25 Ağustos 2013 Pazar

Din Eğitimi Işığında Gönül Adamı Olabilmek...

Dîni tebliğ ve temsil dâvâsında olanların sıfat ve sorumlulukları bugün dünkünden çok daha büyük önem arzetmektedir. Dün ellerinde dîni temsil gücü bulunduranlar, arkalarında devletin müeyyide desteğine sâhiptiler. Bugün laik yapının geliştirdiği ortamda böyle bir güç yok din hâdimlerinin ellerinde. Tek müeyyideleri gönül sermayeleridir. AB ile tarama sürecinin başladığı ve belki de AB’ye girmenin yakınlaştığı günümüzde din hizmeti verenlerin çok hızlı bir değişim sürecinden geçmeleri gerekmektedir.
Bu değişim sürecinde hedef, tarihteki “Alperenlik” zihniyetine denk bir gönül adamlığıdır. Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e insanlık her devirde gönül adamlarına muhtaç ve müştaktır. Çünkü din hizmeti aşk işidir. Aşkın mahalli ise gönüldür. Nitekim M. İkbâl bunu: “Din aşktır.” ifâdesiyle özetler.
 
Aşksız kurallar manzûmesi bir dînî hayat, dînin özünün önüne geçer. Oysa yüreğinde aşk ateşi olan kuralın hükmünü sormaz, hemen yapar. “Kural egemen” anlayış insanların gönüllerine perde olur. İman bir gönül işi olarak Hakk’a yöneliştir. Halkı Hakk’a celbedecek insan gönül adamlığı vasfı ile gönüllere hulûl edebilir. İnsanları koşturan soluk soluk heyecandır. Gönül adamı heyecanı söndüren değil, ateşleyendir.
 
Öyleyse gönül nedir? Gönül adamı kimdir?
Gönül îman nûruyla aydınlanan kalbdir. Kalb inkâra ve küfre yöneldiğinde ise nefs adını alır. Gönül yücelik tarafına (ulviyete); nefs ise süfliyete mütemâyildir. Rahman adıyla gönül arasında bir münasebet vardır. Gönül adamı canını ve malını Allah’a adayarak1 kalb-i selîme2 eren ve gönlünü, Gönüller Sultanı’na verendir. Rahman tecellîsine mazhar, incelik ve zerafet timsali insandır.
Akıl ile aşk birbirinin zıddı olduğundan bir arada bulunmaz. Aşk aklı baştan alır. Akıl ile aşk su ile ateş gibidir. Akıl suyu, aşk ateşini söndürür. Ancak bu söylediklerimizden akıl ile aşkın asla bir arada bulunamayacağı anlaşılmamalıdır. Şu bir gerçek ki akıl hesâbî, aşk ve gönül ise hasbîdir.
Gönül adamı sevgi âbidesidir. Bütün insanları; hatta mutlak mânâda bütün yaratılanları sever. Gönül adamlığının temelinde insan sevgisi vardır. Gönlünüze almadığınızın gönlüne giremezsiniz. Gönlüne giremediğinizin beynine asla ulaşamazsınız.
 
Gönül adamı sorgu veya ceza hâkimi, polis ya da jandarma tavrında değildir. O kötülüğü iyilikle savuşturur. Çünkü o bilir ki, kötülüğü savmanın yolu en güzel hasletlerle mukabeledir3; öfkeye sabır, bilgisizliğe yumuşaklık, kötülüğe afv ile muâmele gibi.
Gönül adamı başkasını inşâ derdine düşen ama önce kendini inşâ edendir. Gönül adamının değeri yetiştirdiklerinin kalitesiyle ölçülür. Eğitmek ve irşâd etmek doğruları söylemek değil, doğruları yapmaktır. Gönül adamı karakter sâhibidir. İnsânî ilişkilerde güven sağlayan ve sevgi dokuyan sağlam karakter, dürüst ve tutarlı davranışlardır. İnsanlarda hayranlık uyandıran dehâ ise de peşinden sürükleyen karakterdir.
 
