22 Şubat 2009 Pazar
Gafletten Kurtuluş
Cenâb-ı Hak insanı hayra da şerre de istidâtlı olarak halk etmiş ve onu, kulluk mes'uliyetinin emânet edildiği yegâne varlık kılmıştır.Onun benliğini, hayra ve şerre temâyül tohumları ile donatmış, dünyadaki huzur ve âhiretteki saâdete ulaşmasını, iç âleminin "kalb-i selîm" hâline gelebilmesine bağlamıştır. Bunu gerçekleştirmenin ehemmiyeti ve zorluğu, Şems sûresinin ilk âyetlerinde tam on bir yeminden sonra îlân edilmiştir.Âyet-i kerimede buyurulur:"...Nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip de takva (iyilik) ve fücûrunu (kötülüklerini) ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran (tezkiye eden) kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir." (eş-Şems, 7-10)Fucûr, nefsânî arzulara esir olma; takvâ ise kalbi mâsivâdan koruyarak Rabb'e yaklaşabilme gayretidir. Bu iki zıt vasfın malzemeleri ekseriyetle aynıdır: Akıl, zekâ, idrâk; mal, makâm, evlâd… vesâire.Cenâb-ı Hakk'a yaklaşmak için kullanılması gereken bu vâsıtalar, nefsâniyetin arzularına râm edilir ve ruhânî cevher zehirlenirse, kulun elindeki tek fırsat olan bu hayat nimeti ziyân edilmiş ve iki cihan bedbahtlığına dûçâr kılınmış olur.İblis, cennetten tard edildikten sonraCenâb-ı Hak'tan kıyâmete kadar bâkî kalma ve kulları şerre yönlendirme husûsunda bir dilekte bulundu. Rabbimiz de imtihan olarak getirildiğimiz bu dünya dershanesinde onu bu arzusunda serbest bıraktı. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:"(İblis:) "Öyleyse, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından onlara sokulacağım. Sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın." dedi." (A'râf, 16-17)Allâh'a giden sırât-ı müstakîm üzerine oturup insanları şerre sevkeden ve onlara günahları süsleyen şeytanın, ihlâslı kullara hiçbir zarar veremeyeceğiâyet-i kerîmede şu ifade ile beyan edilir:"(İblis: İnsanların hepsini azdıracağım.) Ancak onlardan ihlâsa erdirilen kulların müstesnâ! (dedi.)" (el-Hicr, 40)Cenâb-ı Hak da:"Şüphesiz ki Benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin (ve nüfûzun) yoktur! Ancak sana tâbi olan azgınlar müstesnâ." (el-Hicr, 42) buyurdu.Yüce Rabbimiz, şeytanın kandırmacalarına dûçâr olmamamız için bizi şu şekilde ikâz etmektedir:"…Sakın o çok aldatıcı şeytan sizi Allâh'ın affına güvendirerek aldatmasın." (Lokmân, 33)Hazret-i Mevlânâ şeytanın desîse ve aldatmalarına kanarak nefsine râm olup ibâdet ve muâmelatını ziyân eden kişinin hâlini, ibretli bir hikaye ile şöyle anlatır:* * *"Şuayb -aleyhisselâm- zamanında bir kişi: "Allâh benim bir çok ayıbımı ve günahımı gördü. Bende bu kadar günah ve cürüm gördüğü hâlde, lûtuf ve keremi ile kusuruma bakmadı." diyordu.Şuayb -aleyhisselâm-, Hak Teâlâ'nın vahyi ile o kişiye şu îkâz edici nasihatte bulundu:"-Ben bu kadar günah ettim de Allâh keremi ile beni sorumlu tutmadı ve cezâlandırmadı, diyorsun. Ey aklı kıt adam, ey doğru yolu bırakıp çöllere düşen zavallı! Allâh senin kaç kere cezanı verdi de haberin yok. Baştan ayağa, tepeden tırnağa kadar gaflet içinde olduğun için basiretin kapanmış. Sen duygularının, nefsânî isteklerinin esiri olmuşsun da farkında değilsin.Ey kararmış tencere misâli kişi! Kat kat isler ve paslar içindesin. Bunlar senin iç dünyanı karartmış. Senin gönlün kat kat paslarla örtülmüş ki basîret gözün görmez olmuş, ilahî sırlara karşı perdelenmiş, kalbin âmâ olmuş gitmiş.Her şey zıddı ile daha açık görülür ve daha kolay idrak edilir. O kara is, kalaylı tencerenin beyazlığı üstünde, net bir şekilde kendini gösterir. Fakat dumanın tesiri ile tencere kararınca, onun üstündeki kara leke âdeta kaybolur ve onu kimse göremez? Aynı şekilde demirci zenci olursa, duman onun yüzünde bir iz bırakmaz. Fakat beyaz tenli birisi demircilik yaparsa, dumanın tesiri ile onun yüzü kararır.Kalb sâfiyeti bozulmamış bir mü'min günah işlediğinde onun tesirini çabucak anlar da 'Aman yâ Rabbî!' diye ağlayıp sızlanmaya başlar. Fakat günah işlemekte fütursuzca devam eden kişi, âdetâ kalb gözüne toprak doldurmuş olur; günahını görmez ve vicdan azâbını da hissetmez. Tevbe etmeyi hatırına bile getirmez. Günah onun gönlüne tatlı bir mûsıkî gibi gelir. Farkında olmadan îmânını zâyî eder. O pişmanlık duygusu, o 'Ya Rabbî!' deyiş ondan gider; gönül aynasına kat kat pas çöker. Onun kararıp kaskatı olan kalbini, paslar yemeye koyulur.Beyaz bir kağıt üzerine yazı yazarsan, o yazı, net olarak okunur. Lâkin yazılı bir kağıt üzerine tekrar yazarsan, yazdığın anlaşılmaz, birbirine karışır. Okunması güçleşir ve yanlış okunabilir. Çünkü mürekkebin siyahlığı üst üste gelince, iki yazı da körleşmiştir, mânâsı kalmamıştır.
