23 Ekim 2012 Salı

Mevlana'da AŞK ve İLİM..

Çağının ve yaşadığı coğrafyanın sınırlarını aşan Mevlâna; sufi kimliğinin yanı sıra, âlim, şair ve mütefekkir bir şahsiyettir. O düşüncelerinin merkezine insanı ve ilahî aşkı yerleştirmiş, bütün dünya insanlığını muhatap alarak eserlerini meydana getirmiştir.
Mevlâna’nın yaşadığı dönemden sekiz asır sonra bile düşüncelerinin rağbet bulmasında, eserlerinin günden güne artan ilgiyle okunmasındaki sebepler arasında ilim anlayışı ile aşka bakış açısının önemli bir yeri vardır.

Bugün Amerika’da Mevlâna’nın eserleri en çok satan kitaplar arasında yer almaktadır. Mevlâna ve Mevlevîlik Batılı aydınlar arasında da ilgiyle takip edilmekte ve olumlu etkiler uyandırmaktadır.

Mevlâna hakkında araştırma yapan bazı kişiler ona hümanist, filozof vb. birtakım sıfatlar ekleyerek onun gerçek kimliğini gözardı etmektedirler. Aslolan Mevlâna’nın iyi bir Müslüman olduğudur. Ondaki güzelliklerin kaynağı mensup olduğu İslâm dininden kaynaklanmaktadır. Ona eklenen hiçbir sıfat bu hakikati gölgelememelidir. Mevlâna’nın hayatta iken söylediği şu sözler kimliğini açıkça göstermektedir: “Canım bedenimde oldukça Kur’ân’ın kuluyum, Muhammed Mustafa’nın yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden başka bir söz naklederse; ondan da şikâyetçiyim ben, bu sözden de şikâyetçiyim.”

Bu ifadelerde de açıkça görüldüğü gibi onun temel referans kaynakları Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemdir.

Mevlâna, Türk tasavvuf hayatının önemli ve etkili bir sufisidir. Onun tasavvufî görüşlerinin oluşmasında önemli rol oynayan üç temel şahsiyet ve bu şahısların mensubu olduğu üç düşünce sistemi vardır. Bunlar: Muhyiddin Arabi - Vahdet-i vücud Mektebi, Necmeddin Kübra - Kübrevilik ile Melametilik; Şems-i Tebrizi - Kalenderilik’tir.

Yaşadığı devrin birtakım sosyal ve siyasî karışıklıkları karşısında Mevlâna her zaman huzur ve sükûnetin temsilcisi olmuş, halka ümit ve güven telkin etmiştir. Zamanında başka dinlerin mensuplarıyla da iyi diyaloglar kuran Mevlâna, onların gönüllerini fethetmesini bilmiştir. Eserleri incelendiğinde de herkese kucak açan, bu kuşatıcı bakış açısı görülmektedir.

Mevlâna ve Aşk
Kelime olarak aşk, sarmaşık demektir. Bir nesnenin bir nesneyi sarmasıdır. Maşuk da âşıkını sarmaşık gibi saracaktır. Bu sarış, âşığın maşukta yok olmasıyla son bulacaktır. Sarmaşık nasıl sarıldığı yeri kaplarsa, aşk da girdiği kalbi, daha doğrusu kalpten başlayarak insanın bütün vücudunu sarar. Aşk, her durum ve hâliyle kişiyi hakikate erdirir. Sevmenin ne olduğunu öğretir. Mevlâna’ya göre aşk, öyle bir kimyadır ki o ancak can madeninde bulunur. Aşk, varlığın en esaslı, en sırlı sebebidir.

Kudsî hadis olarak da ifade edilen bir beyanda Allah Teala Hz. Peygamber salllallahu aleyhi ve selleme: “Sen olmasan, sen olmasan; bu gökleri yaratmazdım.” şeklinde hitap eder. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, Allah celle celâlühün en sevgili kuludur, habibullahtır. Bu sebeple kâinatın mayasının aşk olduğunu söyleyebiliriz. Yine, kudsî hadis olarak aktarılan bir başka beyanda yer alan “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim ve halkı (âlemleri ve insanı) yarattım.” ifadesi de insanın yaratılmasındaki yegâne maksadın Allah’ı tanımak, sevmek ve kulluk etmek olduğunu açıkça anlatır. Mademki kâinatın yaratılışı ve devamı sevginin neticesidir, öyleyse her insan bu sonsuz sevgiden nasibini almalıdır. Bu düşünceden hareketle Mevlâna, her insanın bu sevgi dairesine dâhil olmasını hedefler. Ancak bu sevgi; yaratıcıyla, kâinatla ve insanlıkla bütünleşen, hiçbir zaman azalmayan ve zedelenmeyen hakiki bir sevgi olmalıdır. Tasavvufta “kesbî” olarak nitelenen bu sevgi; mecâzî veya beşerî aşk değil, “İlahî aşk”tır.

Mevlâna, tasavvufun tanımı için şöyle der: “Tasavvuf aşk ve vecdle ilahî vuslata erişmektir. Can ve beka âlemidir.” “Aşk ve vecd ile ilahî vuslata ermek” yani bu tanıma göre tasavvuf, seven ile sevilenin birleşerek tek vücut hâline gelmesidir. İki iken bir olmaktır. Tasavvufun özü aşktır. Tasavvuf coşkun bir aşk hâlidir. Mevlâna da tanımında bu hakikate işaret ediyor. Tasavvufî manada aşk ve vecd hâlini yani coşkunlukla Hakk’a ulaşmak olarak tanımlamıştır.

Mevlâna, “Aşk deliliktir biz delinin delisiyiz.” der. Aşk duygusu o kadar ulvî bir duygudur ki fâni varlık karşısında duyulan, hissedilen her şey bu merhalede teslimiyete ulaşacaktır. Artık kişi hakiki varlık karşısında sonunun mutlu bir şekilde biteceğini ümit ederek ilahî aşk yolunda yürümeye başlayacaktır. Yani Allah celle celâlühün tecellisi olan kul, kendi benliğinden sıyrılıp mutlak hakikatle birleşecektir.

Mevlâna, bu aşkın en son merhalesi için ise şöyle der; “Eğer benden başka senin gözlerinde sen kendi nakşını görürsen onu hayal bil, defet, sür gitsin. Bu aynı zamanda vahdet-i vücud yani vücut birliği, iki iken bir olma hâlidir. Mesnevi’de şöyle bir hikâye anlatılır: Birisi geldi sevgilinin kapısını çaldı. Sevgilisi “kimsin?” diye sordu. Kişi “benim” deyince “git” dedi. Şimdi zamanı değil burada ham kişinin yeri yok. Ham kişiyi ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir? İkiyüzlülükten kim kurtarabilir? O yoksul gitti tam bir yıl yollara düştü. Sevgilinin ayrılığı ile kıvılcımlar saçarak cayır cayır yandı. O yanmış yakılmış kişi pişti olgunlaştı. Geri geldi yine sevgilinin kapısına dayandı. Korku ve edeple kapının tokmağına dokundu. Sevgilisi “kapıdaki kim?” diye bağırdı. Adam “A gönüller alan, kapıdaki sensin!” dedi. Sevgilisi “Mademki bensin gel içeri gir; zira ev dar, iki kişi sığmıyor” dedi.

Mevlâna bu birlikteliği şu şekilde özetler: “Senin gözün gönlüme göz olunca bu görmeyen gönül göz kesildi. Gözün ta kendisi oldu.”
Mevlâna’ya göre sözün menşei üçtür: nefis, akıl ve aşk. Nefisten gelen söz, bulanık ve tatsızdır. Aklın sözü, akıllılarca makbuldür ve birçok faydaların kaynağıdır. Aşkın sözü ise söyleyeni mest, dinleyeni kendinden geçirip neşelendirir.

Aşk ile tasavvufî mertebeler aşılacaktır: Mevlâna “Yedinci kat göğün üstüne çıkmak istiyorsan aşk, bir güzel merdivendir a oğul!” derken bu hakikate işaret eder. Allah celle celâlüh katında aşkın değeri çok üstündür. Mevlâna “Kıyamette namazları, oruçları, sadakaları getirip teraziye koyarlar. Fakat aşk teraziye sığmaz. Bu yüzden asıl olan aşktır ” der. Ayrıca herkesi âşık olmaya davet ederek “Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!” diyerek aşka meyli olmayanlara acımaktadır. Hâsılı, kâmil bir ubudiyet içinde olan kulun nihaî hedefi ilahî aşk olmalıdır.
Aşk yolunun peygamber yolu olduğunu belirten Mevlâna, “Aşksız yaşama ki, ölü olmayasın; aşkla öl ki diri olasın.” sözleriyle bu manadaki aşkın kişiyi ölümsüzleştirdiğini ifade eder.

Mevlâna “İlahî aşk ateşi gelip de, kendinden başka ne varsa yakıp yandırırsa, işte o zaman gönlünde ne varsa, yanınca sevin, tatlı tatlı gül” sözleriyle aşkta esas olanın sevgiliden başkasını düşünmeme ve ilgilenmeme olduğunu anlatır. Aşkın varlığı, kalpte sevgiliden başkasını yakar ve yok eder. Aşkın aslı yok olma, kendi benliğinden geçmedir. Gerçek aşka ulaşanlar geçici aşklara meyletmezler. Hakiki aşk kalpteki diğer sevgilerin tamamını yok edecektir. Nitekim Kur'ân’da “Allah, hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır.” mealindeki ayetle de hakiki aşkta, kalbin mutlak sevgiliyle dopdolu olması gerektiği anlatılır.

Her güzelliğin kaynağını aşka bağlayan Mevlâna şöyle der: “Aşk olmayınca neşe ve sevinç artmaz. Aşksız olursa en güzel vücut bile salınamaz. Buluttan denize yüz damla düşer ama aşk harekete gelmedikçe hiçbiri sedefte inci olamaz. Dünyanın her parçası aşktır. Eğer gökyüzü âşık olmasaydı göğsü gönlü böyle saf lekesiz olur muydu? Eğer güneş de âşık olmasaydı onun yüzünde bir parıltı bu ışık olur muydu? Yeryüzü ve dağ âşık olmasalardı her ikisinin gönlünden bir ot bile bitmezdi. Eğer deniz aşktan habersiz olsaydı böyle dalgalanabilir miydi? Elbet bir yerde donar kalırdı.”
Aşkın hayat verdiğini, gönülleri yumuşattığını söyleyen Mevlâna Celaleddin Rûmî, Divan’ında aşkla ilgili şunları söyler: “Âşıkların gönülleri ateşe benzer, bedenleri mangala. Aşk uçuşuna dünya dardır. Aşkla, taş yürekler bile yumuşar, yumuşar da gönül taş bile olsa mücevher kesilir. Aşk yüreklere hayat verir. Aşk atına bin, artık yolu düşünme çünkü aşk atı pek rahvandır.”

Aşkın bedeli sevgili uğruna canını verebilmektir. Mevlâna, “Aşka tutulan can derdine düşmez” der.

Mevlâna, âşık olmayı bir imtiyaz, ilahî bir lütuf olarak görür ve “gerçek bir cana aşka düşmekten kurtuluş yoktur” der. Fîhimâfîh adlı eserinde de bu konuya işaretle şöyle der:

“Vücudumuz Meryem gibidir. Bizim herbirimizin içinde bir İsa vardır. Aşk ızdırabıyla büyük acılar bizde zuhur ederse o zaman İsamız doğacaktır.” Burada ifade edildiği gibi insan, aşkın tecellilerini, Rahmanî esintileri beklemeli, buna hazırlanmalıdır. Herkes kendi alıcısının gücü ve kapasitesi nispetinde bu tecellileri alabilecektir.

O halde âşık olmak için ne yapmamız gerekir? Bu soruya yine Mevlâna’nın tavsiyesi ile cevap vermek gerekirse; O, “Kulluk et belki sen de âşık olursun.” der. Bunu yaparken yine Mevlâna’nın deyişiyle, Allah celle celâlühü bir şey ummadan bir karşılık beklemeden sevmek gerekir.

