14 Ağustos 2009 Cuma

Hayatın Her Alanını İslâm İle Dokumak

........Hayatın Her Alanını İslâm İle Dokumak

Kaynağını vahiyden alan ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvveti ile şekillenen İslâm Medeniyeti, bütün bir insanlığı aydınlatmış, ihyâ etmiştir. Bu zengin medeniyetten gıdasını alarak beslenen Ebû Hanîfeler, Ali Kuşçular, İbn-i Sînâlar, Pîrî Reisler, Fâtih Sultan Mehmetler ise, insanlığa güzel hizmetlerde bulunmuş, tarihte silinmez izler bırakmışlardır.

Medeniyetimizin ve bu önderlerimizin başarılarının temelinde iki kıstas vardır. Bu iki kıstas, kıymet ve orjinalliğinden hiçbir şey kaybetmeden dâima canlı ve taze kalmış ve her yüzyılda insanlara ışık ve rehber olmuştur. Bunlar, Âlemlerin Rabbi’nin inzâl buyurduğu “Kur’ân-ı Kerîm” ve terbiyesini Rabb-i Rahîm’in yaptığı Peygamber Efendimiz’in “Sünnet-i Seniyye”sidir.

Bu iki kaynaktan lâyıkıyla beslenen ecdâdımız, dünyanın dört bir tarafına iyilik, güzellik, adâlet, hak ve hukuk götürmüş; siyahı, beyazı, kölesi, câriyesiyle eşref-i mahlûkât olan insana gereken değeri vermişlerdir. Hatta fethettikleri bölgelerin tarih, kültür, örf ve an’anelerine saygı duyarak iyi ve güzel olanlarını harmanlamış ve köklü medeniyetler oluşturmuşlardır. Bizler, bu kadîm medeniyetlerin mirasçıları ve bu dâhilerin torunlarıyız. Onların açtığı aydınlık çığırların takipçileriyiz.

* * *

Zengin medeniyetimizi, güçlü kimliğimizi hazmedemeyen ve topraklarımızda yıllardır gözleri olan kadîm hasımlarımız, son yıllarda “modernizm” adı atında; “mutlu hayat, keyifli oyun ve eğlence” projeleri ürettiler. Bunun için öncelikle en kuvvetli silahları olan yazılı ve görüntülü medyayı kullanarak özellikle gençlerimizi asılsız, sahte, renkli boyalarla, boş söz ve oyunlarla oyalamaya/kandırmaya çalışmaktalar. Aynen Mekke’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mesajının yayılmasını engellemek isteyen müşriklerin yaptığı plan gibi…

Müşrikler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke’de çığ gibi büyüyen İslâm halkasını önleyebilmek için plan üstüne planlar kurarken aralarında söz alan Nâdir bin Hâris şöyle söyler:

“−Ey Kureyşliler!.. Bir gerçeği kabul etmeniz gerekir ki; aranızda yaşayan Muhammed en doğru, en dürüst ve emîn kişidir. Sizin dediğiniz gibi bir kâhin, sihirbaz, şâir ve mecnûn değildir. Bunlarla halkın dikkatini ondan kaçıramazsınız. Bakın!.. Ben, size O’nunla nasıl baş edeceğinizi söyleyeyim.” der ve sonra da Mekke’den ayrılıp Irak’a gider.

Oradan şarkıcı kızlar, masal ve efsânelerle düzenlenmiş eğlence grupları getirir. Bir kimsenin, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in etkisi altına girdiğini işittiğinde, şarkıcı kızları şöyle bir tâlimatla ona musallat eder:

“−Onu yedir, içir, şarkınla öyle bir ağırla ki; diğer taraftan kopup seninle hemhal olsun!..” (İbn-i Hişâm, c.I, s. 320)

Bugün aynı plan, modernleşmiş bir şekilde televizyon kanallarından, internetten ve sokaklardan yapılmakta!.. Günler öncesinden tatil, deniz, eğlence şölenleri vs. sûretinde çocuklarımızın/gençlerimizin beyinlerine sözlü ve görüntülü olarak empoze edilmekte... Gâye; yıllardır Kur’ân ve Sünnet’ten tâviz vermeden yaşayan Müslümanların evlatlarını dinlerinden, îmânlarından uzaklaştırmak, bu değerleri en azından unutturmak...