Eğer o kağıda üçüncü kere yazı yazarsan, onu kâfir kalbi gibi simsiyah edersin.Öyle ise her çaresizliğin çaresi olan Allâh'a sığınmaktan başka ne yapılabilir ki? O merhamet ve rahmet sâhibi olan Rabb'inizden hidâyet ilticâsında bulunun ki, devâsız dertten, yani kalbinizin kararmasından ve paslanmasından kurtulmuş olasınız."Şuayb -aleyhisselâm-'ın ilâhî nefha taşıyan ve kalbleri titreten bu sözleri üzerine kendine gelen bu kişi, istiğfar etmek niyetiyle:"-Benim idrâk edemediğim bu günahlarıma karşılık, ilâhî cezâya mâruz kaldığımın alâmeti nedir?" diye sordu.Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Şuayb Peygamber'e şöyle vahyetti:"Ben suçları, günahları örterim; sırları fâş etmem, fakat onun belâlara uğradığına dâir en bariz alâmet şudur:O kulluk vazifesini yapıyor, oruç tutuyor, namaz kılıyor, zekat veriyor, daha başka hayır işleri de yapıyor fakat hiç birinde, zerre kadar bile mânevî zevk bulamıyor.İbâdeti şeklen uygun, kulluğu güzel ama rûhaniyeti za'fa uğramış; Kalbi ile bedeni bir âhenk içinde değil.
Cevizler zâhiren sağlam görünüyor ama içleri boş.Îmânın ve ibâdetlerin bir lezzet hâline gelebilmesi için gönlün mâneviyât ve rûhâniyet kesbetmesi mecburidir. Çekirdeğin fidan vermesi için içli olması gerektir. İçi boş olan çekirdek hiç fidan verebilir mi? Cansız sûret, bir kalıptan ibaret değil midir."Şuayb -aleyhisselâm- o gâfil kişiyi, bu rûhânî nasihatlerle ikaz etti. Onun gönlünde peygamberin rûhânî nefeslerinden ümit çiçekleri açtı. İstiğfar ederek kalbini Hakka yöneltmeye azmetti…"* * *Merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Allâh, kullarına Halîm ve Gafûr sıfatları ile muâmele ediyor, yapılan hataların cezâsını hemen vermiyordu. Onları belli bir zamana kadar tehir ediyordu. O şaşkın kul bu hakikatten gâfildi. Âyet-i kerime bu gerçeği şöyle beyân eder:
"Eğer Allâh insanları işledikleri günahlar yüzünden cezâlandıracak olsaydı, dünyada tek bir insan bile bırakmazdı; ama Allâh onların cezâsını belirlenmiş bir vâdeye kadar erteler. O vâdeleri geldiği vakit hükmünü yerine getirip onları cezâlandırır. Çünkü Allâh kullarını tamamen görmektedir." (Fâtır, 45)Böyle bir mânevî hastalığa tutulan tâlihsiz kimseler, günahlarının farkında olmadıkları gibi hatta yaptıkları işlerin güzel ve iyi olduğunu ve âhirette hayırlı bir netîce ile karşılaşacaklarını zannedebilirler. Halbuki Cenâb-ı Hak, amellerini bu şekilde gafletle îfâ eden kimselerin fecî âkibetlerini şöyle haber vermektedir:"De ki: Amelleri en çok boşa gidenleri size bildirelim mi? (Bunlar) iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatındaki gayretleri boşa giden kimselerdir." (el-Kehf, 103-104)Bu bakımdan mü'minler yaptıkları amelleri ihlâsla îfâ etmeye dikkat etmekle birlikte onların boşa çıkmasından son derece korkarlar ve işledikleri en ufak hataları bile gözlerinde büyütürler. Gâfiller ise bunun aksine irtikap ettikleri günahlar ne kadar büyük olursa olsun onu ehemmiyetsiz görürler.Abdullâh bin Mes'ud -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:"
-Mü'min günahını, altında oturduğu ve sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağ gibi görür. Bu koca dağ üzerime düşer mi diye korkar durur. Fâcir ise, günâhını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür."İbn-i Mes'ud -radıyallâhu anh- bunu söyledikten sonra eliyle, şöyle diyerek, burnundan sinek kovalar gibi yapmıştır. (Buharî, Deavât, 4; Müslim, Tevbe, 3, 2744)Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir defâsında Âişe vâlidemize şöyle buyurmuşlardı:"Ey Âişe! Küçümsenen işlerden (önemsenmeyen en küçük günahlardan dahi) sakın! Zîrâ Allâh katında onları gözetleyip kaydeden bir (melek) vardır."(İbn-i Mâce, Zühd, 29; Dârimî, Rikâk, 17)
* * *Günümüzde insanların farkında olmadan düştükleri mühim gafletlerden biri de ibâdullâhı tahkîr, yani Allâh'ın kullarını küçük görerek hafife almaktır. Bu hâlin bir neticesi olan gıybet, gıybet edilen kimseyi alçaltıp, gıybet eden kimseye ucûb (kendini beğenme) hâli verir. Böylece o insan, nefsinin kibir ve arzularına taviz vererek nefsâniyetini palazlandırır. Bu ise cezası kıyâmete kalan bir kul hakkı meydana getirir.Hâlbuki Cenâb-ı Hak, hiçbir kulunun tahkîr edilmesine râzı olmaz ve bunu büyük cürümler arasında zikrederek şöyle buyurur:"Arkadan çekiştirmeyi (yani gıybeti), yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!" (el-Hümeze, 1)Daha sonraki âyetlerde ise bu bedbahtların, ateşi tâ yüreklerine nüfûz eden "Hutame"ye yani cehenneme atılacakları tehdîdinde bulunur.