Mevlâna kâinatta her şeyin kendi hâlince aşk içinde olduğunu, aşk ile hâllendiğini ifade eder. Mayası aşk olan kâinata da yakışan elbette budur. Mesnevi’sinin bir başka yerinde aynı hakikate işaret eder:

“Feleğin aşk yüzünden bir kararı durup dinlenmesi yoktur. Ey gönül! Sen de durup dinlenmeyi arama; yıldız gibi dön dolaş! Bütün varlıklar onun çevgeninin önünde bir top gibidir. Onun çevgenine yani Hakk’ın takdirine uyar, o çevgene secde ederler. Ey gönül sen de yüzbinlerce varlığın bir parçasısın. Nasıl olur da onun hükmüne karşı karasız bir hâle gelmezsin. Hakikat şarabını aşk kaynatır, coşturur. Ve doğru sözlü doğru özlü âşıka gizlice sakilik eden aşktır. Allah’ın inayeti ile aşka ulaşmayı dilersen şarap can suyudur, sürahi de beden.”

Aşk, insanın bütün hayatıyla iç içe olan sihirli bir kelimedir. Aşk, bazen insanın gaye-i hayalî olur, bazen de ölüm sebebi. İnsanı yaşatan aşktır. Aşksız gönül olmaz. Aşk, bir demir dağı delip boynuna asmak gibidir. Aşk, çile demektir. Aşk, kor bir ateştir, öyle ki etrafında bulunan her şeyi yakar, yıkar, kül eder. Yani bir yürekte aşk varsa başka bütün sevgiler yanar kül olur. Sevenden sevilenden başka ne varsa yakar, hatta sevgili için kendini de yakar, pervane örneğinde olduğu gibi.

Tasavvufta vuslat iki iken bir olmak, birbirinde yok olmaktır. Aşkın bu yolculuğu ile ilgili olarak Mevlâna:

“Aşk ateşi önce sevilene düşer, ondan da âşıka sıçrar. Muma bak da gör. Önce kendisi yandı, sonra pervaneyi yaktı. Sen bir gölge varlıksın, fakat güneşe âşıksın, güneş gelince gölge yok olur, gider. İki âlem de aşka yabancıdır. Aşkta yetmiş iki türlü delilik ve divanelik vardır. Aşk pek gizlidir. Ama verdiği şaşkınlık meydandadır. Ona ruh sultanlarının canları bile hasret çeker.”

Bütün bunların akıl ile çözülmesi ve kavranması zordur. Akıl aşkın hâlleri ve mertebeleri karşısında şaşkındır. Mevlâna, aklın bu konudaki âcizliğini şöyle ifade eder:

“Aşk yokluk deryasıdır. Aklın ayağı orada kırıktır. Yaratılış sırrına ulaşmak isteyen insanın sınırlı aklıyla yol almayı bırakması, sonsuz aşkla yücelere kanatlanması gerekir. Zira akıl insanı dünya nimetlerine kavuşturur, ancak aşk gökleri insanın ayakları altına serer. Keşke varlığın dili olsaydı da var olanların perdelerini kaldırsaydı. Hakikati anlatsaydı. Yani var gibi görünenlerin gerçekte var olmadıklarını, ezelî ve ebedî varlığın ancak Allah (c.c) olduğunu herkese bildirseydi.”

İnsanı ilahî bir kitap olarak vasıflandıran Mevlâna, kişinin kendini aşkla keşfetmesini ister, bu keşif onu Yaratıcısına götürecektir:
“Aşkın sesi gelince ölmüş ruhlar kanat çırpmaya, ölüler beden kabrinden baş kaldırmaya başladılar. Ey gönüllerinde aşk derdi olmayanlar, kalkın âşık olun! Ey insan, ilacın sendedir; fakat bilmiyorsun; derdin de yine sendedir; ancak görmüyorsun. Sen öyle açık ilahî bir kitapsın ki harfleri ile gizli şeyler âşikar oldu, meydana çıktı. Canların gıdası aşktır. Bu yüzdendir ki açlık, ayrılık, şiddetli arzu, şevk ruhu canlandırır, güçlendirir, onu besler.”
Mevlâna’nın aşk üstadlarından olan Şems: “Aşk ilmi medresede öğrenilmez.” diyerek ona, sema ile aşkın coşkunluğunu yaşamayı, mana âleminde seyretmeyi tavsiye ediyordu. Ona, maddi âlemden tamamen sıyrılıp mana âleminde yücelmesini söyleyerek şu tavsiyelerde bulunuyordu:

-Manevi ilim üç şey ile elde edilir: Zikreden dil, şükreden kalb, sabreden ten. İlimsiz vücud, susuz şehre benzer. Nihayet kuru bir kalıptır. Vücudu perhizle, ahlakla gayretle sulamalı ve süslemelidir. Zahidlere mahsus olan mal cömertliği, cihad edenlere mahsus olan ten cömertliği, gazilere mahsus olan can cömertliği, ariflere mahsus olan gönül cömertliğidir.

Aşkın, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah’ın (c.c.) vasıflarından olduğunu söyleyen Mevlâna, Allah’tan (c.c.) başkasına âşık olmayı, geçici bir heves olarak görür.19 Aşkın şehvet olmadığını vurgulayan Mevlâna, insanın varlığını sürdürebilmesi için aşka muhtaç olduğunu belirtir. Bunun için kişinin aşkı talep etmesi, onu araması gerekir. “Susuzlar hasretle su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.”20 diyen Mevlâna, layık olanın aşka ulaşacağını müjdeler. Onun aşkı kuru bir lirizme dayanmamaktadır. Kulluğu, ibadeti dışlayan bir aşk değildir. İbadetlerin aşkı körüklediğini, kulu Allah’a (c.c.) yakınlaştırdığını şu örnekle dile getirir: “Şefkatli bir anne, emzirdiği çocuğunu yemeğin tatlılığına ve içeceklerin lezzetine yavaş yavaş alıştırır. Böyle azar azar yiyen çocuk, sonunda lokma lokma yemeye ve hazmetmeye alışır. Kullar da ibadetlerden kuvvet alır; manevi yönden yüksek bir dereceye ulaşır ve sonuçta Allah'a (c.c.) yakınlaşır.”

Mevlâna ve İlim Devrinde Sultanu'l-Ulema olarak tanınan Baha Veled’in oğlu olan Mevlâna, ilk derslerini babasından alır ve onun titizlikle seçtiği devrin âlimlerinin rehberliğinde eğitimini devam ettirir. Kısa sürede ilmî derinliğe ulaşan Mevlâna, medresede dersler verir. Babasının ölümünden sonra da Halep ve Şam’a ilmini geliştirmek için gider. Mevlâna buradaki tanınmış müderrislerden de dersler alır.

İlme büyük önem veren Mevlâna; “İnsanlık ilimle itibar kazanmıştır. İlim Hz. Süleyman’ın mührü gibidir, onunla bütün dünya insanın hükmü altına girer, dünya bir sûret, ilim ise onun canıdır.” diyerek ilmi, hayat veren bir mürşit olarak görmüştür.
“Âlimin uykusu cahilin ibadetinden hayırlıdır.” hadisine telmihte bulunan Mevlâna, ilmin sonsuzluğuna vurgu yaparak: “Hele insanı gafletten uyandıran bilgi olursa. Bilgi, uçsuz, bucaksız ve kıyısız bir denizdir. Bilgi isteyense, denizde dalgıçlık edene benzer.” der.
İlmi, kişiyi Allah celle celâluha götüren bir vasıta olarak gören Mevlâna, “Allah sevgisi ilimle elde edilir. İlimden nasibi olmayanlar ve akılsızlar bu sevgiden uzaktır.” der. Eğer ilim bu fonksiyonunu icra etmiyorsa yapılan işin sadece yorgunluk olduğunu söyler: “Yaratılış gayesini öğretmeyen ilim, sahibi için yalnızca zahmet ve yorgunluktur.” Esasen bu anlayış birçok sufide ortaktır ve temelini Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin “Nice oruç tutanlar vardır ki, yemeden içmeden kesilmeleri onların yanına açlık ve susuzluktan başka kâr bırakmaz.” sözünden alır. Yunus Emre de: “Okumaktan mana ne, kişi Hakk'ı bilmektir, Çün okudun bilmez isen, Ha bir kuru emektir.” sözleriyle aynı bakış açısını dile getirir.

Mevlâna’ya göre ilim sahibi olmanın ölçüsü şudur: “Nur ve kemâli artıran lokma, helal kazançtan elde edilen lokmadır. İlim ve hikmet helal lokmadan doğar; aşk ve rikkat (gönül inceliği) helal lokmadan meydana gelir.”

İlmin, sahibine faydalı olmasına vurgu yapan Mevlâna, “Allah’ım; sana sığınırım faydasız bilgiden, alçalmayan gönülden, doymayan nefisten, kabul edilmeyen duadan.” hadisine telmihte bulunur.
Sadece bilmenin yeterli olmayacağına işaret eden Mevlâna, ilim-amel münasebetine dair tespitlerde bulunur: “Yalnızca ilim sahibi olmak yeterli değildir; ilim, amelle birlikte olunca sahibine faydalı olur.”27 Ameli olmayanları âlimden çok muhafıza benzeten Mevlâna; “İlmi olup ameli olmayanlar sadece ilim muhafızıdır, âlim değildir.”28 demektedir. Aynı anlamda bir başka ifadesinde amelsiz âlimleri, birer dellal olarak niteler: “Nice âlimler var ki kendi ilminden nasibi yoktur. Böyle bilginler kendi bilgilerinin sadece bekçisi, hammalıdırlar. Onun elindeki gömlek ödünçtür. Dellal elindeki cariye gibidir. Dellal, elindeki şaşkın cariye müşteriyi avlamak içindir, yoksa onda dellalın bir payı ve nasibi yoktur.”
Bazen ilim, sahibini kör eder. İlim sahibi aşkla marifete ulaşmalıdır. Mevlâna, şeytan için “Onun ilmi vardı ama imanının aşkı olmadığı için Âdem’de toprak suretinden başka bir şey göremedi.” demektedir.

İlim sahibinin öncelikli olarak kendini bilmesi gerektiğini söyleyen Mevlâna, “Kendini bilen Rabbini bilir.” kudsi hadisine işaret eder, kendini bilmeyen bu âlimleri ise zalim ve ahmak olarak niteler: “Âlim nice binlerce ilim bilir de o zalim kendi nefsini bilmez. Sen gerçi caiz olanı olmayanı bildin ama nefsin acaba bunların hangisi üzere! Her metaın kıymetini bilirsin de kendi kıymetini bilmeyen ahmaksın.”

“Sapıklık da bilgiden olur, doğru yolu buluş da...” diyerek ilmin bir vasıta oluşuna dikkat çeken Mevlâna, “İlmi eğer tenine kullanırsan yılan olur, gönlüne kullanırsan sana yâr olur. İlim gönle aksederse yardımcı olur, ilim bedene yansırsa yük olur.” sözüyle de ilmin sadece dünyevî menfaatler için kullanılmaması tavsiyesinde bulunur.

Liyakati olmayanın elindeki ilmin zararlarına işaret eden Mevlâna, kötü niyetli kişilere ilim ve fen öğretmeyi, “yol kesen eşkiyanın eline kılıç vermek”34 olarak niteler. Aynı anlamda “Bilgi, mal, mevki ve hâkimiyet, kötü niyetli kişilerin elinde fitnedir. Bilgisizlere, geçtikleri mevkie yaptığı fenalığı, yüzlerce aslan bir araya gelse yapamaz. Cahil, kötü hükümler yürüten bir padişah oldu mu bütün ova yılanla, akreple dolar. Adam olmayanın eline bir mal ve mevki geçti mi, herkesten önce kendi rezilliğini dileyen kendisidir. Çünkü ya cimriliği tutar, az verir; ya da cömertliğe girişir, yerli yersiz bağışlarda bulunur.”35 sözleriyle cehaletin ve cahillerin zararlarını dile getirir.

“Nefsinin isteklerine esir, rahatına düşkün, çabuk bıkan, kendisine güveni olmayan, zahmetlere sabretmeyen, dünyalık peşinde koşan insanlar ilim sahibi olamazlar.”36 diyen Mevlâna bu sözleriyle ilim sahibi olmanın ölçülerini vermektedir.

