Tevbe 1, Zikir 2, 19.

Din Eğitiminde Namaz ve Çocuk

Eğitimde çocuğu tanımak esastır. Hele ki din eğitimi gibi hassas bir konunun, en önemli kısmını oluşturan imân duygusunun işlenişi hususunda, çocuğun psikolojik yapısının çok iyi bilinmesi gerekmektedir. Bir düşünür bu gerçeği, “Çocuk zekâsını çok iyi tanıyan bir zâtın onlara mahsus bir akâid kitabı yazmasını pek isterim.” ifadesiyle dile getirmektedir.

İnsan psikolojisini bilmek, toplum yönetiminde vazgeçilmez bir esas olduğu gibi, çocuğun ruhî yapısını tanımak da psikolojik bir prensiptir. Nasıl ki, çiftçi toprağını, heykeltraş da işlediği mermerin cinsini ve özelliğini tanımak zorundaysa, eğitimciler de çocuğu her yönüyle; bütün karışıklığı ve sadeliğiyle tanımak mecburiyetindedir. Bu ifadeler, öncelikle çocuğun duygusal ve ruhsal gelişimi hakkında bilgi sahibi olmanın gereğini belirtmektedir. Çocuklarımızı tanırken nelere dikkat etmemiz gerektiğini pek çok kez sizlere sunduk ve sunmaya devam edeceğiz. Ama şimdi gelin, din eğitimi ve özellikle namaz ve çocuk ile ilgili neler yapmamız gerektiğini hep birlikte inceleyelim.
........

Camileri sevdirmeliyiz

Eğitimin en önemli ayağı mescit ve camilerin sevdirilmesidir. Camiler, mescitler, çocuklara sevdirilmeli ve problemlerinin çözüldüğü mekanlar olduğu gösterilmelidir. Bu mekanlarda ve çevresinde cami görevlilerince düzenlenen kültürel etkinlikler, sportif yarışmalar çocukların ilgisini çekecektir. Böylece çocuklar camilerin yalnız ihtiyarların, belli zamanlarda girip çıktığı yerler değil bütün insanların huzur ve mutluluk duyduğu mekanlar olduğunu görecek, cami görevlilerini kendilerini kovalayan asık suratlı insanlar değil, sevecen ve iyilik timsali insanlar olarak tanıyacaktır. İçinde bulunduğu bunalımlı durumu rahatlıkla paylaşabilecektir.

Çocukken girmesi yasak edilen bir yere büyüyünce nasıl alıştırılacak bu çocuklar?
Oysa çok bilinen bir hadisi şerifte “Çocuklarınız yedi yaşına girince onlara namazla emredin” (Ebu Davut) buyurulmaktadır.

Babalar iş başına!
Sahih hadislerde, cemaatle kılınan namaza verilecek sevabın tek başına kılınan namazın sevabından 25 veya 27 kat olduğu, ayrıca cemaate katılanların sayısı arttıkça kılınan namazın sevabının da artacağı haber verilmiştir.
Bilhassa babalar, erkek çocuklarını eğitmekte çok dikkat etmelidirler. Çünkü erkek çocuklar önlerinde örnek olarak babalarını görür ve onun gibi hareket etmeye özen gösterirler. Vakit girince cemaatle namaz kılmaya yarışırcasına gitmelerini sağlamak için çocuklarını teşvik etmelidirler. Gündüz rızk peşinde koşan babalar akşam ve yatsı namazlarını çocukları ile kılmaya özen göstermelidir. Camiye gitmeyi adet edinen bir çocuk, kendi iç yapısında imanın ruh ve mayısını kökleştirir. Allah’a itaatin zevkini ve heyecanını taşır. Aynı zamanda iyilikler ve kötülükler hususunda İslâm’ın buyruklarına baş eğip teslimiyet gösterir

Efendimiz’i (S.A.V.) örnek alalım
Çocukları camiden uzaklaştırma hareketini kim yaparsa yapsın ve bu gereksiz titizliğe göz yuman kim olursa olsun ne insanlıktan ne de Hz. Peygamber’in hayatından haberi var demektir. Hz. Peygamber (S.A.V) yakın çevresindeki çocuklara ve torunlarına o kadar ilgi ve sevgi göstermiştir ki; camide namaz kıldırıyorken bile çocuklar omzunda ve sırtındadır. Hz. Zeynep’ten torunu Umame bu çocuklardan biridir. Hz. Peygamber onu namazda omzuna alır, rükuya gittiğinde yere kor, kalktığında tekrar omzuna alırdı. (Kütüb-ü Sitte).