* * *Gönülleri en çok meşgul eden, gaflete düşüren ve ibâdetlerin mânevî feyzinden mahrum eden şeylerden bir tanesi de dünya sevgisi ve mal kazanma hırsıdır. İnsanın bu yöndeki za'fını, Yüce Rabbimiz şöyle beyan buyurmaktadır:"Rabbi, insanı denemek için ikram ve değer verip, nimetlere garkedince o: "Rabbim bana değer verdi" der. Ama yine denemek için nasibini daraltınca O: "Rabbim beni zelil, perişan etti" der. Hayır! Siz (Allâh'tan hep ikramı devam ettirmesini istersiniz ama,) yetime değer verip ikram etmezsiniz! Muhtaçları doyurmaya teşvikte bulunmazsınız. Mîrasları helâl haram demeden ne gelse yersiniz. Zîrâ mal mülk sevgisi bütün benliğinizi kaplamıştır!" (el-Fecr, 15-20)Lokman Hekim, gafletten îkâz sadedinde oğluna şu nasîhatte bulunur:"Yavrum! Dünya, dipsiz bir deryâdır. Ârif olmayan âlimler ve pek çokları gaflete düşerek bunda helâk oldular. Bu deryâda senin gemin, Allâh'a mutmain bir kalb ile îmân etmek olsun. Geminin donanımı ise takvâ ve ibâdet olsun. Denizlerde seyr ü sefer ettiren bu geminin yelkeni de tevekkül olsun. Umulur ki ancak bu sûretle kurtuluşa erebilirsin." (Beyhakî, Kitâbü'z-Zühd, 73)* * *Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- kalbin günahlarla kirlenip kararmasını şöyle tasvir etmektedir:"Kul bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta vurulur. Şâyet günahtan vazgeçer, istiğfâr ve tevbe ederse kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar hatalara yönelirse siyah nokta artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar." (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn-i Mâce, Zühd, 29)Yine Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:"-Demirin paslandığı gibi kalbler de paslanır." buyurmuştur."-Ya Rasûlallâh! Onun cilası nedir?" diye sorulunca da:"-Allâh'ın kitâbını çokça tilâvet etmek ve Allâh'ı çok çok zikretmektir." cevabını vermiştir. (Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, II, 241)Cenâb-ı Hak, sevdiği ve râzı olduğu müttakî kullarından bahsederken, onların günahlarından hemen tevbe ettiklerini ve günahta aslâ ısrar etmediklerini şöyle haber verir:"O (muhsinler ki) bir günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allâh'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allâh'tan başka günahları kim affedebilir? Bir de onlar, bile bile işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmezler!" (Âl-i İmran, 135)Gafletten uzak kalabilmek için zikr-i dâimî üzere bulunmak, yani Rabbimizi hiçbir zaman unutmamak zarûrîdir. Zîrâ insanın günaha düştüğü anlar,Cenâb-ı Hakkı unuttuğu anlardır. Farkında olarak veya olmayarak işlenen günahlar ve gafletle yapılan hatalar, mânevî merkez olan kalbin üzerinde tesirde bulunarak pas tutmasına sebep olur. Neticede kalb körelir ve ibadetlerden haz almamaya başlar. Böyle bir hastalığa dûçâr olan kul, uykusuna mağlup olarak seherlerini ziyân eder. Bu gafletin neticesinde, hatalarının farkında olmadığı gibi ellerini açıp "yâ Rabbî, yâ Rabbî" diye yalvarmaktan ve istiğfâr etmekten mahrum olur.Bu sebeple Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz'e ve onun şahsında bütün mü'minlere dâimî zikri emretmekte ve bir an bile bundan gaflet etmemelerini istemektedir:"Sabah akşam demeden, kendi içinden, korkarak ve yalvararak, alçak sesle Rabbini zikret ve gâfillerden olma." (el-A'râf, 205)Kul, hayat güzergâhında karşılaştığı bir kısım mânevî sarsıntıları, tevbe ilacıyla hemen tedâvi edip ihlâsa sarılmalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak kullarından, sırf kendi rızâsını kastederek ihlâslı ameller yapmalarını istemektedir. İbâdetlerin mânevî haz ve lezzetine de ancak bu yolla erişmek mümkündür. Âyet-i kerîmede buyurulur:"(Resûlüm!) Şüphesiz ki Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O hâlde sen de dini Allâh'a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et." (ez-Zümer, 2)Dolayısıyla ibâdetlerin fayda vermesi için onların ihlâs, huşû ve takvâ hissiyâtı ile yani beden ve kalb ahengi içinde îfâ edilmeleri zarûrîdir. İçinde ihlâs olmayan ibâdetler, rûhu olmayan sûretlerden, içleri boşalmış meyvelerden ve özü çürümüş habbelerden ibârettir. İbadetlerin mânevî hazzını gideren en mühim sebep ise haram ve şüpheli lokmalardır. Kul bundan ne kadar sakınırsa gönlünde imanın neşvesi o kadar artar ve ibadetlerden haz alır. Bununla alâkalı olarak şu kıssa ne kadar ibretlidir:İbrahim Ethem hazretleri anlatır:Birgün Beyt-i Makdis mescidinde, hasıra sarınıp yatmıştım. Gece yarısı olunca mescidin kapısı açıldı, içeri bir pîr girdi. İki rekât namaz kıldıktan sonra arkasını mihrâba dönerek oturdu. Oraya kırk kişi daha geldi. İçlerinden biri:"-Burada bir kişi yatıyor." dedi. Pîr gülümseyerek:"-O İbrahim Ethem'dir. Kırk gündür kıldığı namazın tadını bulamıyor!" dedi. O sözü işitince dayanamayıp pîrin huzûruna geldim. Selam verip:"-Allâh aşkına, benim bu hâlimin sebebi nedir?" diye sordum. Şöyle dedi:"-Falan gün Basra'da hurma satın almıştın. Farkında olmadan yere düşen hurmaları da kendinin zannederek heybene koydun. Halbuki onlar satıcıya âitti. Bu sebeple mâneviyattan bir miktar uzak düştün." dedi.Hemen gidip hurma aldığım kimseyle helalleştim. Bu durum satıcıya da çok tesir etti ve infâk sâhibi sâlih kimselerden birisi oldu. (Attâr, Tezkiretü'l-evliyâ, 122-123)İbâdetler, rûhu besleyen mânevî gıdâların yanısıra, bir de vücûdun maddî gıdâlardan aldığı güç ve kuvvetle îfâ edilebilmektedir. Bünyeye helâl gıdâdan, rûhâniyet ve feyz aksederken, bunun zıddı olan haram ve şüpheli gıdâlardan ise kasvet, sıklet ve gaflet sirâyet eder.Kul, husûsiyle seher vakitlerini tevbe, istiğfâr ve zikir ile ihyâ ederek, ayrıca seherin bereketini gündüzüne yayarak bu nevî mânevî sıkletlerden gönlünü arındırmalı, Yüce Rabbi'nin huzur tecellîleriyle rûhânî bir dirilik içinde semereli bir hayat sürmelidir.
Cenâb-ı Hakk, cümlemizi ihlâs, takvâ ve rızâ-i ilâhî istikâmetinde kulluk eden, ibâdetlerinden lezzet alan bahtiyarlardan eylesin!.. Üzerimizdeki gaflet, sıklet, atâlet ve kasvetleri kaldırıp, gönlümüze inşirâh ve huzûr hâli ihsan eylesin!. Âmin.