Mevlâna, ilim sahibinin teslimiyet ve tevazu içinde olmasını tavsiye eder:

“Nasıl ki su önce öldürür, sonra ölüyü başında taşırsa, sen de ölü gibi ol ki su seni taşısın. Yoksa kendi bilgi ve kabiliyetine güvenen kişinin bu deryadan kurtulması zor.”

İlimde zahmetsiz başarı olmayacağını ifade eden Mevlâna, insanı çalışmaya, sonrasında tevekküle davet eder: “İnsanın zararı, çalışmamasından dolayıdır, kârı ise çalışmasından. Kader haktır, ancak insanın çalışması da. Tevekkül edeceksen önce çalış, çalış da Allah celle celâluha dayan.”

İlimde sürekli ilerlemeyi, yenilenmeyi tavsiye eden Mevlâna, “Her gün bir yerden göçmek, her gün bir konağı bırakmak; akarsu gibi donmamak ne hoş! Dün geçti, düne ait söz de dün gibi geçti gitti; Bugün yeni bir söz söylemek gerek!” sözleriyle “İki günü eşit olan ziyandadır” hadisini hatırlatır.

Netice olarak, Mevlâna da birçok sufi gibi aşkı kâinatın yaratılış sebebi olarak görmüştür, Mevlâna’nın anlayışı, eserlerinde görüleceği gibi din, ilim ve aşk eksenlidir. Ömrünü ilme adayan Mevlâna’ya göre ilim, sahibini Allah celle celâluha ulaştıran bir vasıtadır. İlim de aşkla yapılmalıdır. Aşkla Allah celle celâluha bağlanan gönlü muteber olarak gören Mevlâna’ya göre “ilim bilmeyi, aşk olmayı” öğretir. Mevlâna’ya göre aşk, yalnız kuru bir vecd hâli değildir. Şuurlu bir kullukla gelen hâldir. Mevlâna tam bir zühd hayatı yaşamış, farz ve nafile ibadetleriyle kullukta derinleşmenin örneğini en iyi şekilde vermiştir. Ona göre; Müslüman için aşk bir enerji kaynağıdır, bir gıdadır. Kişiyi hakikate ulaştıracak kanattır. Aşk, ilim ile şuurlanarak, amel ile beslenerek bir anlam ve değer kazanmaktadır. Bunlar birbirini tamamlayan unsurlardır. Biri olmadan diğerleri ile hedefe ulaşmak mümkün değildir.


Dipnotlar
1. Muhammed Veled (İzbudak), Rubaiyyat-ı Mevlana, İst. 1312, s. 252.
2. Ahmet Yaşar OCAK: Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul 1996, s.91–93.
3. Emine YENİTERZİ: Mevlana’nın tefekkür Dünyası ve İnsan Konya'dan Dünya'ya Mevlana ve Mevlevilik, Karatay Belediyesi Yayını, 2002, s.73.
4. Mesnevî, C. I/3055-3064.
5. Mesnevî, C. II/97.
6. Gazel, IV, 187.
7. Fihi Mafih, 325-326.
8. Mesnevî, C. I/30.
9. Mektuplar, 36.
10. Divanı Kebir, C. II/ 937.
11. Ahzab:33/4.
12. Divanı Kebir, Gazel, 2674.
13. Fihi Mafih, 5.
14. Mesnevî, C. V/2725.
15. Mesnevi, C. VI /915-925.
16. Mesnevi, C. III /4715-4720.
17. Mesnevî, C. III/4720.
18. Mesnevî, C. IV/850.
19. Mesnevi, C. VI/971.
20. Mesnevî, C. I/1740.
21. http://ogm.meb.gov.tr/belgeler/mevlana_800_yil.pdf
22. Mesnevî,C. I/1071-1072.
23. Mesnevî, C. VI.
24. Mesnevi, CII/1545,1549.
25. Ariflerin Menkıbeleri, II:83.
26. Mesnevi, C. I/1707.
27. Fîhi Mâfih, s.93.
28. Mesnevî, C. III:3060.
29. Mesnevî, C. III/3060-3062-3063.
30. Mesnevî, VI, 262.
31. Mesnevî, C. III/2660.
32. Mesnevî, IV, 3010.
33. Mesnevî C.,I, 3447.
34. Mesnevî, C. I/3718.
35. Mesnevî, C. IV/1440.
36. Mesnevî,C. III: Dîbâce.
37. Mesnevi C.1/112.
38. Mesnevî, C.I, 947.
........

İçinde Bulunduğu Anın Farkında Olmak...

Ariflerin üzerinde durduğu önemli prensiplerden biri de “Vukuf-i Zamani”dir. Manası, içinde bulunduğu zamanın farkında olmaktır. Diğer bir ifadeyle, kalbi uyanık yaşamak, her an gafletten uzak olmak, içinde bulunduğu anda üzerine düşeni bilmek ve gereğini yapmaktır. Buna, hayatı Yüce Allah’a adamak diyor arifler.


Bütün hayatı Allah’a adamak... Bu yüksek ahlâk ve ilâhi aşk, “Rasulüm de ki: Benim namazım ve ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’am, 162) ayetinde özetlenmiştir. Çünkü bütün vakitlerde övülme, sevilme ve zikredilme hakkı Cenab-ı Hakk’a aittir. Bu hak hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Çünkü kulun her anı ayrı bir hayattır. Ve bu hayatın kaynağı Yüce Allah’tır. Kul dünyada da ahirette de O’na muhtaçtır.


Yüce Yaratıcımız, gece ve gündüzden oluşan bütün zamanları iki şey için yarattığını belirtmiştir. Biri tezekkür, diğeri şükür. (Furkan, 62)


Alimler tezekküre, ilim ve ibret manalarını veriyor. İlim, kainatın sahibini tanımak; ibret ise, her şeyde tecelli eden ilâhi sanatı görüp kalbi Yüce Yaratıcıya bağlamaktır.


Şükür, nimetin kimden geldiğini bilmek, nimet ile sevinmek ve vereni sevmektir. Şükür, nimetin sahibine isyan etmemektir. Şükür, kulun her şeyi ile Yüce Allah’ın mülkü olduğunu anlaması ve her an O’ndan razı olmasıdır. Buna samimi dostluk ve güzel kulluk denir.


Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Yüce Yaratıcı’dan gafletle geçen vakitleri hasret vakti olarak tanıtmıştır. Öyle ki, cennete giren bütün kullar, sadece dünyadaki zikirsiz ve şükürsüz geçen vakitlerine üzüleceklerdir. (Tebaranî, İbnu’s-Sinnî, Heysemi, Münzirî)


ZAMAN EN BÜYÜK SERMAYEDİR
Büyükler, vakit nakittir derler. Yani vakit kainatta en değerli sermayedir. Vakit insana nakit kazandırır, fakat dünya dolusu nakit verilse, geçen bir saniye geri getirilemez. Dünyada her an bir defa yaşanır, bir daha ele geçmez. Onun için Allah dostları her anı son fırsat olarak görmüşler ve her nefesi son nefes gibi değerlendirmişlerdir. Çünkü insan hayatı iki nefes arasındaki süredir. Alınan bir nefes geri verilmese hayat biter. Tersi de böyledir. Bu nefesler sayılıdır ve son sayı insana gizlidir. Kimse şu kadar nefesim kaldı, bu kadar süre daha yaşayacağım diyemez.


İnsan ömrü üç zaman dilimine ayrılır. Birisi geçen süredir. Buna mazi denir. Bu süre, iyiliği ve kötülüğü ile geride kalmıştır. Diğeri elde olmayan süredir. Buna âti (gelecek) denir. İnsanın ona ulaşıp ulaşmayacağı belli değildir. Bir diğeri de insanın içinde yaşadığı andır. İşte eldeki zaman odur. Buna fırsat denir. Yapılması gereken ne varsa onda yapılmalıdır. Çünkü o da geçmek üzeredir.


Hayırlı işlerde, ‘şimdi dursun sonra yaparım’ demek şeytandandır. Efendimiz s.a.v.’in uyardığı gibi, sonra yaparım diyenler kesin pişman olmuşlardır. Bu her işte böyledir. Büluğ çağına ulaştıktan sonra, insanın mükellefiyet süresi başlar. Artık insan zamandan sorumludur. Zamana bağlı iş ve ibadetlerden mesuldür.


Zaman Yüce Allah’ın insana en büyük emanetidir. Allah bu emanetin korunmasını istemektedir. Helal ve hayır işlerde geçen ömür ihya edilmiş ve korunmuş olur. Haram işleyerek geçen zamanlar ise zayi edilmiştir.


Rasulullah s.a.v. Efendimiz, insanların iki büyük nimette aldandığını haber vermiştir. Bunlar sıhhat ve boş vakittir (Buharî). Kıyamet günü, herkese hesabı ve şükrü sorulacak dört nimet vardır. Bunlardan ikisi zamanla ilgilidir. Yüce Allah herkese gençliğini nerede harcadığını ve ömrünü nerede tükettiğini soracaktır. Diğer iki nimet de mal ve ilimdir. (Tirmizî)
Cüneyd-i Bağdadî k.s. der ki: “Vakit sermayeni iyi kullan. O bir kere ele geçer. Kaçırdın mı bir daha ele geçiremezsin. Kainatta vakitten daha kıymetli bir servet yoktur.”


Hasan Basrî k.s. da sahabenin halini şöyle anlatır: “Ben öyle insanlara ulaştım ki, sizin elinizdeki altın ve gümüşü koruduğunuzdan daha fazla vakitlerini koruyor ve boşa harcamaktan sakınıyorlardı. Sizden biriniz nasıl iyi bir kazanç getirmeyen yerlere altın ve gümüşünü harcamıyorsa, onlar da zamanlarını öyle titizlikte koruyor; bir nefesini dahi zayi etmiyor, vakitlerini Allah’a itaatin dışında asla kullanmıyorlardı.”


Hz. Ali r.a., şerefli hanımı Hz. Fatıma r.a.’ya demiştir ki: “Fatıma! Yemek yaptığın vakit sulu ve hafif yemekler yap. Fazla çiğneme derdi olmasın. Çünkü sulu yemek tez yenir, kuru yemeği çok çiğnemek gerekir. İkisi arasında elli defa tesbih ve zikir farkı vardır. Yemek başında çok bekleyip hayırlı işlerden geri kalmayalım.” (İbnu Acibe)


ZAMANI İYİ OKUMALIDIR
Her insan yaşadığı zaman içinde şu dört halden biriyle karşılaşır. Ya itaat eder, ya isyan, ya nimet içindedir ya da sıkıntı. İtaat Yüce Allah’a hamd etmeyi gerektirir. İsyana düşene istiğfar ve tevbe lazımdır. Nimet tevazu ve şükür ister. Sıkıntı anı ise sabır, rıza, dua ve yalvarma zamanıdır. Kısaca, her şey kulu Yüce Allah’a bağlamak ve ahirete hazırlamak içindir. Ağlamak da gülmek de Allah’tandır. Zamanı istediği gibi evirip çeviren ve türlü hallerle bizleri yüz yüze getiren O’dur.


Hak yolcusunun en önemli işi muhasebedir. Muhasebe, kalbin ve nefsin ne halde olduğunu kontrol etmektir. Allah’a ve ahirete yönelen herkese güzel bir tevbeden sonra kuvvetli bir muhasebe ilmi lazımdır. Hak yolcusu her akşam günlük değerlendirmesini yapmalıdır. ‘Bugün Allah için ne yaptım, ahiretime ne gönderdim, hangi tür hayırlara el attım, ne gibi günahlara bulaştım, bu durumda bana ne gerekir, niyetim nedir, kalbim ne haldedir, nefsim hangi sıfatları taşıyor, şu anki halimden daha iyi olamaz mıydım’ gibi soruları kendi kendine sormalıdır.


Büyük veli Şah-ı Nakşibend k.s., vukuf-i zamani prensibini açıklarken şöyle diyor: “Zamana vakıf olmak, nefsin hallerini tanımaktır. Hak yolcusu, niyetini ve amellerini iyi kontrol etmelidir. Eğer niyeti ve ameli Kur’an ve Sünnet’in öğrettiği edebe uyuyorsa Allahu Tealâ o anda kuldan razıdır. Kul o hale sevinip şükretmelidir. Eğer kulun niyetinde Allah rızası yok ve ameli de dinin öğrettiği edebe uymuyorsa, hemen istiğfar ve tevbeye sarılmalıdır. Kusur halindeki kula tevbe lazımdır. Bu yol, her anını kontrol etmeye dayalıdır. Akıllı kimse aldığı her nefesinin farkında olur, onu zikirle mi yoksa gafletle mi alıp verdiğini bilir.”