Bazen Hz. Peygamber secdeye gidince Hz. Hasan ve Hüseyin gelip sırtlarına binerlerdi. Hz. Peygamber secdeden kalkarken onları yumuşak bir şekilde alıp yere koyarlardı. Secdeye gidince onlar yine sırtına binerlerdi, bu durum namaz bitene kadar devam ederdi.

Çocuk terbiyesinde dini terbiyeye öncelik verilmesine rağmen günümüzde Müslümanların çocuklarının yetişmesinde, bütün gayret ve maddi manevi imkanlarını, sadece dünyevi geleceklerini kazanma doğrultusunda harcamaları, onların, ahiretlerine yatırım yapmamaları inançlarına son derece aykırı bir durumdur. Namaz bitince de çocukları alır dizlerine oturturlardı. Bir defasında Hz. Peygamber secdedeyken sırtına Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin binince, ininceye kadar secdeyi uzatmıştı. Bir başka zamanda da hutbe okuyorken Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin camiye girince sözüne ara verip aşağı inmiş ve onları kucağına almıştı.” (Nesai)

Kur’an-ı Kerim açısından, aile terbiyesinde imandan sonra namaz öncelikli bir yer alır. “Ehline (yani aile halkına) namazı emret! O hususta sabır da göster. (Taha/132) ayetinde “ailene namazı emret” dedikten sonra, ayrıca onun hakkında sabretmenin emredilmesi çok manidardır. Usanmadan emir ve ilginin devam ettirilmesi ve mutlaka neticenin alınması gerekmektedir.

Hz. Peygamber’in çocukları irşadlarında namaz üzerinde çok durduğu görülmektedir. Enes (r.a) Tahrim Suresi’ndeki “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun” mealindeki ayet nazil olduğunda Hz. Peygamberin sabah namazına çıkarken altı ay Hz. Fatıma’nın kapısına uğrayıp onları namaza çağırdığını bildirmektedir.

Din Eğitiminde Örne Olma ve Temsiliyet

Kendisi dindar olduğu halde çocuğu dinle-diyanetle hiç ilgili olmayan anne-baba gerçekten çok fazla. Bunun bir tek sebebi yok elbette. Ama sebeplerden biri de, hiç şüphesiz, çocuğun dini öğrenme sürecinde ebeveynlerin yaptığı hatalar. Bu hatalara ve ne yapılması gerektiğine kısaca göz atalım isterseniz.

Çocuklarda değer ve inançlar 2-3 yaşından itibaren şekillenmeye başlar. Bu yaştan itibaren çocukta din ve ahlâk gelişimi, bir yandan aile bireylerinin tutum ve davranışlarını taklit yoluyla kazanılırken, diğer yandan çocuk, çevrede olup bitenleri kavrayabilmek ve varoluş nedenlerini anlamak için yoğun bir çaba içerisine girer. Çünkü inanma ihtiyacı, yeme, içme, sevme, saygı görme gibi temel ihtiyaçlardan biridir.
........


Yakan Allah nasıl sevilir?
İnanma ve bir değer sistemine mensup olma bu kadar tabii bir süreç olduğu halde, çocuğun dini eğitiminde genellikle tatbik edilen ödül-cezaya dayalı anlayış, işi büyük ölçüde zora sokar. Yani çocuğu disipline etmede yetersiz kalan ebeveynler, çok yanlış bir tutumla, görünmez bir varlık olarak Allah’ın adını devreye koyarlar. Yaramaz çocukları Allah’ın cezalandıracağını söylerler.

Şu ifadeyi çocukluğunda duymayanımız veya çocuğuna söylemeyenimiz yok gibidir: “Gördün mü, bak benim sözümü dinlemedin, düştün. İşte Allah seni böyle cezalandırdı!.”