9 Şubat 2009 Pazartesi
Hz.PEYGAMBERİN S.A.V GENÇLİĞİN EĞİTİMİNE BAKIŞI
Toplumu fertler oluşturmaktadır. Ferdin sağlıklı bir eğitimden geçmesi ve buna bağlı olarak eğitimin amacına uygun hale gelmesi, toplumun huzur ve ahengi için şarttır. Bundan dolayıHz.Peygamber, fertlerin eğitimine, bunlar arasında da çocuk ve gençlerin terbiyesine son dereceönem vermiştir. Allah’ın Elçisi, bu eğitimi gelişigüzel bir biçimde yapmamış, gençlik psikolojisinidikkate alan son derece önemli metotlar uygulamıştır. O, uyguladığı bu metotlar sayesinde çoğuinsanî değerlerin yok olduğu bir toplumu, bütün zorlukları aşarak, insanlığın imrendiği bir millethaline getirmiştir. Onun, gençlerin eğitimiyle ilgili olarak kullandığı metotları ana hatlarıyla,1.Gençlerin duygularına hitap etmesi, 2.Gençleri utandırmaktan sakınması, 3.Gençlere yumuşak ve müsamahalı davranması, 4.Soru sorarak gençlerin ilgisini çekmesi, şeklinde dört grupta toplamamız mümkündür.
1.Gençlerin Duygularına Hitap Etmesi
Hz.Peygamber, eğitime tabi tutacağı insanların içinde bulundukları durumu daima göz önünde bulundurmuş, öğrenmeyi verimli bir şekilde sağlayan sosyal ve psikolojik şartları her zaman dikkate almıştır. Onun içindir ki, kendisine, farklı kişilerce değişik zaman ve mekanlarda en faziletli amel sorulduğunda, muhatabının içinde bulunduğu şartlara göre, bazen, “vaktinde kılınan namaz”[2], diye cevap vermiş, kimi zaman da, amellerin en faziletlisinin, “Allah’a iman ve Allah yolunda cihat”[3] olduğunu söylemiştir.
Allah Elçisinin insanları eğitirken dikkat ettiği hususlardan biri, karşısındaki insanlarınseviyelerine göre eğitim metodu uygulamaktı. Nitekim o, bu konuda, “Biz peygamberler, insanlarla zeka seviyelerine uygun olarak konuşmakla emrolunduk”[4], buyurmuştur. Hatta insanların anlayış kapasitelerinin yeterli olmayışı veya yanlış değerlendirebilecekleri gerekçesiyle bazı şeylerin henüz bilinmemesini istemiştir. Bunu isterken, kişilerin seviyelerinin bunları doğru yorumlayacak düzeye henüz gelmediğini düşünmüştür. Hicret sırasında on yedi yaşında bulunan[5] Muaz b. Cebel’in naklettiğine göre, Hz.Peygamber, “Allah’tan başka bir ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna kalpten inanan herkese Allah cehennemi haram kılmıştır” buyurmuştur. Bunun üzerine Muâz, “Yâ Resûlallah! Bunu insanlara haber vereyim mi?” demiş, Hz.Peygamber de cevaben “Vermesen daha iyi olur. Çünkü o zaman buna güvenirler” diye karşılık vermiştir. Ancak Muâz, Hz.Peygamber’in öğrettiği bir meseleyi gizlemenin günahından kaçınarak vefatı anında bunu açıklamıştır.[6]
Allah’ın Resûlü, insanlarla daima onların anlayacağı tarzda konuşmuştur.[7] Gençlerineğitiminde de onların anlayış kapasitelerini dikkate alıyor, temayüllerine ve karakterlerine uygun olan metotlarla onlara yaklaşıyordu. Bazen onlara dua ederek duygu ve hissiyatlarını, kimi zaman da överek gururlarını okşamayı ihmal etmiyordu. Abdullah b. Abbas için, “Allahım, onu dinde fakih kıl ve ona te’vili öğret”[8] demek suretiyle, onun duygu ve hissiyatına hitap ederken, genç Ebû Musa el-Eş’arî’ye de, “Ey Musa! Sana Davud ailesinin sesi gibi güzel bir ses verilmiştir”9[9], diyerek, onun gururunu okşamıştır. Allah’ın Elçisi, gençlerin duygu dünyalarına girerken, onları başka zamanlara alıp götürmek suretiyle de bunu yapmıştır. Genç Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre, Hz.Peygamber, “Yaşından dolayı ihtiyar bir kişiye ikramda bulunan gence, Allah, yaşlandığında kendisine ikramda bulunan kimseler lütfeder”[10] buyurmuştur. Hz.Peygamber bu sözüyle gençleri sanki yaşlılar diyarına götürmüş, gençlerin de yaşlanacağı ve ikrama muhtaç olacağı duygusunu onlarda uyandırmıştır.