Ariflerden Ebu Muhammed el-Cerir k.s., “tasavvuf, insanın yaşadığı vakit içinde yapılması gereken en hayırlı işi yapmaktır” derken, Allah dostlarının en önemli özelliğini gözler önüne sermiştir. Gerçekten tarih iyice incelenirse kâmil velilerin hayatı kadar huzurlu, dolu, canlı, faydalı ve tamamen Allah’a adanmış bir hayat bulunamaz.


Arifler, sufiyi “ibnu’l-vakt” olarak tarif ederler. İbnu’l-vakt, içinde bulunduğu vaktin çocuğu manasındadır. Bu sıfattaki insan, içinde bulunduğu anda ne lazımsa onu yapar, boş ve gereksiz işlerden kaçar. İyi de olsa kendisini ilgilendirmeyen veya zamanı gelmeyen şeylerle uğraşmaz. Vaktini dini ve dünyası için en kazançlı bir şekilde değerlendirir.


Zamanı iyi tanımak, her zaman dünya ve ahirette faydamıza olacak işler yapmaktır. Fakat günümüz insanının en fazla israf ettiği sermaye zamandır. Özellikle gençlik dönemi bir oyun ve eğlence dönemi olarak görülmektedir. Halbuki gençlik dünya ve ahiret hayatının hazırlığı için bize verilmiştir. O dönemi sadece boşa harcamak kadar üzücü bir şey yoktur. Buna rağmen çoğumuz nefsin keyfine göre yaşamakta, uzun bir hayat arzulamakta ve bu sebeple çok şeyi kendisine dert etmektedir. Bu, “uzun emel”dir.


Uzun emel insanı tembel eder, gevşetir, boş işlerle yorar, gelecek endişesiyle korkutur, sonuçta sahibine ciddi zararlar verir. Halbuki tavsiye edilen, hayırlarda acele etmek ve yapılması gerekeni ilk fırsatta yapmaktır.


NE YAPMALI, NEREDEN BAŞLAMALI?
Birçoğumuz şunu şöylüyor: “En fazla beş dakika süren dört rekâtlık bir namazı bile baştan sona kalb huzuru ile tamamlayamıyoruz. Zikrederken bile gafletimiz devam ediyor. Yüzümüz Kâbe’de iken gönlümüz başka yerde. İbadette gafletten kurtulamadıktan sonra diğer zaman ve işlerde nasıl uyanık olalım? Bir günü ve koca bir ömrü zarar etmeden nasıl kapatalım?”
Gerçekten bütün vakitlerini hakkıyla değerlendiren insanlar çok azdır. Ancak dinimizde “iyiliği kötülüğünden fazla olanlar iyi kabul edilir” prensibi vardır. Her gün güzel şeyler yapmaya niyetlenen, iyi işlere yönelen ve kötü davranışlarını fark edip üzülen kimse -inşallah- iyilerden sayılır. Kusurları Allah’ın sonsuz rahmetiyle affedilir.


Öncelikle, bizi zarara sokan ve vaktimizi ziyan eden işlerin ne olduğunu bilmeliyiz. Söz ve davranışlarımızda, kazanç ve harcamalarımızda haramlardan kesin olarak kaçınmalıyız. Çünkü haram kalbi öldürür, vakti ziyan eder. Helal dairede kalmayı, hayırlı işler yapmayı, Allah için kimseye sıkıntı vermeden yaşamayı hedeflemeliyiz. Yerken, ibadete kuvvet bulmaya, uyurken dinlenip yeni hayırlara hazırlanmaya, mübah dairede eğlenirken eşimizin, çocuklarımızın ve dostların hakkını korumaya niyet etmeliyiz. Niyetimiz iyi olduktan sonra bütün işlerimiz hayra döner, ilâhi sevgi ve sevap vesilesi olur. Günü içinde harama bulaşmayan, Yüce Allah’ın emirlerine itaat eden kimse, onu zikretmiş olur. Zikreden şükretmiştir. Şükreden ise Allah’ın rahmetine ermiştir.


Arifler der ki: Bir insan farz amelleri yapsa, haramlardan kaçınsa, bir saat sabah bir saat akşam zikir için vakit ayırsa, kalbini zikirle ihya etmiş ve gününe şükretmiş olur.
Her anı zikir içinde geçirmek çok büyük bir saadettir. Bu mümkündür. Çünkü Peygamberler ve Allah dostları böyle yapmışlardır. Bunun mümkün olduğuna inanan kimse birinci adımı atmıştır.


YARIM SAATLİK ÇABAYLA BİRİKEN HAZİNE
Bir Hak dostu şunları anlatır: “Gençliğimde Allah dostlarının güzel meclislerine katıldım, sohbetlerini dinledim. Onların bütün zamanlarını Allah ile geçirdiklerini, yerken içerken, çalışırken, çarşı pazarda gezerken bile kalplerinin Allah’ı anmaktan geri kalmadığını işittim. Buna hayret ettim, mümkün olup olmayacağını düşündüm. Önce imkansız geldi. Sordum, mümkündür dediler. Hem bu halin ayet-i kerimelerde her müminden istendiğini hatırlattılar. Buna şaşırdım ve aynı zamanda sevindim. İrşad halkasına katıldığım mürşidime gittim. Samimi olarak derdimi açtım. ‘Ben de bütün zamanlarımı Yüce Allah’ı unutmadan zikirle geçirmek istiyorum, bunun yolunu bana öğretiniz’ dedim. Mürşidim güldü: ‘Güzel, ama acele etme!’ dedi. Bana önce yarım saatimi alacak bir zikir çeşidi verdi. Dua etti ve: ‘Şimdilik buna devam et, kalbini uyanık tutmaya çalış. Bunu başarınca yanıma gel’ dedi. Ben de günde yarım saatimi zikir için ayırdım. Buna devam ettim. İçimde önceleri bilmediğim ve alışmadığım bir tat buldum. Kalbimde bir canlanma hissettim. Zikir yarım saat sürüyor, fakat kalbimdeki tesiri ve tadı yarım gün devam ediyordu. İşin-gücün arasında kalbimi dinliyor ve onun Allah Allah şeklindeki atışlarını duyuyordum. Tekrar mürşidime gittim. Süreyi biraz daha uzatmamı istedi. Bir saatimi zikirle geçirmemi ve kalp uyanıklığına dikkat etmemi tavsiye etti. Söylediği gibi devam ettim.


Böylece sabırla devam ede ede Yüce Allah’a hamd olsun, şu ayetlerin sırrına mazhar oldum: Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde gerçek akıl sahipleri için (varlığımıza, birliğimize ve yüceliğimize delil olacak) nice ayetler vardır. O temiz akıl sahipleri, yürürken, otururken ve yanları üzeri yatarken devamlı Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru. (Âl-i İmran, 190-191)”

Kur'ân-î Eğitimde Ruh ve Nefis Kavramlarına Bakış

İNSAN, eskiden beri, bedende kendini gösteren maddî unsuru ile, ruhta kendini gösteren manevî unsuru üzerinde durmuştur. Ona hayat veren bu ruhla, hayat ve ölüm arasında irtibat kurmuştur. Binaenaleyh, rûh, nefs olarak anlaşılmıştır. Zira, rûh olmadan hiçbir nefsin varlığı mümkün değildir.

Filozoflar ve mütefekkirler eskiden beri ruhun mahiyeti ile meşgul olmuşlardır. Onların yazılarında, rûh ile nefsi birbirinden ayırdıkları pek görülmez. Onlar, ruhu zikredip, onunla nefsi kasdettikleri gibi, nefsi zikredip onunla ruhu kasdederler. Ruhun tezahürlerinden, onun hayatın sırrı olduğunu, bedenden ayrılınca cesedin bozulduğunu bilmelerine rağmen onun künhüne vakıf olamamışlardır.

Lâkin, ruhun hayatın sırrı olması çoğu filozofu, onun ölmesinin ve yok olmasının mümkün olmadığını söylemeye sevketmiştir; çünkü kendisiyle hayat meydana gelen şeyin yok olmaması ve ölmemesi gerekir.

Arapçada "rûh, nefislerin hayatının dayandığı unsuru ifade eder. Nefs ise, madde ve mânâsı ile insanın zâtına denir. Ayrıca insanın manevî unsuruna da bu ad verilir. Bazen de nefs, rûh anlamına gelir."

Günlük konuşmalarda, nefs ile rûh kelimeleri birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Meselâ şöyle denir: "Filanın ruhu şunu istiyor", "ruhu sıkıldı", "ruhu vesvese veriyor", "ruhu mutmain oldu" "kötü rûh", "ruhu usandı" vb. Aslında bütün bunlar, ruhla değil, nefisle alâkalı hususlardır.

Kur'ân-ı Kerîm, rûh ile nefsi ayırt eder. Kur'ân’da bu ikisi müteradif olarak geçmez.3 Ölüm anında cesedden çıkan onun nefsi (canı)'dır, ruhu değil. Melekler, ölüm anında, günahkârlara şöyle derler;

"(...) Haydi, canlarınızı çıkartın, Allah'a gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız."(En'âm, 6/93).

Keza, ölümü tadacak olan da nefisdir, rûh değil.

"Her nefis ölümü tadacaktır..." (Âl-i İmrân, 3/185).

Nefis, ölümü tadar, fakat ölmez. Nefsin ölümü tatması, onun bedenden çıkma yolculuğudur. Nefis, hayat boyunca var olduğu gibi, doğumdan önce de vardır ve ölümü tattıktan sonra da var olmaya devam edecektir. Nefislerin, sahiplerinin varlığından önce mevcut oldukları hakkında Allah Teâlâ, doğumdan önce zürriyetleri babaların bellerinden aldıklarını ve onları Rubûbiyyetine şahit tuttuğunu bildiriyor ki, hiç kimse, küfrüne, babasının küfrünü sebep olarak göstermesin.

"Rabb'in, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' diye onları kendilerine şahit tutmuştu. 'Evet, buna şahidiz!' dediler. Kıyamet gününde 'biz bundan habersizdik!' demeyesiniz"(A'raf, 7/172).

Bu misâk, nefisler, doğumla cesedlerine henüz büründürülmeden yapılmıştır. Binaenaleyh, hiç kimse, babasının küfrü sebebiyle inkârını mazur gösteremez. Her nefsin, Rubûbiyyeti müşahede ettiği müstakil bir yeri vardır. Bununla, Rubûbiyyetin hakikati hepimizin fıtratında karar kılmıştır.

Diğer tarafta, rûh, vesvese vermez, iştahı kabarmaz, hevası olmaz, sıkılmaz, usanmaz, azab görmez; düşüklüğe ve değişikliğe mâruz kalmaz. Bütün bunlar ruhun değil nefsin hususiyetleridir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu durum açıkça gösterilmiştir.

"Nefsi, onu kardeşini öldürmeye teşvik etti, o da onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu"(Maide, 5/30).

"Yemin olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız"(Kâf, 50/16).

"Nefse ve onu biçimlendirene, ona isyanını ve takvasını ilham edene kasem olsun."(Şems, 91/7-8).

"Gömleğinin üstünde yalan kan getirdiler. (Yakub): 'Herhalde, dedi, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürükledi. Artık tek çarem güzelce sabretmektir."(Yûsuf, 12/18).

".. Bütün genişliği ile beraber dünya başlarına dar gelmiş ve nefisleri sıkıldıkça sıkılmış ve Allah'tan, yine kendisine sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı." (Tevbe, 9/118).

"Nefsini sefih/aşağılık yapandan başka, kim İbrahim dinînden yüz çevirir?"(Bakara, 2/130).

"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir" (Haşr, 59/8).

"Nefisler cimriliğe hazır duruma getirilmiştir"'(Nisa, 4/128). Nefislerin mayasında cimrilik vardır. "Nefis daima kötülüğü emredicidir"(Yûsuf, 12/53).