* * *

Eğlenme; insânî özelliklerimizden (fıtrattan) kaynaklanan bir istek ve ihtiyaçtır. Beşerî yapının gereği olan hiçbir istek ve ihtiyaç, dinde cevapsız bırakılmamıştır. Fakat bu isteklerin tatmini, sorumsuz ve sınırsızca olmamalıdır. Günlük hayatın çeşitli problemleri karşısında yorulan, bunalan ve sıkılan insanın, meşrûiyet sınırları içerisinde Allâh’ın arzının mavisini (denizini), yeşilini gezmesi, eğlenmesi, dinlenmesi güzeldir. Hatta bunlar Rabbimizin esmasını (isim ve sıfatlarını) tefekkür etmek, tesbih etmek, tahmid etmek bâbında tavsiye de edilmiştir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de seferlere giderken kur’a yoluyla eşlerinden birisini yanlarına alarak, zaman zaman da ashabıyla sohbet ederek/eğlenerek gitmiştir.

Rabbimiz, dünya hayatında meşrû olan her şeyi bize serbest bırakmış, en güzel şekliyle faydalanmamızı istemiştir. Yalnız müslüman; düzenli, disiplinli, sorumlu, Rabbine Peygamberine itaatte kusur etmeden, her dâim etrafına faydalı, hayırlı işler yapan şahsiyetli insan demektir. O, İslâm büyüklerinin öğrettiği ahlâk ve hayâ dairesinin dışına çıkmayan insandır. Onların kanlarıyla ve kalemleriyle kazanıp “Edep yâ hû” diyerek bize bıraktıkları toprakları, ruhlarını incitmeden bekleyen insanlardır.

Başta Peygamber Efendimiz (sav) olmak üzere, âlimlerimiz, büyüklerimiz de gezmişler, birbirlerine şaka ve oyunlar yapmışlardır. Medîne’de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i karşılama törenlerinde okunan şarkılar, düğünlerde söylenen şiir ve mersiyeler, bunlara en güzel örnektir.

Bütün bir insanlığa rehber olarak gönderilen Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı, ibâdet ve tâatlerle dolu olduğu gibi aynı zamanda oyun, şaka ve bilmecelerle de aktiftir, eğlencelidir. Peygamber Efendimiz, tebliğini bazen bir bilmeceyle, bazen bir latifeyle bazen de mersiyelerle yapmıştır. Meselâ bir gün çevresindekilere şöyle bir soru sorar:

“−Ağaçlardan bir ağaç vardır ki, bunun bereketi Müslüman’ın bereketi gibidir. Yaprakları düşmez, dökülüp yayılmaz. Rabbinin izniyle her mevsim meyve verir. Müslüman gibidir. Şimdi bana söyleyin bu ağaç nedir?” (Buhârî)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Arapların tanıdıkları ve özelliklerini çok iyi bildikleri hurma ağacını, “müslüman”a benzetmesi, karşılaştırma yapması, insanları muhâkeme yapmaya, aynı zamanda eğlendirmeye yöneliktir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, öğretmek istediği bir konuyu bazen de mîzah yolu ile anlatmıştır. Şaka yaparken bir taraftan düşündürmeyi ve ders vermeyi ihmal etmemiştir.

Bir gün yaşlı bir kadın, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:

“−Yâ Rasûlullâh! Cennete girmem için bana duâ eder misiniz?” dediğinde, Peygamber Efendimiz:

“−Sen bilmiyor musun, ihtiyarlar cennete giremez!..” demiş; kadın üzülerek ağlamaklı hâle gelince de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (gülerek):

“−Üzülme, sen yaşlı olarak değil, bir genç kız olarak cennete gireceksin!..” buyurmuştur. (Buhârî)

Hazret-i Âişe, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in meşrû eğlence faaliyetlerini de men etmediğini, hatta bizzat içinde yer aldığını belirten bir olayı şöyle nakleder:

“Bir bayram günüydü. Siyâhîler, mescidde kılınç-kalkan oyunu oynuyorlardı. Ben mi Rasûlullah’tan taleb etmiştim (bilemiyorum), yoksa O (kendiliğinden) mi:

“−Seyretmek ister misin?” buyurdular.

Ben:

“−Tabiî!” dedim.

Kalktı, beni geri tarafına aldı, yanağım yanağının üstünde olduğu hâlde durduk.

“−Ey Erfideoğulları, göreyim sizi (oynayın)!” diyordu.