Huneyn Savaşı’ndan sonra ganimetlerin taksim edilmesi sırasında Ensar’dan bazılarıHz.Peygamberi eleştirince, Allah Resûlü onlara hitaben duygu yüklü bir konuşma yapmıştır[11].Ganimet taksimine itiraz edenlerin Ensar’dan bazı gençler olduğu ifade edilmektedir. Buna göreHz.Peygamber’in, bu konuşmayı genelde Ensar’a, hususiyle de Ensar’ın itirazcı gençlerine hitabenyaptığı anlaşılmaktadır. Hz.Peygamber’in bu gençlere karşı yapmış olduğu, ancak bütün Ensar’ıncan kulağıyla dinlediği anlaşılan hadise şöyle gelişmiştir:
Hz.Peygamber Huneyn Savaşı’nda elde edilen ganimetlerin taksiminde, kalplerini İslam’a ısındırmak ve bağlamak için Kureyş’in ileri gelenlerine daha fazla pay ayırmıştı. Bu durum Ensar’ı gönülden yaralamıştı. İçlerinden söylenenler oldu. Sa’d b. Ubâde bu durumu Hz.Peygambere bildirince, Allah Resûlü onları çadırına çağırdı ve “Ey Ensar! Sizin beni tenkit ettiğiniz söylendi,aslı var mıdır?” diye sordu. Ensar, “Ya Resûlallah! Bizim ileri gelenlerimiz sizi tenkit edecek sözler söylemezler. Bunlar delikanlıların sözüdür” dediler. Bunun üzerine Hz.Peygamber, “Ey Ensar! Ben sizi dalalette buldum. Allah benim sebebimle aranıza dostluk ve sevgi bırakmadı mı? Siz nüfusca az idiniz, sizi çoğaltmadı mı? Fakir iken zengin etmedi mi?” dedi. Ensar ise “Ya Resûlallah! İyiliğin ihsanın haddinden fazladır. Allah size mükafatını ihsan etsin!” diye karşılık verdiler. Yine Hz.Peygamber, “Siz diyebilirsiniz ki, “Kavmin seni yalanladığı vakit, biz seni tasdik ettik. Seni Mekke’den uzaklaştırdıklarında sana ev verdik. İhtiyaç zamanında elimizden geleni geri koymadık. Düşmandan korkuyordun sana emniyet verdik”. İşte böyle derseniz, doğrudur. Sizi tasdik ederim” dedi. Allah’ın Resûlü bu şekilde Ensar’a iltifat etti. Ensar ise üzüntü gözyaşları dökerek, “Ya Resûlallah! Yalnız bu mal ganimeti değil, dilerseniz baba ve dedelerimizden miras olarak aldığımızı da onlara taksim edin. Bizim maksadımız senin şerefli rızandır. Yanımızda dünya malının zerre kadar önemi yoktur” dediler. Hz.Peygamber Ensar’ın bu sözünden memnun oldu ve şöyle dedi: “Ey Ensar! Sizin inancınızdaki samimiyete güvenim vardır. Kureyş ise İslam’a henüz gelmiştir. Şimdiye kadar meydana gelen savaşlarda müslümanlar tarafından pek çok yenilgilere uğratıldılar. Onların kalplerini yatıştırmak maksadıyla fazla hisse verdim. Onlar evlerine koyun ve develerle gidecek. Siz ise Resûlüllah ile gideceksiniz. Buna razı olmaz mısınız?”. Ensar, “Ya Resûlallah! Sana yakın olmak, bizim için dünyadan ve dünyanın içindekilerden daha hayırlıdır. Gölgenizi Allah üzerimizden eksik etmesin” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Ensar benim hususi dostlarım ve sırdaşlarımdır. Bütün insanlar bir yola gitse, Ensar başka bir yola gitse, ben Ensar’la beraber giderim” dedi ve ellerini kaldırıp, Ensar’a, çocuklarına ve torunlarına hayır duaetti[12]. Hz.Peygamber, Kureyş’e ganimetten fazla pay vermesinin sebebini de bu suretle anlatarak tenkitçi gençlerin yüreğine su serpti. Allah’ın Elçisi bu duygu yüklü konuşmasıyla Ensar’ı ve tabii onların gençlerini son derece etkiledi. Öyle ki, daha az önce kendisini tenkit edenler, artık buna pişman olarak göz yaşı dökmüşlerdi. Bunda Hz.Peygamber’in duygulara hitap etmedeki ustalık ve sanatının çok büyük etkisi olduğu görülmektedir.
2.Gençleri Utandırmaktan Sakınması
Hz.Peygamber’in, muhataplarını eğitirken onlara karşı kırıcı davranışlar içine girmediğini, onlara kaba sözler sarf etmediğini görüyoruz. Kendisi muhataplarına kötü sözler söylemediği gibi, etrafındakilere de bu tür sözlerden uzak durmasını emretmiştir. Örneğin, Hz.Aişe’ye, kötü sözlerden uzak durmasını, çünkü kötü sözü de, kötü sözü söyleyeni de Allah’ın sevmediğini söylemiştir[13].
Allah’ın Elçisi, etrafındaki insanlar beğenmediği bir hareket yapsa bile, yine de onlarımahcup etmek istemez, hatalarını yüzlerine vurarak onları utandırmazdı. Hele mahcup ve utangaçkimselerin hatalarını yüzlerine söylemez, onlara daha nazik davranırdı[14].Hataları düzeltme konusunda Allah’ın Resûlü’nün ne kadar seviyeli ve nazikane davrandığınıMuaviye b. Hakem güzel bir şekilde anlatmaktadır. Muaviye Hz.Peygamber’in arkasında namazkılarken, aksıran bir adama, “Yerhamukellah” diyerek karşılık vermişti. Çünkü namaz kılarkenkonuşulmayacağını bilmiyordu. Yanındakiler Muaviye’ye bakmaya başladılar. Muaviye onlara da“Size ne oluyor ki, bana bakıp duruyorsunuz” deyince, bu defa yanındakiler onu ikaz etmek içinellerini dizlerine vurmaya başladılar. Muaviye onların kendisini susturmak istediklerini anlayınca,sustu. Bundan sonrasını Muaviye b. Hakem şöyle anlatıyor: “Anam babam Resûlüllah’a feda olsun.
Onun kadar güzel öğreten bir öğretmen hiçbir zaman görmedim. Vallahi o, namazı kılınca beni ne dövdü; ne de azarladı. Sadece namazda dünya kelamı konuşulmayacağını, ancak tesbih, tekbir yapılarak Kur’an okunabileceğini söyledi”[15]. Görülüyor ki Hz.Peygamber, Muaviye b. Hakem’i namazdaki hatasından dolayı azarlamamış, onu utandıracak yada onurunu zedeleyecek herhangi bir söz söylememiştir. Onun bilmemesini normal karşılayarak büyük bir nezaket içinde öğretmenlik yapmıştır.
Henüz çocuk yaşlarında Ebû Râfi b. Amr el-Gıfâri hurma ağaçlarını taşlarken, Hz.Peygamber ona niçin taşladığını sormuş, o da acıktığını söylemiştir. Bunun üzerine Hz.Peygamber gayet müşfik bir eda ile taşlamamasını,ancak yere düşenlerden yemesini ifade etmiş ve başını okşayarak, “Allahım, bunun karnını doyur” diyerek dua etmiştir[16].Babasının borcundan dolayı Hz.Peygambere gelen Cabir b. Abdillah kapıyı çalar. Allah’ınResûlü kim olduğunu sorunca hicret sırasında on yedi yaşlarında olan Cabir “Ben” diye cevap verir.