Gönül adamı otoriter değil, karizmatik ve rehber, buyuran değil, karşısındakini anlayan ve kavrayandır.
Gönül adamının gönlü, sofrası, kapısı ve alnı açıktır. İnsanların acılarını ve sancılarını, sevinçlerini ve sürurlarını paylaşır, iyi günde de kötü günde de, yanlarında olur. Yar olduğuna bâr olmaz. Kimseden bir şey istemez. Çünkü istemenin insanı küçülttüğünü bilir.
Gönül adamı herkese hoşlukla muâmele eder. Kusur ve günahlarından dolayı insanları azarlamaz, incitmez ve kırmaz. Günahkâra değil, günaha kızar. Çile ve kahır çekmeyi işinin gereği gibi görür. Nitekim Mevlânâ gülün güzel kokusunu, dikene katlanmasına borçlu olduğunu söyler.
 
Eşrefoğlu Rûmî de der ki:
Ol dost içün âğûları
Şeker gibi yutmak gerek
Gönül adamı hoşgörülü ve ayıb örtücüdür. Suçlama ve sorgulamayı kendine yapar, hoşgörü ve bağışlamayı karşısındakine saklar. Ayağına basana: “Gözün kör mü?” demek yerine: “Özür dilerim, ayağınızın altına basmışım” demeyi tercih eder.
 
Gönül adamı fedakârdır, kendisinden çok başkaları için yaşar. Gönül adamı başkalarının derdine düşendir, derd yüzünden uykusu kaçandır; hizmet yolunda mazeret üretmeyen, engeller aşandır. O işinin kahramanıdır. Derd insanın yüreğini ateşleyip enerjiye dönüştürür.
Gönül adamı çiftçi gibi ektiği tohumun derdine düşer, onu kurda kuşa yem etmez. İnsanlara ulaşmanın yolunun problemlerini çözmekten, derdlerine devâ olmaktan geçtiğini bilir.
Gönül adamı insanlarla iletişimde lügatinden “kötü” sözü ile “zann” kavramını atar. Çünkü zann, ilişkileri bozar, şeytan bu sâyede gıybet ve nemîme tohumları eker.
Gönül adamı muhâsebe kaygısı taşır. Önce varlığını, neye yaradığını sorgular. Hesap kaygısıyla hedef belirleyerek planlı çalışır. Hedef koymak, alışkanlıkların dışına çıkmak, râhatını terk edebilmek ve büyük düşünmektir. İnsanın kapasitesi koyduğu hedefler kadardır. Kaldırabileceğinden az yük taşımak da sorumluğu mûcibdir. İnsan yaptığı işten haz almak için hedefler belirlemeli ve onları aşarak mutluluğu yakalamaya çalışmalıdır. Hedefsiz, plansız ve programsız çalışma, verimli tarlaların boş bırakılması ve yaban otlarıyla dolmasına seyirci kalınmasıdır. Büyük hedefler ve büyük inançlar büyük sonuçlar doğurur. Başarılı olanlar nereye koştuklarını bilenlerdir. Çünkü ne aradığını bilen bulduğunun farkında olur.
 
Başarmak, insanın kuvvetlerini bir hedefe kilitlemesi ve onu elde etme sürecine girmesidir. Gönül adamı, gönülden konuşan ve insanlarla sessizce anlaşandır. Aslında sükût ruhlar arasındaki sessizce konuşup anlaşmayı ifâde eder. Çünkü söz ehli (erbâb-ı kaal) lüzumsuz lâflar eder. Öz ehli (erbâb-ı hâl) kelimesiz, sessiz konuşur. Susmakla insanların sözleri daha tesirli olur. Dilsiz dudaksız konuşmakla duygularımızı daha iyi ifâde edebiliriz.
 