Daha vahim olanı da, henüz doğru-yanlış kavramını edinememiş küçük çocuklara “Allah yakar” ifadesi ile dini eğitim verilmeye çalışılmasıdır. Yazık ki çocuklar için derlenen dini hikayeler de pek farklı değildir: Şefkatinden, merhametinden daha çok, cezalandıran bir Allah anlatımı... Ve bir çocuğun anlayış seviyesine hitap etmekten çok uzak sebeplere bağlı olaylar.

Çocukluğumda, uzunca bir müddet kendi ellerimle beslediğim, kırda-bayırda yalnızlığımı paylaştığım biricik kuzumun günün birinde kesilerek bayram yapılmasını anlamakta güçlük çekerdim. Bir kurban bayramında yine kuzum kesileceği için ağlamaktaydım. Amcam, beni teselli etmek için olsa gerek: “Niye ağlıyorsun? Bu kuzu kesilmeseydi yerine bir çocuk kesilecekti” deyiverince dehşete kapılmıştım.

Hz. İsmail (A.S.)’ın kurban edilme teşebbüsündeki ilahi hikmeti anlayabilmem ve bir çocuğa kurbanın hikmetinin böyle anlatılmasının yanlışlığını görebilmem, ancak uzun yıllar sonra gerçekleşti!..

Diğer taraftan, ilköğretim çağındaki çocukların dini eğitimi için hazırlanmış hikaye kitaplarının önemli bir bölümü de dövüş ve savaş motiflerinden oluşmakta. Gerek ders kitaplarında, gerekse din ve tarih kitaplarında, Hz. Peygamber (A.S.)’ın hayatına sadece hicret ve yaptığı savaşlarla değinilir. Keza İslâmiyet’in yayılışı bahislerinde de hep savaşlardan söz edilir. Oysa “gönül erleri”nin bu konudaki katkısı daha fazladır. Ve hâlâ birçok kesimde çocuklara iman esasları ve Yaratıcı’yı sevmeden önce “cihad” öğretilmeye çalışılır.

Demek ki çocuğumuzun dini eğitiminde “neyi, niçin öğretmeliyiz?” sorusunun doğru cevabını aramalı, çocuklarımızın inanç sistemini sağlam temeller üzerine inşa etmeliyiz.

“Çocuğumun şansına” diyerek dua-niyaz edip, çocuğuna piyango bileti çektiren bir anne veya yine aynı temennilerle çocuğuna loto-toto doldurtan bir baba ne yapıyor dersiniz? Söyleyelim: Hem kendi maddi hayal ve beklentilerini çocuğa yüklemekte -ki bu taşınması çok zor bir yüktür- hem de çocuğun inanç sisteminin temeline dinamit koymaktadır. Şansına bir ödül çıkmazsa, çocuk Allah’ın kendisini sevmediğini düşünmez mi dersiniz?..

Çocuklarda yaşlara göre Allah tasavvuru
Batıda, “Ana Sınıfı Çocuğunun Dinî Eğitimi” araştırmalarında, ana sınıfı çocuklarının Allah tasavvuru ile ilgili örnekler kısaca aşağıya alınmıştır. Okuyucunun mukayese yapabilmesi açısından, araştırma sonuçlarına dayalı Türk çocuklarındaki Allah tasavvuru konusu yine örnekleri ile verilmiştir. Daha sonra da 7-9 ile 9-12 yaş grubu çocuklarının Allah tasavvurlarını incelemeye çalışacağız

* 5 yaş grubundan bir örnek:

A- Annem ne dedi biliyor musun? Allah her zaman bizimle berabermiş. Gece ve gündüz.

B- Doğru, ben de biliyorum. Belki de şu anda da bizimle beraberdir.

* 7 yaş grubundan bir örnek (Gece bitişik çiftlikteki koyunları kimin koruduğunu tartışırlarken):

A- Bence Allah koruyordur. Herkes uykuda iken O, onlarla ilgileniyor.

* 9 yaş grubundan bir örnek:

A- Komşumuzun yaşlı annesi öldüğünde “Allah onu yanına aldı” dediler.

B- Allah onu nasıl yanına çekmiş olabilir ki?

A- Bir mıknatıs kullanmış olamaz mı?