Görüldüğü gibi Kur'ân'da nefis, cimrilik, vesvese, fücur, emmâre gibi nahoş sıfatlarla ittihâm olunmakladır. Yine, Kur'ân'da nefse, terakki edip, yücelme payeleri de verilmektedir. Nefsin tezkiye ve temizlenme imkânı da vardır. Nitekim levvâme, mülheme, mutmainne, râdiye ve mardiyye diye de tavsif olunmakta bizzat ilâhî hitaba mülâki olmaktadır:

"Ey huzura eren nefis, razı edici ve razı edilmiş olarak Rabb'ine dön! İyi kullarım arasına gir! Cennetime gir" (Fecr, 89/27-30).

Rûh ise, Kur'ân-ı Kerîm'de daima, yüksek derecede takdis, tenzih ve teşrif ile zikrolunmaktadır. Ona, azab, hevâ, şehvet, ihtiras veya kirlenme ve temizlenme yahut düşme ve yükselme, usanma ve sıkılma isnad edilmez. Keza, ruhun cesedden çıkacağı veya ölümü tadacağı da zikrolunmaz. Hatta rûh, insana da nisbet olunmaz, daima Allah'a nisbet edilir.

Hz. Meryem'den bahsolunmaktadır: "Biz de ruhumuzu ona gönderdik. Ona düzgün bir insan suretinde göründü" (Meryem, 19/17).

Hz. Âdem’den bahsolunmaktadır: "Bir zaman Rabb'in meleklere demişti ki: 'Ben kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir insan yaratacağım! Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın" (Hicr, 15/28-29). Görüldüğü gibi burada, "rûh" Allah'a nisbet olunmakta, Âdem'e değil.

Cenâb-ı Hak, ruhu daima kendi zâtına nisbet eder. "(...) Allah onların kalblerine îmân yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir"(Mücadele, 58/22).

Kur'ân'ın Hz. Peygamber (asm)'a nazil oluşundan bahsolunmaktadır:

"O dereceleri yükselten; Arş'ın Sahibi, buluşma gününe karşı uyarmak için, emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir" (Mü'min, 40/15). "İşte sana da böyle emrimizden bir rûh vahyettik"(Şûrâ, 42/52). Buradaki rûhdan maksat, ilâhî kelime, vahy yani Kur'ân'dır.4

Rûh, daima Allah'a nisbet edilir ve daima Allah'tan yine Allah'a harekettedir; insanî ahvâl ve beşerî sıfatlar ona arız olmaz. Binaenaleyh, şehvet, hevâ, şevk ve azab mahalli de olmaz. Onun için rûh, sadece âlî sıfatlarla tavsif olunur.

Kur'ân, Cibril için, O, Rûhu'1-Kuds ve Rûhu'l-Emîn'dir, der5. İsâ (asm) için: "Allah'ın Resulü, O'nun Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir rûhdur" der.6 Allah'tan bir rûh'dur.

Nefs ise, daima sahibine nisbet edilir: "Sana gelen her iyilik Allah' tandır, sana gelen her kötülük nefsindendir." (Nisa, 4/79).

"Hidayete eren kendi nefsi için hidayete erer."(İsrâ, 17/15).

".. nefisleri sıkıldıkça sıkılmış"(Tevbe, 9/118).

"Ben nefsimi temize çıkartmam"(Yûsuf, 12/53).

"Nefsim bana böyle yapmayı hoş gösterdi" (Tâhâ, 20/ 96).

"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir" (Haşr, 59/8).

Ancak nefs, Allah Teâlâ'ya nisbet olunduğu takdirde bu, Zât-ı İlâhiyedir.

"Allah sizi kendi zâtından (nefs) sakındırır"(Âl-i İmrân. 3/28).

Bu, hiçbir benzeri olmayan Allah Teâlâ'dır; insan O'nun için hiçbir benzer tasavvur edemez. Onun için İlâhî Nefsi, kendi nefislerimizle mukayese etmemiz mümkün değildir. İlâhî Nefis tamamen gaybî bir husustur. Hz İsâ, kıyamet gününde Rabbı'na şöyle diyecek: "...Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız Sensin, Sen!"(Mâide, 5/116).

İlâhî nefs, beşerî nefse sadece lafız olarak benzer, yoksa o tamamen farklıdır.

"O'na benzer hiçbir şey yoktur" (Şûra, 42/11).

"Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır" (İhlâs, 112/4).

O halde, burada bir dizi sual akla gelmektedir:

Bizim ruhtan nasibimiz nedir?

Bizim ruhumuz ve cesedimiz vardır, dediğimizde neyi kasdediyoruz?

Her birimizin nefsi ve ruhu arasındaki alâka nedir?

Bizim ruhtan nasibimiz, Âdem'in yaratılması kıssasında Kur'ân'ın zikrettiği nefhadan ibarettir: "Rabb'in meleklere demişti ki: 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın"'(Sâd, 38/71-72).

Tesviye, tasvir ve Âdem suretinde nefha, her insan rahimde cenin haldeyken dönüp tekrarlanır. Her insan için önce tesviye ve tasvir olur, sonra da Rabbânî nefha. Bu, cenin hayatının üçüncü ayında gerçekleşir.7 Bu nefha ile yaratılış, halden hale intikal eder. "Sonra nutfeyi alakaya çevirdik, alakayı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah ne güzeldir"(Mu'minun, 23/14). "Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık" ibaresi, ilâhî nefhaya işaret etmektedir.8

Bu ilâhî nefhaya, Secde sûresi 8 ve 9 âyetlerinde de işaret olunmaktadır: "Sonra onun neslini bir özden, az bir sudan yaptı. Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi. Sizin için gözler, kulaklar ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" Bundan, göz, kulak ve gö-nülün bu nefhanın ürünü olduğunu anlıyoruz. Bu mevhibelerle insan, bir oluşumdan öbürüne, bir seviyeden diğerine intikal etmektedir. İşte, "Yaratanların en güzeli Allah ne güzeldir" (Mu'minûn, 23/14) ifadesinin anlamı budur. O halde, bizim rûhdan nasibimiz, bu nefhadan olan nasibimizin bir neticesidir. Her insan, bu nefhadan istidadı nisbetinde istifade etmektedir.

Bu nefhanın faziletinden ötürü, her bir insanın hayali, vicdanı, değerleri ve örnek dünyası olmaktadır. İnsanın sahip olduğu ceset ve rûh maddî ve ruhî âleme benzemektedir.

Nefis için daima cereyan eden şey, iki kutuplu mıknatısın durumuna benzer; ya uzanıp cesede düşer ve şehevî arzuların pençesine takılır. Bu, çamurun şekillenmesi ve toprağın kesafetiyle aynı cins halini almasına istinad eden nefsin canlı (hayvanî) yönü için meydana gelen durumdur. Ya da, rûh ve manevî âleme, kıymetler ve Rabbani ahlâka doğru çekilmesi ve yük-selmesidir. Bu, ruhun nefis için şekillenmesi ve letafeti ve şeffafiyetiyle onunla mütecanis olmasıdır. Nefis, hayat boyunca ruhî kutup ile cesedî kutup arasında bir hareket, git-gel ve çekme-itme yaşamaktadır. Bazen, onun ateş ve toprak yönü ağır basar, bazen de onun şeffaflığı ve tahareti galip gelir.

Cesed ve rûh, imtihan sınanma mahalleridir. Nefis, gizlisini açığa çıkartmak, hakikatini ve mertebesini ortaya koymak ve iyiliğini ve kötülüğünü izhâr etmek için bu iki aşağıya ve yukarıya doğru çekim kuvvetleriyle denenip sınanır. Bundan anlıyoruz kî, insanın hakikati nefsidir. Doğan, dirilen, hesaba çekilecek olan onun nefsidir. Denenip, sınanan, çeşit çeşit durumlarla karşılaşan, hüzünlere maruz kalan, istek ve arzu duyan odur. Lâkin, onun cesedi ve ruhu tamamen mücerred birer alandır. Tıpkı, yeryüzü ve gökyüzünün, insana nisbetle mevhibelerini ve melekelerini dışarı vurmak için hareket alanları olması gibi. Nitekim, Allah Teâlâ, bu nefse, adaleler (cesed olarak) verdiği gibi, dirilmesi, gizliliğini keşfetmesi ve hayra ve şerre girebilmesi için rûh da vermiştir.

Cesed rûh ile kâimdir, rûh cesedle kâim değildir. Belki rûh kendi zâtı ile kâim ve hâkim olduğundan, cesedin istediği gibi dağılıp toplanması, ruhun istiklâliyetine halel veremez. Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değildir. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip latif bir ğilafı ve beden-i misâlisi vardır. Öyle ise ölüm hengâmında tamamen çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlisini giyer.9

Bu durumda, "rûh çağırma" tabiri yanlıştır. Ruhlar çağırılamaz. Hiçbir ruhun çağrıya cevap vermesi mümkün değildir. Zirâ, rûh sadece Allah Teâlâ'ya mensup bir nurdur. O. tenvir olmamız için bize bu nuru üflemiştir. Bu nûr Allah'tan gelip, O'na döner; onun çağırılması mümkün değildir. Haşrolan ve çağırılacak olan nefislerdir, ruhlar değil. O halde -eğer doğruysa- nefis çağıranlara cevap verenler, kuvvetle muhtemeldir ki, bu nefislere hayattayken arkadaşlık yapan cinlerdir. Her insanın bu cinlerden ona arkadaşlık eden yakınları vardır. İnsan, bu uzun arkadaşlık döneminin tesiriyle onun gizliliklerini öğrenir, onun sesini taklit edebilir. Bu cin, karanlık çağrı odasındakilerin aralarına giriyor ve orada hazır olanları, ha-rikulade şeyler sunmakla dehşete düşürüyor.10

Ruhların ise çağırılması mümkün değildir.

Nefisleri de, ancak ve ancak onların Rabbi haşredebilir, bir araya toplayabilir.

Nefsin ruha tahavvül etmesine imkân yoktur. O, sadece en güzel hallerinde yükselir ve ancak, Rabbânî ahlâka büründüğü ve nûrânî nefhaya yani "Allah'ın insana üflediği rûh"a yaklaştığı Ölçüde ruha benzeyip onunla aynileşir.

Aynı şekilde, bu nefsin, tedenni edip düşmesi ve şeytanlara benzeyip, İblis'e, onun ateşinde aynileşmesi de mümkündür.

Ruhun letafetinde aynileşip onunla birleşecek derecede maddî ve manevî olarak temizlenen nefsi Allah, kıyamet gününde Arş'ına yaklaştıracak ve yine bu nefis, "Güçlü bir Melîk"'in katında, özü sözü bir olanlara has oturma yerlerinde"(Kamer, 54/55) olacakları bildirilenlerden olacaktır. Zira, o, bu temizliği ve terakkisiyle, yeri Allah'ın yanı olan Rabbânî bir nefis konumuna gelmiştir.

Ancak, günahları ve katılıkları sebebiyle şeytanî çukura yuvarlanan kararmış nefisler hakkında şöyle buyurulmuştur: "Hayır, doğrusu onlar, o gün Rab'lerinden perdelenmişlerdir" (Mutaffifîn. 83/15). Bunların yeri, süfli nefislerle birlikte cehennem olacaktır. Lâkin, ruhun cennet veya cehennemde yeri yoktur; o Allah'ın nurundan bir nûr olup O'na nisbet olunur. Rûh, sınanmaz, denenmez, hesaba çekilmez, ceza ve mükâfat görmez. O, âyet-i kerîmede bildirilen "en yüce mesel’dir.11 Bu, nûrânî-mânevî âlemdir, onun kudsiyeti ve nûrâniyeti Allah'tan olduğundandır.

Kur'ân-ı Kerîm, ruhun âlem-i emirden gelen bir kanun olduğunu, mahiyetini ancak Allah'ın bilebileceğini ve bu konuda insana pek az şey bırakıldığını ifade etmektedir. Rûh hakkında görüş açıklayan düşünürlerin hareket noktası budur. Bu hususta ne kadar ince ve derin araştırma yapılırsa yapılsın, ruhun hakikatine vakıf olunamayacaktır: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: 'Rûh, Rabb'imin ermindendir. Size ilimden de pek az bir şey verilmiştir" (İsra, 17/85). Ruhun mahiyeti bizce meçhuldür. O, kendini eserleri ve faaliyetleriyle gösterir.