Hz.Peygamber bu tarz bir cevaptan hoşlanmayarak “Ben, ben” diyerek onu ikaz eder[17].Hicrî kırk dört yılında Sicistan bölgesinde askeri birlikle beraber gece keşfine çıktığı sıradaşehit edilen[18] ve Saadet Asrı’nın muhtemel gençleri arasında yer alan Ebû Rifâa’nın, Allah’ınElçisi’nden ilim talebinde bulunması, ilginç bir sahneye sebep olmuştur. Bu sahne, ilim öğrenmekisteyen gencin, bu arzusuna nasıl yaklaşılması gerektiğini öğretmesi bakımından önem arzetmektedir. Ebû Rifâa, Hz.Peygamber minberde konuşurken geldi ve Allah Resûlü’ne, “Dinihakkında hiçbir şey bilmeyen garip bir adam geldi, dinini sorup öğrenmek istiyor” dedi. Allah’ınElçisi konuşmasını keserek minberden indi ve ona İslam dini hakkında bilgi verdi. Daha sonraminbere çıkarak konuşmasını tamamladı[19].
Anlaşılıyor ki Hz.Peygamber, bir konuyu öğrenmek isteyen gençlere, umuma yaptığıkonuşmanın ortasında müdahale yapmış olsalar bile, utandıracak tek kırıcı bir söz söylememiştir.Hz.Peygamber inanç ve prensiplerine ters düşen hareketleri yapan gençlere bile kabadavranmamış, onları utandıracak tarzda tenkit etmemiş, hatalı olduklarını uygun bir biçimde ifadeetmiştir. Allah Resûlü’nün en sevdiği gençlerden biri olan Usâme b. Zeyd, hırsızlık yapan bir kadını affetmesi için aracı olarak Resûlüllah’a geldi. Suçlu bir kadının, asalet sahibi ve değer verilen önemli bir kişi olduğu için suçunu görmezden gelmesi isteği, Hz.Peygamberi son derecekızdırmasına rağmen, o, bu işe aracı olan genç Usâme’yi utandıracak hiçbir kırıcı söz etmemiş,tepkisini onu incitmeden ortaya koymuştur. Bu kabul edilmez istek karşısında Hz.Peygamber,minbere çıkarak, şu konuşmayı yaptı: “Ey insanlar! Sizden öncekiler, kendilerine önemli ve nüfuzsahibi bir kişi suçlu olarak geldiğinde, onun cezasını vermediler. Ancak nüfuz sahibi olmayan vezayıf, güçsüz bir kişi suçlu olarak geldiğinde hemen cezalandırdılar. Bu adaletsizlikten dolayı da helak oldular. Allah’a yemin ederim ki, hırsızlık yapan benim kızım Fatma olsa, onun da elinikeserdim”[20].
Böylece Hz.Peygamber hem adaletin önemini ortaya koymuş, hem de genç Usâme’ye,kötülüklere aracı olmamasını ima yoluyla tembih etmiştir.
3.Gençlere Yumuşak ve Müsamahalı Davranması
Hz.Peygamber, insanlığın olmasını gerektirdiği bütün erdemleri şahsında taşıyan biridir. O, tasavvufi bir deyimle bir “İnsan-ı Kâmil”dir. İnsanlık için bir merhamet abidesidir. Kur’an-ıKerim’de, onun, bütün alemlere rahmet olarak gönderildiğinden[21] bahsedilir. Onun, müslümanlarakarşı son derece merhametli olduğu, zahmet çekmelerine dayanamayacak kadar onlara düşkünolduğu[22] vurgulanır. Etrafındakilere karşı şefkatle davrandığı ifade edilir ve “Eğer sen kaba, katıyürekli olsaydın, kuşkusuz etrafından dağılır giderlerdi”[23] ifadesiyle, bu gerçek ortaya konur.Bu özellikleri haiz olan Allah’ın Resûlü, bir şey öğreteceği veya ikazda bulunacağı zamanönce karşısındakini yumuşatarak gönlünü kazanır, sonra söyleyeceklerini söylerdi[24]. O, en olumsuz şartlarda bile yumuşaklık ve ağırbaşlılığını korumasını bilmiştir. Yumuşak huyluluk anlamına gelen hilm sıfatına sahip olan Allah Elçisi, en kızılacak durumlarda bile soğukkanlılığını korumuş, karşısındaki muhatabı ikna yolu ile sinirlendirmeden bilgilendirme yoluna gitmiştir. Bizzat kendisi, öğretirken azarlamamayı öğütlemiştir[25]. Bir gün, zina etmek için kendisinden izin isteyen gence karşı ortaya koyduğu tavır, gençlerin eğitimlerini üstlenenlere örnek olacak mahiyettedir. Kureyş kabilesinden bir genç, Hz.Peygamber’in huzuruna gelerek, “Ey Allah’ın Resûlü! Bana zina etmek için izin ver” dedi. Orada hazır bulunan sahabeden bazıları bu isteği İslam terbiyesine aykırı gördüklerinden, “Sus, sus” diyerek, genci azarladılar. İslam Peygamberi son derece sakin bir şekilde delikanlıya, “Yanıma gel, otur” diye yer gösterdi. Sonra onunla sohbet etmeye başladı. “Söyle bakalım, bir başkasının senin annenle zina etmesini ister misin?” diye sordu. Genç “Sana feda olayım ey Allah’ın Resûlü, böyle bir şeyi asla istemem” dedi. Peygamberimiz de “Zaten hiç kimse annesine böyle bir şey yapılmasını istemez” buyurdu. Sorusuna devam ederek, “Başkasının senin kızınla zina etmesine razı olur musun?” diye sordu. Genç yine, “Sana feda olayım ey Allah’ın Resûlü, razı olmam” dedi. Hz.Peygamber de “Hiç kimse kızıyla zina edilmesine razı olmaz” dedikten sonra, kız kardeşi, halası ve teyzesiyle zina edilmesine razı olup olmayacağını sordu. Genç, her soruda da “Sana feda olayım hayır istemem” diye cevap veriyordu. Artık hatasını anladığını görünce Hz.Peygamber, elini bu gencin omzuna koyarak, “Allahım, bunun günahını affet, kalbini temizle ve uzuvlarını günah işlemekten koru” diye dua etti. Bu genç, kendi ifadesine göre, bir daha hayatı boyunca kalbinde zina duygusuna yer vermedi[26]. Bu genç sahabinin böyle şeylerle bir daha ilgilenmemesinde Allah’ın Elçisinin duasınınbereketi olduğu kadar, ona karşı müsamahalı davranarak makul sözlerle ikna ve ikaz etmesinin debüyük tesiri vardır[27].