Şâir der ki:
Sen hâmûş ol, çeşm-i giryân söylesin
Eşrefoğlu da şöyle der:
Dil dudak deprenmeden sözden anlayan gelsin
Gönül adamı “ben”i lügatinden çıkarandır. Ben ben diye öne çıkan benlik duygusu huzursuzluk ve fitneyi körükler. Benliği aşamayanlar etrafındaki insanları kaçırır.
Gönül adamı zamanın kıymetini bilir. İbnülvakttir, her şeyi vaktinde yapar, zamanın hükmünü gözetir. Çünkü plansız zaman, sâhipsiz ve sınırları belli olmayan mîrî arâzî gibidir. Her zaman birileri tarafından işgal edilebilir. Gönül adamı kendini yenileyendir. Yenilenmeyenin yenileceğini bilerek iletişim yetersizliğini geliştirendir. İnsanlara anladıkları dilden konuşandır. Konuşmalarında hitâbetin inceliklerinden yararlanarak heyecan uyandırandır.
 
Gönül adamı incinmez, incitmez, kırılmaz, yorulmaz ve darılmaz hizmete devam eder. Bir hizmetten öbürüne koşar. Rabbının: “Bir işten boşaldın mı öbürüne koş”4 buyurduğunu bilir. Hergün kalb ve gönül sorgusundan geri durmaz ve kendi kendine: “Bugün Allah için ne yaptın? Yaptıklarının ne kadarı Allah için?” diye sorar. Yaptıklarını azımsar ve daha fazlasına muvaffak buyurması için Allah’a duâ eder.
 
Gönül adamı gönlü Allah ile olandır. Allah’ın kulu ile olduğu nass ile sâbit. Önemli olan kulun O’nunla beraberliğidir. Hz. Mevlânâ bunun önemini şöyle ifâde eder: “Tevbesiz ömür, can çekişmekten ibârettir. İnsanı yaşayan ölü hâline sokan ölüm ise Allah’dan habersiz olmaktır. Allah ile olunca ömür de hoştur, ölüm de…Fakat Allahsız olan kişiye âb-ı hayat bile ateştir.5
Gönül adamı hayatın zorluklarına direnmesini bilendir. Çünkü insanın hayatın fırtınalarında ne kadar yıkıldığından çok ne kadar ayağa kalkabildiği önemlidir.
 
Dipnotlar: 1) et-Tevbe, 9/111. 2) eş-Şuara, 26/89. 3) Fussılet, 41/33-34. 4) el- İnşirah, 94 / 7-8. 5) Dîvân-ı kebîr.

Din Eğitiminde Nefsin Yedi Hilesi...

Bir dîne mensup olmak insanda fıtrî bir duygudur. Nitekim Allah Teâlâ: “O hâlde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dîne, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult” buyurarak bu fıtrata işâret etmektedir. Dînî hayat ve dindarlığı hem tetikleyen özellikler, hem de köstekleyen özellikler insanın kendisinde saklıdır. Dindarlığı başka alâkalardan, nefsâni hazlardan arındırabilmek, kalbî itmînâna ve zihnî olgunluğa ermiş olmaya bağlıdır. Çünkü dindarlık bir his, duygu ve gönül işidir. İnsanın duyguları ise çoğu zaman karmaşıktır ve birtakım etkilerin yoğunluğunda şekillenmektedir.

Dindarlık her şeyden önce ihlâs ve samimiyet ister. İhlâs, amel ve ibâdete başlarken niyeti gönül imbiğinden geçirip ona hiçbir yabancı dünyevî madde katmamak, saf ve berrak hâliyle damıtmak ve nefse bir pay çıkarmamak demektir. İhlâs, midedeki besinlerden süzülüp kan damarlarının yanından geçerek tertemiz çıkan süte benzer. Nasıl ki sütün içinde bulunabilecek kan veya pislik mide bulandırırsa, riyâ karışmış dindarlık da öyledir; ihlâsı bozar.