Dipnotlar

1 Prof. Dr. Âişe Abdurrahman Bintu'ş-Şâtî, el-Kur'ân ve Kadaya'l-İnsân, 5. tab', Beyrut Dârul-İlim lil' Melâyin, 1982, s. 180.

2 Mustafa Mahmûd. el-Kur'ân Kâinun Hayy. 4. tab', el-Kâhire, Dâru'l-Ma'ârif, ts. s. 19.

3 Bintu'ş-Şâtî, el-Kur'ân ve Kadaya'l-İnsân, s. 180.

4 İbn Kesir, Tefsir. Şûra (42), 52 tefsirinde IV. s. 109.

5 Nahl, 16/102.

6 Nisa, 4/171.

7 Mustafa Mahmûd, a.g.e., s. 25-26.

8 Aynı yer.

9 B. Said Nursi, Sözler, s. 485.

10 Mustafa Mahmûd, a.g.e., s. 28.

11 Nahl (16), 60: Rûm (30), 27.

Tasavvuf ve Din Eğitimi Işığında Tefekkür Kavramı

Arapçada “fkr” mastarından türemiştir. Herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme ve işin şuuruna varma manalarına gelmektedir. Tefekkürün zıddı, fikirsizlik ve düşüncesizlik demektir. Ragıb el-İsfehanî’ye göre, bilinenden ilme varma kuvvetine fikr, bu kuvvetin faaliyetine de tefekkür denir. (El-İsfehânî, el-Müfredât, Mısır 1961, 384.)



Felsefi literatürde, tartmak, karşılaştırmak anlamlarını taşıyan Latincedeki “Pensare” kökünden türetilmiştir. Düşünceleri ölçerek ve kıyaslayarak incelemek anlamına gelir.



Filozofların geneline göre tefekkür, karşılaştırmalar yapma, ayırma, birleştirme, bağlantıları ve biçimleri kavrama yetisidir. Aristoteles’e göre düşünme, insanı hayvandan ayıran belirgin bir özniteliktir, aklın bağımsız ve kendine özgü eylemidir. (Aristoteles, Metafizik, çev.: Ahmet Arslan, İstanbul 1996, 981b 30.)



İslam düşüncesinde tefekkür, zihni bir süreç olarak insanın nasıl bildiğini temellendirmeye yönelik olmuştur. Yani bilgiye ve bilmeye yönelik bir zihni faaliyet olarak algılanmıştır. (Fârâbî, İhsâ’u’l-Ulûm, nşr.: Osman M. Emin, Kahire 1931, s. 12, 20.) Tasavvufta iki türlü tefekkürden söz edilir. Biri iman ve tasdikten doğan istidlal sahiplerinin tefekkürü, diğeri ise, Hakk’ı Hakk vasıtasıyla gören ashab-ı şuhuda mahsus tefekkürdür. (Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul 2004, s. 643.) Seyr u süluk ehlinin makam ve menzilleri arasında önemli bir yere sahip olan tefekkürü mutasavvıflar, kalbin amellerinden biri olarak aklın kalbe olan ilişkisi ile gözün can ile olan ilişkisi gibi olduğunu söylerler. Ebu İsmail Abdullah Muhammed Ensarî; “Bil ki tefekkür, istenileni idrak etmek için basirete dokunulmasıdır.” (Gulamhuseyin İbrahim Dînânî, Akıl Deftari Aşk Ayeti, (Menazilu’s-Sâirîn isimli eserden naklen), çev.: Talip Çetinkaya İstanbul 2008, s. 101.) demektedir. Dolayısıyla tefekkür en değerli ibadet ve Cenab-ı Hakk’a yaklaştırıcı bir vasıta olarak kabul edilmektedir.



Hz. Peygamber’e inen tefekkür ayeti



Hz. Muhammed (s.a.s.)’e en çok etki eden ayetlerden biri, tefekkürle ilgilidir. Kur’an-ı Kerim’deki tefekkür ayetleri incelendiğinde evrenin yaratılışı, kâinatta oluşturulan sistem ve sistemin işleyiş mükemmelliğine vurgu ile Cenab-ı Hakk’ın kudretine dikkat çekilerek eserden müessire gidiş formülü üzerinde durulmaktadır.



İki kişi Hz. Aişe (r.a.)’yi ziyaret etmişler. Onlardan biri, “Hz. Muhammed (s.a.s.)’de gördüğünüz etkileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?” deyince, Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir: “Rasulüllah (s.a.s.) bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı. Sabah ezanı için gelen Hz. Bilal (r.a.): “Ya Rasulellah (s.a.s.)! Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği halde, sizi ağlatan nedir?” deyince, o: “Bu gece Yüce Allah bir ayet indirdi. Beni bu ayet ağlatmaktadır.” dedi ve ayeti okudu: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri arkasına gelişinde aklı başında olan kimseler için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmran, 190.) Bir sonraki ayet; “Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (tefekkür ederler) ve Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz (derler).” (Âl-i İmrân, 191.)



Ondan sonra Rasulüllah (s.a.s.): “Bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun.” dedi. (İbn Hibbân, Sahîh, II, s. 386; Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, çev.: Mustafa Müftüoğlu, İstanbul 1988, I-IV, C. IV, s. 878.)



Bu ayette, tefekküre davet edilen akıl sahiplerinin durumunu açıklayan bir sonraki ayetin meali de şöyledir: “Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler (düşünürler). Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!”



Onun için Yüce Allah Kur’an’da çeşitli hususları dile getirdikten sonra: “...Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) insanlar için ibretler vardır.” (Nahl, 11.) demektedir. İnsanları tefekküre davet eden bu ifade Kur’an’da beş yerde daha geçmektedir. (Ra’d, 3; Nahl, 69; Rûm, 21; Zümer, 42; Casiye, 13.)



Kur’an-ı Kerim ve hadislerde tefekkür



Tefekkürle aynı kökten meydana gelen kelimeler, Kur’an’da on sekiz yerde geçmektedir. Kur’an’da birçok ayette, akıl erdiren, düşünen, bilen insanlar için ibretler vardır denmekte ve tefekkür anlamını ifade eden pek çok kelime kullanılmaktadır. Olumlu tefekkür olduğu gibi, olumsuz tefekkür de vardır. Doğru olmayan tefekkürün neticesi de doğru olmaz. Ancak salim kalbe sahip olan insanların tefekkürü sağlıklı olabilir. İslam dininin istediği tefekkür, hiç şüphesiz sağlıklı olanıdır. İnsanları bu olumlu tefekküre davet eden bir ayetin meali şöyledir: “Yeryüzünü enine boyuna yayıp döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getiren ve yeryüzünde meyvelerin hepsinden iki çift yapan O’dur. Sürekli olarak gece ile gündüzü birbirine dolamaktadır. Düşünecek olan bir kavim için bunda muhakkak ki ibretler vardır.” (Ra’d, 3.)



Allah’ın azametini tefekkür eden insan; O’nun büyüklüğü karşısında gafletten kurtulur, imanı kuvvetlenir; acz, fakr ve kusurlarını anlar, Kur’an-ı Kerim’de Allah Teala, kudret-i Rabbaniyenin mucizatını göstererek, insanların bunları düşünerek ibret almalarını beyan buyurur. Âlemin düzenliliğini, yaratılış gayesini, verilen nimet ve güzellikleri, dünyanın geçiciliğini, süt veren hayvanlardaki icazı, gece ve gündüzün dönüşümünü düşünen insan, Allah Teala’nın sonsuz ihsanlarıyla kullarını nasıl donattığı karşısında, O’nun büyüklüğünü idrak eder.



Hadis-i şeriflerde tefekkür kavramının fazileti yanında tefekkür ameliyesinin de bir sınırının olduğu ve bu sınırların nerelere kadar uzandığı belirtilmektedir. Bu sınır Cenab-ı Hakk’ın zatına kadardır. Zira Efendimiz (s.a.s.): “Allah’ın yarattıkları hakkında düşünün. Allah’ın zatını düşünmeyin. Allah’ın zatı hakkında düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Suyûtî, el Cami’us-Sağîr, Mısır ts., C., I, s. 136; Aclûnî, Keşful Hafâ ve Mizanu’l-İlbas, Kahire, ts., C. I, s. 371; “Bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlıdır.” Aclûnî, a.g.e. C. I, s. 370.) buyurmuştur. Burada vurgulanmak istenen şey tefekkürle Hakk’ın zatının anlaşılamayacağı hususudur. Çünkü tefekkürde bir kuşatma ve hakimiyet sağlama vardır. İnsan ne kadar tefekkür ederse etsin, Cenab-ı Hakk’ı kuşatamayacağına göre bu konuda düşünülmemesi gerektiğine işaret edilmiştir. Ancak bu demek değildir ki insan, Cenab-ı Hakk’ın zatının muhatabı olamaz.



Tahkiki iman, tefekkür ve zikirle elde edilir. Onun için Kur’an-ı Kerim’in yüzlerce ayetinde zikir ve tefekkür, emir ve tavsiye edilir. Tefekkürün merkezi dimağ, zikrin merkezi kalptir. Bu iki ana merkez, irtibatlı olarak şer’i mecralarında geliştirilmezse, insan-ı kâmil ve yakin sahibi olma imkânı yoktur. Fakat imani meselelerde, hakku’l-yakin mertebesine ulaşmak bu dünyada mümkün değildir. Bu, iman ehli bahtiyarlar için ebedi âlemde gerçekleşecek yüce bir nimettir.



İslam’ın bu kadar önem verdiği olumlu tefekkür, insanı taklitçilikten kurtarmaktadır. Mesela, “Dünya hayatı geçicidir; ahiret hayatı ise ebedidir. Ebedi olan şeyi geçici olan şeyden üstün tutmak daha iyidir.” şeklindeki bir nasihati dinleyip ahiret için çalışan insan, başkasını taklit ederek kendisini iyi yola sevk etmiş olur. Fakat tefekkürün yani derin bir düşüncenin neticesinde bu kanaate varan ve ona göre bilinçli hareket eden kişi, her zaman için daha kârlı çıkar. Bilerek kötü şeyden korunmuş ve iyiyi tercih etmiş olur. Aynı zamanda başkalarını taklit etmekten kurtulur; kendisi başkalarına yol gösterir. (Topbaş, Osman Nuri, Öyle Bir Rahmet ki, İstanbul 2007, s. 235 vd.)



Ayet-i kerimelerde tefekkürün usulü anlatılmaktadır. İnsan önce kâinat kitabına bakmalı, gecenin ve gündüzün peşi sıra gelişini, dağların ve evrenin yaratılışını, her şeyin kendisinin emrine verilişini tefekkür etmelidir. Peki, tefekkürden sonra ne olmalı? Sonuçta Cenab-ı Hakk’a karşı bir maiyyet kesbi söz konusu olmalıdır. Bir yakınlık olmalı, bir muhabbet başlamalıdır. Her şeyi bizim için yaratan ve bizim emrimize veren varlığa karşı insan nasıl bir hâl alır, bunun tarifi olmaz. İşte sıfatların tefekkürü sonucu insanda meydana gelen şey zata karşı oluşan muhabbetten başka bir şey değildir.



Akıl sahibi varlık olan insana hitap eden Kur’an-ı Kerim, tefekküre çok büyük önem vermiştir. Düşünmeyen, aklını ve kalbini kullanmayan gafiller, varlıklar içinde en aşağı derecede olanlarla bir kabul edilmektedir. (A’raf, 179.) Kur’an-ı Kerim’de tefekkür kavramı, tedebbür, tezekkür, akletme ve nazar etme gibi kavramlarla eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Bir hususta görüş ileri sürmek ve aklı kullanmak gibi bir manaya gelen tefekkür (Bolay, S. Hayri, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ank., 1997, s. 129; Hançerlioğlu Orhan, Felsefe SözlüWğü, İstanbul 1989, s. 73.) ve yakın anlamları olan diğer kavramlar ile ilgili ayetler Kur’an-ı Kerim’de bir hayli fazladır. Bir fikir vermesi açısından zikredecek olursak, tefekkür 18, nazar ve müştakları 128, tedebbür 4, ulü’l-elbab 16, akıl ve müştakları 49, ilim ve müştakları ise yüzlerce yerde geçmektedir. Yine bir fikir vermesi açısından fıkıh ve İslam hukuku ile ilgili açık ayetlerin 150 civarında olduğu Kur’an-ı Kerim’de, ilim ve düşünceyi teşvik eden ayetlerin 750’yi geçmesi gerçekten düşünen insanlar için önemli bir ipucu olarak karşımızda durmaktadır. (Çetin, a.g.m., s. 45.)