Aralarında Ebû Mahzûre isimli bir gencin de bulunduğu Kureyş’li on genç Ci’râne’de, Hz.Peygamber Taif kuşatmasından döndüğü sırada namaz vakti müezzin ezan okumaya başlayınca, müezzinle alay etmek maksadıyla onu taklit ederek yüksek sesle ezan okudu. Peygamberimiz bu gençleri duyunca yanına çağırarak hepsine de ezan okuttu. Ebû Mahzûre’nin sesini beğendi ve eliyle başını okşadı. Sonra da namaz vakti gelince, ezan okumasını emretti. Bu emri yerine getirdikten sonra Hz.Peygamber, ona bir miktar gümüş para verdi ve kendisine dua etti. Böylece gönlü kin ile dolu olan genç Ebû Mahzûre İslam’a ısındı ve müslüman oldu. Allah’ın Resûlü onu Mescid-i Haram’a müezzin tayin etti[28]. Bu hadise Allah Elçisi’nin gençlere karşı ne kadar müsamahakâr davrandığını göstermektedir.
Hz.Peygamber, Mescid-i Nebevî’de harp oyunları oynayan bir grup Habeşlinin bu oyunlarını genç eşi Hz.Aişe’ye göstermişti. Hz.Aişe Allah Resûlü’nün omzuna yaslanmış, bu oyunları seyrediyordu. Aişe validemiz, “Allah Resûlü bana “seyretmeye doydun mu?” diye sordukça, ben “Hayır, hayır doymadım”diye cevap verirdim”[29] diyerek, Resûlüllah’ın gösterdiği müsamahanın boyutunu da ortaya koymuştur.
Allah Resûlü’nün sahip olduğu hoşgörüyü, onun gençlere gösterdiği yumuşaklık vemüsamahayı daha iyi anlayabilmek için, kendisine gençlik hayatı boyunca on yıl aralıksız hizmetetmiş olan Enes b. Malik’in sözlerine kulak vermek yeterlidir. Enes şöyle diyor: “On yılHz.Peygamber’e hizmet ettim. Bana bir defa bile “öf” demedi. Yaptığım bir şey için, “Niye bunuyaptın” diyerek azarlamadı. O, ahlak bakımından insanların en mükemmeliydi”[30].Hz.Peygamber’in gençlere karşı son derece anlayışlı bir dost olduğunu görüyoruz. Bu konudaEbû Malik b. Hüveyris şöyle bir hadise nakletmektedir: “Bizler birkaç yaşıt gençler Hz.Peygamber’e geldik de, yanında yirmi gece kaldık. Peygamberimiz bir ara, ev halkından kimleri geride bırakarak geldiğimizi sordu. Çünkü kendisi son derece merhametli bir dost ve arkadaş idi. Bize şöyle dedi: “Ev halkınıza dönün, öğrendiklerinizi onlara da öğretin”[31].Allah Resûlü’nün, gençleri eğitirken ortaya koyduğu bu tablo, eğitimciler için çok güzel birörnek teşkil etmektedir. Gençlere karşı sergilenen müsamahakâr tavır ve babacan tarzda bir anlayış, onların gönüllerini kazanmaya yetecektir. Zira, gençlerin büyüklerden ilk önce istedikleri şey, kendilerine anlayış gösterilmesidir.
4.Soru Sorarak Gençlerin İlgisini Çekmesi
Hz.Peygamber’in gençlerin eğitiminde kullandığı metotlardan biri de, soru-cevapmetodudur. Hatta bu metot, onun hem en çok, hem de her kesimden insan için kullandığı bir metotolarak göze çarpmaktadır. Ancak biz burada söz konusu metodun gençlere karşı uygulanışınabirkaç örnek vereceğiz.
Biraz önce zikrettiğimiz üzere, zina etmek isteyen gence “Bir başkasının annenle, kızınla,teyzenle, halanla zina etmesini ister misin?” diyerek ayrı ayrı sorular sormak suretiyle, gencindikkatinin tamamen çekilmesi ve zinanın çirkinliği öğretilerek ikna edilmesi, örnek olarak buradada zikredilebilir.
Ebû Musa el-Eş’arî, Hz.Peygamber’in, kendisini, “Lâ Havle velâ Kuvvete illâ Billahi’l-Aliyyi’l-Azîm” derken işittiğini söyler ve şöyle devam eder: Hz.Peygamber bana, “Ey Abdullah!Sana cennet hazinelerini kazandıracak bir kelimeyi haber vereyim mi?” diye sordu. Ben de “Evethaber ver yâ Resûlallah” dedim. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi, “Lâ Havle velâ Kuvvete illâBillâhi’l-Aliyyi’l-Azîm de” buyurdu[32]. Burada Allah Resûlü zaten Ebû Musa’nın söylediği şeyiemretmektedir. O halde onun vurguladığı şey, Ebû Musa’nın söylediği kelimenin faziletini ortayakoymaktır. Önce soruyu soruyor, Ebû Musa pür dikkat olunca, az önce söylemiş olduğu kelimeninkendisine cennetin hazinelerini kazanacak kadar önemli olduğunu haber veriyor. BöyleceHz.Peygamber Ebû Musa’ya, söylemiş olduğu kelimenin önemini kavratmış olmaktadır.Ebû Zerr’e de, “Namazı geciktiren bir toplumun içindeyken durumun nasıldır” diye sormuş,böylece dikkati çekilen Ebû Zerr, “Bu durumda siz ne buyurursunuz?” şeklinde karşılık vermiş,Hz.Peygamber de asıl söylemek istediğini söylemiş, namazı vaktinde eda etmenin gereğine işaret ederek “Namazı vaktinde kıl, sonra işine git, sen mescitte iken namaz kılınırsa sen de namaz kıl”[33]demiştir.
Allah Resûlü, Hz.Ali’ye sıkıntı esnasında ne diyeceğini öğretmek için de önce sorusunusormuş ve “Ey Ali! Çıkmaza düştüğünde söylemen gereken kelimeleri sana öğreteyim mi?”demiştir. Hz.Peygamber, bu kelimelerin ne olduğunu açıklamış ve “Bismillahirrahmanirrahim, velâ Havle velâ Kuvvete İllâ Billâhi’l-Aliyyi’l-Azîm” dersen, Allah sana gelecek olan belalardandilediğini bu kelime sebebiyle önler” buyurmuştur[34].