Ben usanıncaya kadar böyle devam ettik. Usandığımı fark edince:

“−Yeter mi?” buyurdular. Ben:

“−Evet!” dedim.

“−Öyleyse haydi git!” buyurdular.” (Buhârî, İydeyn, 2-3)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtevâ ve söz açısından ahlak ve terbiye sınırları içerisinde mersiye ve benzeri müziklerin dinlenilmesine de müsâade etmiştir. Buna en güzel örnek de sahabeden güzel sesiyle coşkulu şarkılar söyleyen Enceşe’dir.
Enceşe, Vedâ Hutbesi dönüşünde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’inhanımlarının bulunduğu develeri sürmektedir. Bir ara develeri heyecanlandırıp hızlandıracak derecede coşkulu şarkı söylemesi karşısında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Ey Enceşe!.. Şişeler (hanımlar) için yavaş, yavaş... (Aman dikkat zarar görmesinler)!..” (Buhârî, Edeb, 90-95)diyerek meşrû ölçüler içerisindeki mûsikîye de göz yummuştur.
Aynı şekilde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir Kurban Bayramı günü, Hazret-i Âişe’nin yanına girmişti. Ensardan iki kız çocuğunu (veya câriye) def çalarak mersiyeler okur bir hâlde gördü. Bunlara hiçbir şey demeden, sırtı dönük olarak, üstünü de bir örtüyle örtmüş olarak uzandı.
Biraz sonra içeri giren Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-:
“−Bu ne hâl? Allah Rasulü’nün yanında şeytan nâmeleri mi?” diye kızınca, yattığı yerden üstündeki örtüyü atarak doğrulan Allah Rasûlü:
“−Onları bırak!.. Her milletin bir bayramı vardır. Bugün de bizim bayramımızdır.” (Buhârî, 3/151)buyurarak müsaade ettiğini söylemiştir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- düğünlerde kadınların kendi aralarında alçak bir sesle def çalarak oyunlar oynamalarına/eğlenmelerine de rızâ göstermiştir.
İbni Mâce bildiriyor ki:

Hazret-i Âişe, Medineli bir yakınını evlendiriyordu. Düğün yerine gelen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Kızı gelin ettiniz mi?” diye sordu.

“−Evet.” dediler.

Peygamber Efendimiz:

“−Kızla birlikte türkü söyleyecek birini de gönderdiniz mi?” buyurur.

Hazret-i Âişe; “Hayır!..” deyince, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:

“−Ensar arasında böyle günlerde eğlence geleneği vardır. Keşke kızla birlikte şarkı söyleyecek birisini gönderseydiniz de onlar şöyle söyleyiverseydi: «Size geldik, size geldik. Bize şenlik, size şenlik!»” (İbn-i Mâce, Nikâh, 1900)

Bütün bu örneklerden anlıyoruz ki; dînimiz; fıtrattan gelen oyun, eğlence isteğini ve insanlara iyilik, güzellik, huzur ve sükûn aşılayan mûsikîyi hiçbir zaman yasaklamamıştır. Bunlar, bizzat Peygamber Efendimiz’in zamanında da yapılmıştır. Yalnız asıl olan; bütün bunların helâl ve meşrû dâireler içerisinde olmasıdır.

Tabiî ki eğleneceğiz, ama sırf dünyevî istek ve arzuları tatmin etmek, kendimizi ve diğer insanları sefâhat ve günaha sürüklemek için değil; hayatımızın her ânının bir imtihan ve kazanç vesîlesi olduğu düşüncesiyle, tâat ve tesbih ile...

KIymetli Genç İnsan!

........

Eğlen ama gâfil olma, dinlen ama âtıl olma,
Bir velîye esîr ol gel! Sen sen ol, sende hapsolma!

Sen, büluğ çağına girmekle, çocukluğu da sona ermiş bulunan; Allah katında, yapmaması gerekirken yaptıklarından ve yapması gerekirken yapmadıklarından mes’ûl bulunan bir yetişkinsin. O hâlde öncelikle, sana “daha çocuksun” diyenlere aldırma!.. Zira onların birçoğu seni, “daha çocuksun, namaz kılmana ne gerek var?” diyerek oyalamaya, “ayol daha küçüksün, baş örtmek de nereden çıktı?” diyerek kandırmaya durur. Kimileri de “sen sadece ödevlerini yap, başka bir işe karışma!” diyerek seni, tek taraflı bir eğitimin kurbanı etmeye, tek kanatla uçurmaya kalkışacaktır.