Ülkemizde ise;

5-6 yaş grubundaki çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, bu yaşlardaki çocuklar, Allah’ı, çocuğa göre en uygun mekân olan gökyüzünde düşünmektedirler. Diğer bir cevap kategorisinde ise ‘Cennet’ttedir’ cevabı alınmıştır. Öyle anlaşılmaktadır ki, takriben 9 yaşlarına kadar çocuklar kendilerine göre ‘yukarıda, gökyüzünde, Cennet’te’ gibi, Allah’a (c.c.) en yüksek yeri izafe etmektedirler.

Aynı şekilde, Cenab-ı Hakk’ı her an yanlarında hissedip hissedemedikleri sorulduğunda, dinî hakikatleri kısmen de olsa doğru bir şekilde yansıtan, Allah’ın, özellikle ibadet anında insanın yanında olduğu şeklindeki cevaplar da alınabilmiştir. Bu yaş grubundaki çocukların büyük bir kısmı, Allah’ın görülemez olduğunu kabul etmektedirler. Çocukların çok azı ise, “Allah kalbimizde olduğu için göremiyoruz” ya da “O büyük bir güçtür” gibi cevaplarıyla, bu yaş kategorisi için gelişmiş sayılabilecek bir seviyede olduklarını göstermişlerdir.

“Allah bizi sever mi? Eğer seviyorsa niçin seviyor?” şeklinde düzenlenen sorulara vermiş oldukları cevaplardan hareketle, -çocuğun ‘sevgi’ kelimesine yüklediği manâlar ne olursa olsun- çocuklar, kendilerini mutlak olarak seven bir Allah’a inanmaktadırlar denilebilir. Araştırmadaki çocukların hepsinin “Evet, Allah bizi sever” şeklindeki cevapları, konumuz açısından oldukça önemlidir (Ay, Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım, s. 92-96).

İnsan fıtratının temellerinden biri olan Allah sevgisi çok kıymetli, İlâhî bir armağandır. Elverir ki, ebeveynler de bunun farkına varsın ve geliştirsinler. Çünkü, çocukların dinî eğitim ve öğretimlerinde yanlış kullanılacak metotların, ne gibi istenmeyecek sonuçları olabileceği, sanırız şimdi aşağıda aktaracağımız vakadan rahatlıkla görülebilecektir:

Babası, çocuğunun dini bilgileri öğrenmesi için ona zaman zaman kitap okurdu. Çocuk iyi dinlemediği ya da babasının sorduğu soruları tam olarak cevaplayamadığı zaman babası dayanamaz:

- Sen kendini Allah’a vermezsen olmaz. Kendini Allah’a ver ki O da sana yardım etsin, işlerini kolaylaştırsın. Sen gayret etmezsen Allah sana yardım eder mi? Benim sersem oğlum” der, bir yandan da neresine gelirse acımadan vururdu.

Çocuk büyüdükçe oyuna düştü.

Dersini babasının istediği gibi yapamaz oldu. Hemen her gün bir fasıl dayak yedi. Neticede dinden de okumaktan da nefret ediverdi (Salzmann, s.77).

7-9 yaş grubu çocuklarda Allah tasavvuru
Allah’ın varlığı, özellikle Zâtı ile daha çok 7-9 yaş grubu çocuklar meşgul olmaktadırlar. Onlar, başta Allah’ın büyüklüğünü, nasıl, nerede, niçin bir tane olduğunu ve eşi-benzeri bulunmadığını merak ederek; “O, yemez, içmez, uyumaz; O’nun bunlara ihtiyacı da yoktur. Peki ama, yeri-göğü yaratan, çiçeklerle donatan Allah’ı nasıl anlamalıyız?” gibi gaybî alanlara ait sorular da sormakta, anlamaya çalışmaktadırlar.

Bundan başka, bu yaştaki çocuklar, Allah’ı çok yüce, her şeyden ve herkesten büyük, her şeyi yaratan, her şeyi bilen, duyan ve gören, göz, kulak ve akıl gibi nimetler veren, kullarını koruyan, acıyan, şefkat eden, kötüleri cezalandıran; dünyayı, insanları, hayvanları, bitkileri, içecekleri yaratan, insanları rızıklandıran, büyüten, terbiye eden yüce bir varlık olarak görmektedirler. Dolayısı ile, 7-9 yaş grubu çocuklarının Allah tasavvuru, artık bu yaşlardan itibaren açıklık kazanmaya başlamıştır denilebilir (Ay, Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım, s.112).