Bir gün Hz.Peygamber Ebû Hureyre’ye ne diktiğini sormuş, Ebû Hureyre de kendisine aitağaç fidanı diktiğini söylemiş, bunun üzerine öğreteceği konuya dikkatini çekmek için şöyle soruyöneltmiştir: “Senin için bundan daha hayırlı fidanı sana söyleyeyim mi?”. Ebû Hureyre “Evet”cevabını verince Hz.Peygamber, “Subhanallahi velhamdulillahi velâ ilâhe illallahu vallahu ekber”de. O zaman senin için cennette dünya ağacından daha hayırlı bir ağaç dikilmiş olur” buyurdu[35].
Allah Resûlü bu soruyu, şüphesiz ağaç dikmenin önemini küçümsemek için değil, ancak öğreteceği zikrin çok faziletli olduğunu vurgulamak ve bu fazilete dikkat çekmek için sormuştur.Hz.Peygamber gençlere sorular yönelterek öğreteceği konulara giriş yapması yanında,gençlerin sorularıyla da karşılaşmıştır. O, kendisine yöneltilen ve cevaplandırdığı takdirde faydalıolacağı belli olan her soruya mutlaka cevap vermiştir. Bu tür soruların Nebi (a.s.) tarafındancevapsız bırakıldığına dair tek bir misal yoktur[36]. Bu tarz sorular ve Hz.Peygamber tarafındanbunlara verilen cevaplarla ilgili olarak hadis külliyatında çokça örneklere rastlamaktayız.
[1] Bayraktar, M.Faruk, “Islam Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münasebetleri”, İstanbul, 1989, s.6.
[2] 22 El-Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, Sahîhu’l-Buhârî, nşr. Mustafa Dîb el-Buğâ, Dımaşk, 1993, I, 197 (Kitâbu Mevâkîtu’s-Salât, hn.504); et-Tebrîzî, Muhammed b. Abdillah, Mişkâtu’l-Mesâbîh, nşr. Muhammed Nâsıruddînel-Elbânî, el-Mektebetu’l-İslâmî, Beyrut, 1985, I, 180.
[3] El-Buhârî, a.g.e., II, 892 (Kitâbu’l-Itk, hn.2382).
[4] El-Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlu’l-İlbâs, Beyrut, 1988, I, 196.
[5] Söz konusu yaşa dayanak teşkil eden bilgiler için bkz. İbnu Hacer, Şihabuddin Ahmed b. Ali el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyizi’s-Sahabe, Beyrut, ts., II, 427.
[6] Şeyh Mansur Ali Nasif, et-Tâcu’l-Câmi li’l-Usûl fî Ehâdîsi’r-Rasûl, Istanbul, 1981, I, 31.
[7] El-Buhârî, a.g.e., I, 34-35 (1378 baskısı).
[8] El-Aclûnî, a.g.e., I, 192.
[9] Et-Tebrîzî, a.g.e., III, 1748.
[10] Et-Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa, el-Câmi’u’s-Sahîh (Sunenu’t-Tirmizî), Beyrut, ts., IV, 372.
[11] El-Makrizî, Takıyuddin Ahmed b. Ali, İmtâu’l-Esmâ, nşr. Mahmud Muhammed Şakir, Kahire, 1941, I, 431
[12] El-Buhârî, a.g.e., IV, 1574-1575; ez-Zebîdî, Zeynuddîn Ahmed b. Ahmed b. Abdillatîf, Sahîhu Buhârî Muhtasârı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, çev. Ahmed Naim-Kamil Miras, Ankara, 1987, X, 340-343; Mahmud Esad, İslam Tarihi, sadeleştiren: Ahmet Lütfi Kazancı-Osman Kazancı, İstanbul, 1983, s.805-806.
[13] Et-Tebrîzî, a.g.e., III, 1317.
[14] Kandemir, M. Yaşar, Örneklerle İslam Ahlakı, İstanbul, 1982, s.380
[15] El-Muslim, Ebu’l-Hüseyin Muslim b. Haccac el-Kuşeyrî en-Neysâbûrî, Sahîhu Muslim, nşr. Muhammed Fuad
Abdulbaki, Mısır, 1955, I, 381-382; Ebû Davud, Süleyman b. el-Eş’as b. İshak es-Sicistânî, Sunenu Ebî Davud,
(Muhammed Muhyiddin Abdulhamid’in ta’likiyle), Beyrut, ts., I, 144-245.
[16] A.k., III, 39; et-Tirmizî, a.g.e., III, 584.
[17] Ez-Zebîdî, a.g.e., XII, 324.
[18] Koçkuzu, Ali Osman, “Ebû Rifâa”, DİA, İstanbul, 1994, X, 217.
[19] El-Muslim, a.g.e., II, 597.
[20] El-Buhârî, a.g.e., III, 1283; el-Muslim, a.g.e., III, 1315.
[21] Kur’an, el-Enbiyâ, 107.
[22] Kur’an, et-Tevbe, 128.
[23] Kur’an, Âl-i İmrân, 159.
[24] Kandemir, a.g.e., s.382.
[25] El-Aclûnî, a.g.e., II, 68
[26] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut, ts., IV, 256-257
[27] Kandemir, a.g.e., s.384.
[28] Sarıcık, Murat, “Ebû Mahzûre”, DİA, İstanbul, 1994, X, 194.
[29] El-Buhârî, a.g.e., I, 324; El-Kettânî, Abdulhayy b. Abdilkebîr, et-Terâtibu’l-İdâriyye, Beyrut, ts., II, 141.
[30] Et-Tirmizî, a.g.e., IV, 368.
[31] El-Buhârî, Edebu’l-Müfred’den naklen, Ulvan, Abdullah Nasıh , İslam’da Aile Eğitimi, çev. Celal Yıldırım, Konya, ts., I, 165.
[32] İbnu Mâce, Ebû Abdİllah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sunenu İbni Mâce, nşr. Muhammed Fuad Abdulbaki, Beyrut, 1975, II, 1256.
[33] El-Muslim, a.g.e., I, 448-449.
[34] El-Aclûnî, a.g.e., II, 382.
[35] İbnu Mâce, a.g.e., II, 1251.
[36] Kazancı, Ahmet Lütfi, Peygamber Efendimizin Hitabeti, İstanbul, 1980, s.83.
HOŞGELDİNİZ....
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...