Dindarlığı tetikleyen ve besleyen iki temel vasıf vardır: Sıdk ve ihlâs. Sıdk dindarlığın sünnete, peygamber modeline uygun yapılmasıdır. İhlâs ise kulluk ve ibâdetin Allah için olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: “Kim Rabbine kavuşmak dilerse sâlih amel işlesin. Rabbına ibâdet ederken de hiç kimseyi ortak koşmasın.” “Yüzünü ihlâsla Allah’a çevirenden daha güzel dindar kim olabilir.”
Kul için bir matlûb, bir de taleb vardır. İhlâs matlûbun, sıdk ise talebin bire indirilmesidir. Sıdk asıldır, ihlâs ondan sonra hâsıl olur. İhlâs sıdka tâbidir. İhlâs amele başladıktan sonra meydana gelir. Dindarlıkta kula en çok lâzım olan da ihlâstır. İnsan ihlâs sâyesinde nefsin âfetleriyle amelleri bozan hallerden haberdâr olur. Çünkü insan amelden ve ameli ihlâsla yapmaktan sorumludur. Nitekim Kur’an’da: “Hâlbuki onlar, Allah’a dinde ihlâs sahibi olarak ibâdetle emrolundular” buyrulur.

İhlâs temeline dayalı hâlis dindarlığın en büyük engelleri nefsin hile ve desiseleridir. Bu yüzden ihlâsı da ihlâsı bozan şeyleri de iyi öğrenmek gerekir. İnsanoğlu mayasındaki kulluk duygusunu bazen yanlış yönlendirerek negatif pozisyonlara düşürmekte ve bu negatif kulluk tezâhürleri zaman içerisinde insanoğlunu hâlisâne dindarlıktan uzaklaştırmaktadır. İnsanı dindarlık sürecinden uzaklaştıran bu negatif kulluk tezâhürleri nefsin tuzaklarıdır.

Samimi dindarlık, ihlâs üzere olmaya çabalamaktır. İbâdet ve tâat konusunda kendisinde varlık görmemektir. Gönlü kirleten, kalbi hasta eden ve dindarlığa zarar veren yedi nefsâni illet ve engel şunlardır: 1- Kibir/büyüklük taslama, 2- Ucüb/kendini beğenme, 3- Riyâ/gösteriş, 4- Gadab/öfke, 5- Hased/kıskançlık, 6- Mal sevgisi, 7-Makam tutkusu.

1- Kibir, Allah’ın kendine has kıldığı kibriyâ ve azamet sıfatının nefsânî zaaf ve şeytânî bir vasıf olarak tezâhürü olup insanın temel problemidir. Âlemdeki zuhûru şeytânın kibirle kendini Âdem’den üstün görerek secde etmemesiyle başlamış, ondan da insana geçmiştir. Kibrin tedâvisi, insanın konumunu ve yerini bilerek tevâzû sâhibi olmasından geçer.

2- Ucüb, kendini beğenerek büyüklenip başkalarına tepeden bakmayı, başkalarını hor görmeyi doğuran nefsânî ve şeytânî bir vasıftır. Başa çıkılması çok kolay olmayan bu özellik dînî hayatı zedeler. Ucbün tedâvisi, kibirde olduğu gibi tevâzû sâhibi olmaktır.

3- Riyâ, takdîr edilme, beğenilme arzusuyla başkalarına karşı yapılan gösteriştir. İnsanların övmelerine karşı zaaf göstermek; yermelerinden korkmak ve incinmektir. Bunu tetikleyen şey, kendini beğenmektir. Riyâ, ihlâsın zıddıdır. İnsanların en çok ayaklarının kaydığı alan da burasıdır. Riyâ pek çok hadîs-i şerîfte şirk-i hafi olarak değerlendirilmiştir.
Nefsin amelleri ve dîni hayatı boşa çıkarmak için kullandığı en önemli vasıtalardan biri övülmekten duyduğu hazdır. Çünkü nefs biraz övgü görse semâvât ve arzı bile sırtında taşır. Ama övgü olmayınca; kendisine prim verilmeyince hemen tembelleşir. Nitekim rivayete göre bir kişi yıllar boyu mescidin birinci safında namaz kılmış. Bir gün her nasılsa bir engel sebebiyle ikinci safta kılmak zorunda kalmış. Bir süre câmi ve cemâatten kaybolan bu kişiye sebebini sormuşlar. Demiş ki: “Şu kadar yıldır kıldığım namazları hep ihlâsla kıldığımı sanıyordum. Bir kere ikinci safta görülmekten öyle rahatsız oldum ki ömrüm boyunca riyâ yaptığımın farkına vardım. Bu yüzden evimde eski namazlarımı iâde ve kaza ile meşgul olduğum için ortadan kaybolmuştum.”
Riyânın tedâvisi ihlâsa ermeye çalışmakla olur. Ayrıca bu hâlin tedâvisi, Allah’ın kalıba değil, kalbe baktığını; âhiretteki derecenin kalpteki duygulara bağlı olarak eksilip artabileceğini bilmek sûretiyle olur. İçte bulunan bir hâli dışta ızhâr etmenin bir faydası bulunmadığı gibi, halkın övgü ve yergisinin Hakk nezdinde hiçbir değeri yoktur.
 