Kur’an-ı Kerim, tefekkürü iki önemli noktaya yöneltmektedir. Birincisi; bizzat Kur’an-ı Kerim üzerinde tefekkür, ikincisi; başka varlıklar üzerinde tefekkürdür. Kur’an-ı Kerim üzerinde tefekkür; Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle onu doğru olarak anlamak, ondan yararlanmak, gösterdiği yoldan gitmek demektir.


Başka varlıklar üzerinde tefekkür konusunda, Kur’an-ı Kerim; Allah’ın yoktan var ettiği hiçbir şeyi boşuna yaratmadığını, (Âl-i İmran, 191.) yaratılanların mutlaka bir sebep ve hikmete mebni olarak yaratıldığını, (Mu’minûn, 115.) canlı ve cansız birçok varlığın insanın hizmetine ve onun emrine verildiğini ifade etmektedir. (Bakara, 29, 266; Rum, 21, 24, 50; Tarık, 6; Ankebut, 43; bkz.: Çetin a.g.m. s, 45.)


Gazzalî’nin düşünce sisteminde hikmet ve tefekkür kavramları iç içedir ve bu iki kavram arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu nedenle bazen bu kavramların birbirinin yerine kullanıldığı farkedilir. Gazzalî’nin eserlerinde hikmet tefekkürü, tefekkür de hikmeti kapsamakta ve ayrılmaz bir bütün olarak karşımıza çıkmaktadır. Hikmetin ilk şartı düşünmedir. Bu da temiz bir kalp ve temiz bir akıl ile olur. Allah’ın verdiği aklı şehvani arzuların peşinde kullananlar, ne kendi iç dünyalarındaki ilhamları ne de dış dünyadaki olup biten ibretli sahneleri düşünüp anlayamazlar, kavrayamazlar. (Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, sad.; heyet, İst., 1992, C. II, s. 204- 205.) Hikmetsiz tefekkürün manası ve faydası yoktur. Tefekkür ise, zaten insan zihnini ister istemez varlığın hikmetini kavramaya götürür. Yani kısaca, tefekkür hikmete, hikmet de insanı düşünce, söz ve amelinde isabetli kararlar verip uygulamaya götürür.



Gazzalî, tefekkürün iki önemli hususiyeti üzerinde durmaktadır: Biri; Allah’ın zatı hakkında düşünmenin caiz olmadığı, diğeri; bir saat tefekkürün bir sene (nafile) ibadetten hayırlı olduğudur.


Gazzalî, tefekkürün meyvesinin ilimler, haller ve ameller olduğunu ifade eder ve ilmin tefekkürün özel meyvesi olduğunu belirtir. Gazzalî’ye göre ilmin kalple ilişkisi ise başka bir şeydir. Şöyle ki; ilim kalbe gelince kalp değişir, kalp değişince azalar ve azaların davranışları da değişir. Böylece davranışlar kalbe gelen hallere, hal de ilme, ilim de tefekküre tabi olup aralarında bir zincirin halkaları gibi bir ilişki vardır. O halde tefekkür bütün hayırların anahtarıdır. (Gazzâlî, a.g.e., C: IV, s. 881; Ayrıca bkz.: Kılıç, Cevdet, Gazzâlî’de Tefekkür ve Hikmet Kavramları, Tasavvuf Dergisi, 2001, Yıl: 2, sayı 5, 117-141.)

Tefekkür, Rabıta, Ölüm ve Dünya...