Bu yaş grubundaki çocuklara, Allah’ın varlığı ve birliğini, eşi ve benzeri olmadığını izah edebilmek için daha çok görüp-izleme metodu kullanılabilir. Şöyle ki:

Allah’ın yaratıklarını inceleyerek O’nun yaratıcı sıfatını anlatabilmeli, iyiliği ve adaleti uygulama örnekleri ile Allah’ın Rahman, Rahim ve Âdil sıfatlarını benimsetebilmeliyiz. Allah’ın varlığını anlatma hususunda mümkün olduğunca hayattan alınmış örnekler ve konularla çocuğa yaklaşabilmeliyiz. Çocuğu, tabiat ve kâinat üzerinde düşündürmek, ona soru sormasını, gözlem, inceleme ve araştırma yaparak sonuçları değerlendirmesini öğretmek, tasavvurlarının güçlenmesine yardım edici yollardır. Çocuğun etrafında gördüğü varlıklardaki renk, güzellik, şekil ve düzenden haberdar olması, bunları fark edebilmesi, Allah’ı tanıma, bilme, inanma ve O’nu sevmesi yolunda güçlü bir adımdır (Selçuk, s.109).

9-12 Yaş grubu çocuklarda Allah tasavvuru
Çocukta Allah kavramının şekillenmesinde birinci faktör yaş ise, ikinci faktör de aile fertlerinin veya yakınlarının İlâhî varlık karşısındaki tutum ve davranışlarıdır.

Yavuz’un, 9-12 yaş çocuklarında, dinî duygu ve düşünceyi tespit amacı taşıyan bir araştırmasının konumuzla ilgili sonuçları özetle şöyledir:

“Allah denince aklına neler geliyor? O’nu nasıl düşünüyorsun?” sorusuna bu yaş grubundaki çocukların vermiş oldukları cevaplarda “Allah’ın her yerde olduğu” tasavvuru yüzdelik oranı itibarı ile ilk sırada yer almıştır. Bu, oldukça önemlidir. Çocukların bu soruya verdikleri cevaplar altı ana grupta şu şekildedir:

1. Allah, ilâhî bir varlık olarak tasavvur edilmektedir.

2. Allah, her şeyin yaratıcısıdır.

3. Allah, hayat veren, yardım eden, istekleri karşılayan, koruyan ve gözetendir.

4. Allah, gören, duyan, her şeyi bilen, güçlü ve dilediğini yapandır.

5. Allah, kişilerin ve toplumların hayatlarını düzenleyendir.

6. Allah, esirgeyen, bağışlayan ve affedendir (Yavuz, s.166-168).


Sonuç
Çocuklarımıza, “Allah’a inanma, O’nu kâinatı, anne ve babaları, arkadaşları, yeri, göğü, çiçekleri, güneşi, ayı yaratan, bütün canlıları besleyen İlâhî Varlık olarak tanıtma ve sevdirme, her an O’nunla beraber olma duygusu ve O’na karşı şükür hissi” kazandırılmalı ve bunun insan şahsiyetinin oluşup gelişmesindeki, ayrıca onu korumadaki rolü, mevzu üzerinde ehemmiyetli bir şekilde durularak anlatılmalıdır. Şöyle ki: Allah’ı tanımanın, O’na inanıp bağlanmanın ve sürekli O’nu hatırda tutmanın, insaniyetin temeli ve her türlü ahlâkî düşüşlerin önüne geçebilecek bir güç olduğu çocuğa fark ettirilmeye çalışılabilir. “Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” (57:4) âyet-i kerimesinin hayatlarındaki önemine de dikkat çekilebilir. Hayatın problemleri karşısında Kur’an-ı Kerim’in getirdiği çözüm yollarından haberdar edilerek, dengeli bir tavrın, yani orta yolda olmanın ne demek olduğu çocuklara öğretilebilir. Hayattaki iniş ve çıkışlarda, Allah’a inanmanın değeri hakkında bilgi verilebilir ve imanlarının aksiyon hâline gelebilmesinin örnekleri sunulabilir

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...