4- Gadab, öfkelenip kızma hastalığıdır. Gadab, dindarlığı etkileyen nefsin tuzaklarından şeytânî bir sıfattır. Dindarlık sürecindeki tedâvisi kazâya rızâ göstermeye alışmak sûretiyle olur.

5- Hased, başkalarının sâhip olduğu nîmetleri kıskanmaktır. İnsanın gözü dışa dönük olduğu için dâimâ karşısındakini görür. Bu da insanın halkın ayıplarıyla uğraşıp kendi eksiklerini görmezden gelmesine veya kendindeki güzellikleri değil, karşısındaki nimetleri görmesine sebep olur. Hasedin sebebi taksîm-i ilâhîye râzı olmamaktır. İnsan, samîmî bir îmân ile ilâhî taksîme râzı olma özelliği kazandığı an, nefsin kıskacından kurtulur ve dindarlığını sağlama almış olur.

6- Mal sevgisi, hırs ve tama’ ile dünyâya düşkünlüktür. Sebebi ölümü unutmak, nefsin insana telkin ettiği ebediyet duygusuna aldanmaktır. Tedâvisi ölümü çokça hatırlamak, ebediyet yurdunun dünyâda değil, âhirette bulunduğunu düşünmektir.
 

7- Makam tutkusu, kendini beğenme hastalığından, şöhret ve baş olma arzusundan kaynaklanır. Tedâvisi Allah’ın kendisine hakkı hakk bilme lütfunda bulunduğunu, ancak Allah’ın bu lütfuna karşı şükürde kusur ettiğini düşünerek tevâzû/alçak gönüllülük yolunu tutmakla olur. Baş olma ve îtibâr duygusu insanı içini ihmâl edip dışını süslemeye yönlendirir.
Bütün bu illetler samimi dindarlığa zarar verir. Bunlardan temizlenmenin en kestirme yolu dindarlığımızı sorgulamak; yâni muhâsebeye çekmektir. Bu muhâsebe bir kalb sorgulamasıdır. “Bugün Allah için ne yaptım? Yaptıklarımın ne kadarı Allah için, ne kadarı nefsim için? İşin içine ne kadar «görsünler ve desinler» kaygısıyla riyâ denen şirk-i hafî girdi? Kalbim nasıl? Acaba dünyâ için mi atıyor, Allah için mi? Kalbim, yüreğimi elime alıp insanlar içine çıkabilecek saflıkta mı? Yoksa çıfıt çarşısı gibi mi?” Bu muhâsebeler dindarlık sürecinde insan davranışlarına farkındalık bilinci kazandıran kalb sorgusudur.

Netice itibariyle hâlisâne dindarlık kolay bir iş değildir. Çünkü dindarlık, halkın nazarında “dindar” görülmekten hoşlanmak, akabinde takdir ve saygı görmekten haz almaktan ibaret değildir. Aksine birtakım dünyevî arzu ve isteklerden soyutlanmak, Allah’a kulluk ile nefse gem vurabilmektir. Din de, dindarlık da sadece Allah’ındır, O’ndan gelir ve O’nun için yapılır.

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...