“Râbıta-i mevt” tabiri, ölümü sürekli hatırda tutmayı,bir ayağı öbür âleme atmışçasına ötelerle irtibat halinde bulunmayı, bu dünyanın bir misafirhane olduğunu düşünerek ebedî saadeti kazanma gayretiyle yaşamayı ve tûl-i emelden kurtularak büyük bir alâka ile ahiretin yamaçlarına yönelmeyi ifade etmektedir.
Ölüm, zıddı olan hayat kadar gerçektir. Hayat ise, en sevimli, en tatlı ve bütün varlıkların mazhar olmak istediği, aynı zamanda Rabb’imizin de sıfatı olan zirve nimettir. Zıddı olan ölüm ise, hayat nimetini yok eden, dolayısıyla onunla karşılaşmamak veya karşılaşmayı geciktirmek için her çareye başvurulan bir hakikattir. Durum böyle olmakla beraber, bu hakikati düşünüp âdeta hayatta iken onunla bütünleşerek gerçekleşen râbıta-i mevt ise, insan-ı kâmil olma yollarının en önemlilerinden biridir. Yazımızda işte bu râbıta-i mevt üzerinde bir nebze durmak istiyoruz. Giriş mahiyetinde râbıta-i mevtin de içerisinde yer aldığı müeyyidâta kısaca değinmek gerekir.
Müeyyidât
Sözlükte “kuvvetli ve dayanıklı olmak; güç, kudret” anlamlarındaki eyede kökünden türetilmiş olup “güçlendiren, pekiştiren” mânâsına gelen ve Türkçede yaptırım kelimesiyle karşılanan müeyyide, kavram olarak “kişinin belli bir biçimde davranması veya davranmaması hâlinde karşılaşacağı sonuç ve bunu bilmenin sağladığı zorlayıcı yahut itici güç” demektir.1
Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde müeyyide kelimesinden daha çok dünyevî veya uhrevî yaptırım mânâsını karşılamak üzere “ecir, sevap, ceza, ikab” gibi kelimeler kullanılır. İnsan sorumlu bir varlıktır ve hiçbir davranışı karşılıksız kalmaz. Bu konuda İslâm âlimleri mükâfat ve ceza kavramları üzerinde önemle durmuşlar; din, ahlâk ve hukukun başta gelen ilkelerinden olan adaletin ancak görevini yapana mükâfat, yapmayana ceza vermekle gerçekleşeceğini belirtmişlerdir. Bu noktada genel olarak iki tür müeyyideden söz edilebilir. Birincisi toplumdaki her ferdin kendi imkânları ölçüsünde ve usulüne göre iyiliği emretme ve kötülüğü engellemekle yükümlü sayılmasıdır. Geniş mânâsıyla tebliğ, irşad yahut i’lay-i kelimetullah adı verilen bu konuyu ilgili eserlere havale etmek istiyoruz.2
Müeyyidenin ikinci kısmını ise rekâik üst başlığıyla ele almak mümkündür. Âyet ve hadîslerden, insanın nefsine karşı verdiği mücadelede İlâhî emir ve yasaklara riayette muvaffak olabilmesi için en etkili yaptırım gücünü, takvaya erişmek ve ihsan şuuruyla hareket etmekle elde edebileceği anlaşılmaktadır. Takva şümûllü ve umumî anlamıyla, şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şeriat-ı fıtriye kanunlarına riayete; Cehennem’i netice veren davranışlardan kaçınmaktan, Cennet’i semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir çerçeve çizer.3 İhsan ise hak ölçülerine göre iyi düşünme, iyi şeyler planlama, iyi işlere mukayyet kalma ve kullukla alâkalı bütün davranışların, Allah’ın nazarına arz edilmesi şuuruyla, fevkalâde bir titizlik içinde temsil edilmesinden ibaret kalbî bir ameldir. Fakat herkesin bu anlamda takvaya muvaffak olması ve ihsan şuuruyla yaşaması kolay olmadığından birçok âyet ve hadîste haşir, mizan, hesap, Cennet, Cehennem gibi ahiret hâlleri müşahhas anlatımlarla, terğip ve terhip dengesi içerisinde geniş biçimde işlenerek uhrevî müeyyideler hatırlatılmış ve kişinin bu dünyadaki davranışlarından mutlaka hesaba çekileceği fikrini canlı tutması istenmiştir. İşte konumuz olan ve rekâik içerisinde ilk sıralarda bulunan râbıta-i mevt de burada yer almaktadır.
Râbıta-i mevt
Başta tasavvuf ehli olmak üzere insan-i kâmil olma yolunda mesafe almak isteyen hak dostları temelde iki metot uygulamaktadırlar: zikir ve râbıta-i mevt…
Râbıta kelime olarak iki şeyi birbirine bağlayan ip, bağ, münasebet, ilgi ve mensubiyet gibi mânâlara gelir. Verilen kelime tarifine göre râbıta-i mevt, ölümle münasebete geçmek ve bağ kurmak demektir. Soyut bir keyfiyete sahip ölümle bağ kurmak, ancak onu düşünmek, âdeta onunla bütünleşmekle mümkün olabilir. Onun için râbıta-i mevte, tefekkür-ü mevt ya da tezekkür-ü mevt de denilmiştir. Nitekim Efendimiz (sas) de, ölümü kastederek “Lezzetleri yakıp yıkan yani acılaştıranı çokça zikrediniz.”4 buyurarak her müminin ölümle sık sık bu münasebeti kurmasını emretmiştir.
Bir ıstılah olarak râbıta-i mevt tabiri, ölümü sürekli hatırda tutmayı, bir ayağı öbür âleme atmışçasına ötelerle irtibat hâlinde bulunmayı, bu dünyanın bir misafirhane olduğunu düşünerek ebedî saadeti kazanma gayretiyle yaşamayı ve tûl-i emelden kurtularak büyük bir alâka ile ahiretin yamaçlarına yönelmeyi ifade etmektedir. Bu anlamda şu hadîs-i şerîfi zikredebiliriz: Abdullah b. Mesud (ra) anlatıyor: “Efendimiz (sas), ‘Allah’tan hakkıyla hayâ edin’ buyurunca, ‘Ey Allah’ın Resulü, Allah’a hamd olsun biz Allah’tan hayâ ediyoruz, (ettiğimizi düşünüyoruz)’ dedik. O ‘hayır, zannettiğiniz gibi değil’ buyurdu ve şunları ekledi: ‘Allah’tan hakkıyla hayâ etmek, senin baş ve başta bulunanları (dil, göz, kulak, beyin vs.), karnı ve ilgili olanları (yenilen-içilen şeylerle birlikte her türlü arzu, şehvet vs.) koruman; ölümü ve kabirde bedenin çürüyüp dağılması dâhil, ölüm sonrasını düşünmendir. Ahiret saadetini isteyen dünyanın geçici güzellik ve lezzetlerini de terk eder. İşte kim böyle yaparsa Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.”5
Kur’ân-ı Kerîm de hemen her münasebetle ölümü ve ölüm ötesini hatırlatmakta; “Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmrân, 3/185); “Senden önce hiçbir insana dünyada ebedî hayat nasip etmedik. Sanki sen ölsen, onlar ebedî mi kalacaklar! Hayır, her nefis bilerek veya bilmeyerek ölümü tadıp-durmaktadır. Biz, sizi bazen şerle, bazen de hayırla imtihan ederiz. Sonunda Bizim huzurumuza getirilirsiniz.” (Enbiyâ, 21/34); “Yeryüzünde bulunan her varlık fânidir.” (Rahmân, 55/26). “Hiç şüphe yok ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra da büyük duruşmanın olacağı kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizle davalaşacaksınız.” (Zümer, 39/30) gibi âyet-i kerîmelerle dünyanın geçiciliğini, büyük bir mahkemenin insanları beklediğini ve ahiret hayatının ebedî oluşunu vurgulamaktadır.
Râbıta-i mevtin gayesi ve yapılış keyfiyeti
Râbıta-i mevtin gayesi özetle; kalbi yumuşatmak, kalbdeki sevgiyi geçici dünya nimetlerine değil bâki olan Allah’a ve O’nun razı olduğu şeylere çevirerek nefsin ibret almasını temin etmek, tûl-i emeli kırmak, gafleti dağıtmak, tevehhüm-i ebediyete engel olmak, ihlâsı kazanmak ve tevbenin sürekliliğini sağlamaktır.
Zikredilen gayelerle müracaat edilen râbıta-i mevt özellikle tasavvuf ehli tarafından şu şekilde yapılmaktadır: “Mürşide yaptığı râbıtayı bitirdikten sonra mürid şöyle düşünür: Sanki bana ağır bir hastalık çöktü, duyan geldi, eve insan yığıldı. Kimi bana okuyor, kimi ilâç yapıyor, kimi de ağlıyor. Ben ise can çekişiyorum, birden canım çıktı. Cenaze yıkayanlar gelip beni soydular, yıkadılar, kefene sardılar, tabuta koydular musallaya getirip cenaze namazımı kıldılar ve beni kabre koydular. Ben ise kabirde yalnızım ve kendi kendine soruyorum: ‘Ben neredeyim?’ Yine kendim cevap veriyorum: ‘Mezardayım.’ Mezarda olan ise dünyaya dönemez…”
Görüldüğü gibi tasavvuf ehli râbıta-i mevt sırasında kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül etmiş; yıkanıyor ve kabre konuyor olduklarını farz etmiş; düşüne düşüne, nefs-i emmârenin o tahayyül ve tasavvurdan etkileneceğine ve uzun emellerinden bir derece vazgeçeceğine inanmış ve râbıta-i mevti bu şekliyle uygulamışlardır. Bu uygulamada, âkıbeti düşünmek suretiyle hayalen gelecek zamanı hâle taşımak ve istikbalde vuku bulacak hâdiselerin o ânda cereyan ettiğini farz etmek esastır. Bununla ölüm düşüncesine yoğunlaşmak ve bu sayede nefsi öleceğine ikna etmek; bunu sık sık tekrar ederek onu ölüm fikrine iyice alıştırıp tûl-i emelin önünü almak hedeflenmektedir.
Bediüzzaman’a göre râbıta-i mevt
Üstad Bediüzzaman da eserlerinde râbıta-i mevte geniş yer vermekte, hayatının dönüm noktalarında müessir olduğunu ifade etmekte ve kısaca “ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmak”6 şeklinde tarif etmektedir.
Bilindiği gibi Üstad’ın nazarında ihlâs en önemli meselelerden birisidir. Kaleme aldığı İhlâs Risalesi’nin her on beş günde bir okunmasını tavsiye etmektedir.7 O, ihlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebinin râbıta-i mevt olduğunu ise şu sözleriyle açıklamaktadır: “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, râbıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevk eden, tûl-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yani ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.”8
Üstad’ın hayatında en önemli dönüm noktalarından birisi onun ifadesiyle Eski Said’in Yeni Said’e inkılâp etmesidir. Bu inkılâbın râbıta-i mevt vesilesiyle olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Ehl-i tarîkatın ve bilhassa Nakşîlerin dört esasından biri ve en müessiri olan râbıta-i mevt Eski Said’i Yeni Said’e çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said’e yoldaş olmuş. Başta İhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde o râbıta keşfiyatı göstere göstere tâ ehl-i iman hakkında mevtin nuranî ve hayattar ve güzel hakikatini görüp göstermiş.”9
Üstad başta Haşir Risalesi ve İhtiyarlar Risalesi olmak üzere eserlerinde râbıta-i mevti ve ölümün ehl-i iman hakkındaki nuranî, hayattar ve güzel hakikatini nazara vermiştir. Ayrıca, “Kırk senelik ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim”10 diyerek başladığı Katre Risalesi’nde şerh ettiği kelâmlardan biri de “el-mevtü hakkun, ölüm haktır” ifadesi olmuştur.
Râbıta-i mevti kendine yoldaş ettiğini söyleyen Bediüzzaman’a göre bu râbıta, farazî ve hayalî bir surette, âkıbeti düşünerek geleceği şimdiki zamana taşıma şeklinde yapılmamalı; belki ölüm hakikati iyi kavranarak içinde bulunulan andan fikren gelecek zamana yürümek suretinde olmalıdır. Onun râbıta-i mevt anlayışında, “hakikat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbale fikren gitmek” esastır. Bu konuda o şöyle der: “Ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’ân-ı Hakîm’in كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ٭ اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ gibi âyetlerinden aldığı dersle, râbıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o râbıta ile izâle etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmare o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu râbıtanın fevaidi pek çoktur. Hadîste اَكْثِرُوا ذِكْرَ هَاذِمِ اللَّذَّاتِ -ev kemâ kâl- yani “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu râbıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu râbıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmağa mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Âkıbeti düşünmek suretinde, müstakbeli zaman-ı hâzıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.”11
Üstad’a göre, dikkatli bir göz ve hüşyâr bir kalb her ân etrafında gördüğü değişik varlıkların ölümünden yola çıkarak bütün varlıkların ölümünü âdeta yaşıyor gibi hissedebilir. Aslında “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Ankebût, 29/57) şeklinde tercüme edilen âyette ‘tatma’ kelimesi ism-i fâildir ve süreklilik belirtmektedir. Dolayısıyla doğru tercüme “Her nefis her ân ölümü tatmaktadır” şeklinde olmalıdır. Biz her ân ölüp dirilmekteyiz. Zîrâ bizler, Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerinin akislerinden ibaretiz. Bu tecelliler o kadar hızlı bir şekilde ve peşi peşine gelmektedir ki, biz, kendi varlığımızı aralıksız ve devamlı kabul ederiz. Bu aynen sinema şeridindeki karelerin çok hızlı dönüşüyle, oradaki nesnelerin hareketli görünmesi gibidir. Aslında biz, her ân -ki ân kelimesiyle zamanın en küçük parçası neyse onu kastediyoruz- var olup yine yok olmaktayız. Durum böyle olunca da hayalen geleceğe gitmeye ihtiyaç kalmamaktadır.
Üstad, “çok samimi bir kalbin en içli sesi ve hasbî bir gönlün muhasebe terennümü” olarak ifade ettiği 12. Nota’da da bu anlayışına dâir ipuçları vermektedir. Aslında, ölüm, dilini susturduğunda, diline bedel kitabıyla niyaz etmeyi dileyerek ve kabulünü rahmet-i ilâhiyeden recâ ederek bir yakarış şeklinde yazdığı o bölümde, râbıta-i mevt adına bir üslûp da göstermektedir. O ölümü, fikren geleceğe giderek tadar ve bunu “Kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarıma veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı hâliyle, ruhumun lisan-ı kâliyle bağırarak derim: El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!”12 sözleriyle ifade etmektedir. Çünkü o, “küllü âtin karîb- her gelecek yakındır” sırrıyla ölümün geleceğini kendi varlığı kadar gerçek ve yakın olarak görmekte, içinde bulunduğu zamandan sıyrılıp fikren istikbalde yaşayarak kendi ölümünü müşâhede etmektedir. O, ölümü hayal ve farz etmeye ihtiyaç duymayacak kadar kat’i ve yakın bilmekte ve bunu “kat’î bir yakîn ile anladım ki, bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya hâliktir (helâk olmaya mahkûmdur) gider ve fânidir, ölür. Ve bilmüşâhede, içindeki mevcudât dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur”13 şeklinde seslendirerek râbıta-i mevti bir yakîn (sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan itikat) meselesi olarak yorumlamaktadır.14
Etkili olması için
Hemen her zaman, bir şeyden istenen neticenin alınması onu destekleyen diğer bazı hususların yerine getirilmesine bağlıdır. Yani birden fazla sebebin bir araya gelmesiyle ancak bir netice hâsıl olur. İşte râbıta-i mevtten hedeflenen neticeye varabilmek için de, müeyyidâtın diğer unsurları başta olmak üzere, farklı hususlarla desteklenmesi gerekir. Bunların başında sağlam iman gelmektedir. Bundan dolayı Üstad, İhlâs Risalesi’nde, râbıta-i mevtten hemen sonra iman-ı tahkikiyi ve marifet-i Sâni’i nazara vermektedir. Yani, ancak diğer iman esaslarıyla takviye edilmiş bir râbıta-i mevt ve ahiret düşüncesi sayesinde dünyevî arzuların önünü kesmek mümkün olabilir.15
el-Muhâsibî, râbıta-i mevtin etkili olması için iki hususa dikkat çekmektedir:
1. Ölümün aniden geldiği unutulmamalı. Evet, ölüm genç-yaşlı, hasta-sağlıklı, fakir-zengin, mü’min-kâfir, kış-yaz, gece-gündüz… ayırımı yapmaksızın ve haber vermeden âniden gelir. Öyle ise akıllı olan ondan gafil olamaz.
2. Daha önce ölenlerden ibret alınmalıdır. Kişi kendinden önce vefat eden yakınlarını, dostlarını ve çevresinde yaşayan insanların ölümlerini hatırlamalı ve nasıl bir sonla karşılaştıklarını düşünmelidir. Onların toprak altına nasıl serildiklerini, dünyadaki mevki ve saltanatlarını, hanımlarının nasıl dul, çocuklarının öksüz, meclis ve mescitlerinin nasıl bomboş kaldığını ve izlerinin silindiğini düşünüp karşılaştırmakla ibret almalı ve kendisinin de onlardan birisi olduğunu unutmamalıdır. Onlar öldü, o da ölecektir. İşte o zaman Allah’ın izniyle dünyaya olan bağlılığı azalır, ecelini gözetler, tevbe ile Rabb’ine kavuşmaya hazırlanır.16
Yazımızın girişinde kısaca temas ettiğimiz müey-yidâtın ilk kısmı olan emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i anı’l-münkerle birlikte, her çeşidi ve en geniş mânâsıyla zikrin hayatta ağırlıklı bir şekilde yer alması râbıta-i mevtin etkili olmasının olmazsa olmazlarındadır. Hadîs külliyatının rekâik bahislerinde dile getirilen diğer hususların da öğrenilmesi ve tatbik etmek için gayret gösterilmesi gerektiği de unutulmamalıdır. Bu arada Efendimiz’in (sas) emir buyurduğu kabirlerin ziyaretine, günümüzde hastanelerin ziyareti de eklenerek, râbıta-i mevtten umulan neticeyi elde etmeye daha fazla yardımcı olunabilir.
Netice
Râbıta-i mevt, nefsi dizginleyip insan-ı kâmil olma yolunda mesafe almak için mutlaka müracaat edilmesi gereken hususlardan birisidir. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerde sık sık vurgu yapılan ölüm gerçeğinin insan mâneviyatı üzerinde bıraktığı muazzam tesiri, ruhu olgunlaştırma yönünde kullanmak İslâm’a has bir ayrıcalıktır. Zîrâ İslâm dışındaki bazı düşüncelerde ölüm Allah’ın insanoğluna verdiği en büyük ceza (Yahudilik), bazılarına göre aslî günaha mukabil verilen İlâhî ceza (Hristiyanlık), bazılarına göre dünyada başka bir bedende hayat bulmanın başlangıcı (Budizm) şeklinde yorumlanmakta ve ölümü geciktirmek, ondan korkmak, acısını hafifletmek, unutmak, kendinden uzak görmek vb. gayret ve düşünceler öne çıkmaktadır. Oysa İslâmî terbiyede ölüm gerçeğiyle bağ kurmak, onu daha çok zikredip düşünmek tavsiye edilmekte, böylece insanı dönüştüren, olgunlaştıran, güzel ahlâk sahibi yapan bir gerçek olarak görülmekte ve değerlendirilmekte; neticede zikir ve müeyyidâtın diğer kısımlarıyla beraber, âdeta bir insan-i kâmil olma metodu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dipnotlar
1 Müeyyide konusunda geniş bilgi için bkz: DİA, Müeyyide maddesi.
2 Misal olarak bkz: F. Gülen, İrşad Ekseni ve İ’lay-ı Kelimetullah veya Cihad adlı eserleri.
3 F.Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/76.
4 Tirmizî, Kıyame, 26, Zühd, 4.
5 Tirmizî, Kıyame, 64.
6 Lem’alar, 163.
7 Age, 159.
8 Age. 163.
9 Şualar, 696.
10 Mesnevîy-i Nuriye, 51.
11 Lem’alar, 163.
12 Age, 129.
13 Age, 129.
14 Geniş bilgi için bkz: F. Gülen, İkindi Yağmurları, 419.
15 Bkz: F. Gülen, age. 420.
16 Bkz: El-Mühâsibî, Er-Ri’aye (Kalb Hayatı), 135-145.

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...