Üzücü olan şu ki; belki de bu kişiler arasında öğretmenlerin, annen ya da baban da bulunacaktır. Hâsılı sana zarar, düşman bildiklerinden değil, bazen en yakınlarından gelebilir. Gözlerini iyi aç ve dikkat et.

Etiket sevdâsının kol gezdiği şu devirde, makam, mevkî ve isim yapmak yolunda, Allah rızâsından tâviz vermende bir mahzur olmadığını söyleyenler, iyi bil ki, Allâh’ın “celâl” sıfatını ciddiye almayanlardır. Onlar, “Evladım, günahı onların boynuna!..” demek sûretiyle seni, kulluğunun bir gereği olan “fedâkârlık ve sabır” gibi iki mühim mes’ûliyetinden muaf göstermeye çalışırlar.

Sana “tâvizin, fedâkârlık olduğunu söyleyenlere karşı” da dikkatli ol! Zira tâviz ile fedâkârlık arasında dağlar kadar fark vardır. Yine de bu koca farkı göremez ve ayırt etmekte zorlanırsan, sana yardımcı olacak bir söz söyleyeyim:

Tâviz; dünyevî bazı kazançlara kavuşmana yol açsa da, vicdanında sızıya, rûhunda huzursuzluğa sebep olur.

Fedâkârlık ise, dünyevî bazı kazançlardan mahrum kalmana sebep olsa bile, mânevî bakımdan nice hayra erdiğini hissetmeni sağlar. Vicdanın rahat, rûhun sükûn içinde olur.

Henüz pek gençsin. Hiç unutma ki, Hak katında ibâdetlerin en sevimlisi, işte, nefsinin bütün kuvvetine rağmen, sabrederek, azmederek devam ettiğin ve edeceğin namazlarındır. Buna bağlı olarak, yapacağın her türlü hayır, ihlâsla olduktan sonra, şüphesiz, nice ecirler kazanmana vesîle olacaktır. O hâlde, hazır gücün-kuvvetin de yerindeyken, davran, durma da hayırlar için koştur.

Her baharın sonrasında, elbet bir kış gelir, unutma. Bir karıncayı dikkatle seyret de, onun kış için yaptığı “hırslı” hazırlıktan ders al. Şu farkla ki: Senin hırsın ve gayretin, hakikî azığı biriktirmek yolunda olsun. Yani sen, “rûhuna gıda olacak dânenin peşine düş”. Böylece kış geldiği, yani bedenine yaşlılık çöktüğü, ölüm iyice yaklaştığı vakit, gönlün Rabbine yakınlaşmış olmanın sevinciyle dolsun da, gurbetten sılaya gidişin, sürûr olsun.

Bilirsin ki, ölmenin yaşı yok. O hâlde, ölümün her ân, senin için de gelebileceğini hatırından çıkarma da, programını ona göre yap. Hani, yarın nereye gideceğini, kimlerle görüşeceğini, hangi arkadaşlarınla buluşacağını iyi düşün. Sen, sana cennet yolu olacak kişiye yakın dur. Eğlencen cehenneme değil, cennete yaklaştırsın seni. Eğlen; ama gâfil olma! Dinlen; ama âtıl kalma!..

Bebekliğinden bu yana gitmediğin doktor, belki de kalmadı. Dâhiliye, hâriciye, diş doktoru, göz doktoru, ortopedi uzmanı… Ne vakit bir yerinden şikâyet etsen, annen ve baban merhametle kucaklayıp, âcile yetiştirdiler seni. Peki, gönlün ağrıdığında, duyguların, düşüncelerin hastalandığında neler oldu? Eğer böyle zamanlarında herkesi bir âcizlik kapladı da, dertli ve garip bir hâlde ortada kaldıysan, sözümü iyi dinle: Bil ki, böyle durumlarda kapısını çalman gereken kişi “gönül doktoru”dur.

Şimdi, önemine binâen açıklamak istiyorum: Gönül doktorlarına “mürşid-i kâmil” de derler. Onları “gönül câsusları” diye ananlar da vardır. Gönlün dibini-bucağını öyle güzel bilirler, Allâh’ın izniyle, hastalarının hâllerine öyle isâbetle vâkıf olurlar ki, şaşar kalırsın. Sana tavsiyem, eğer hâlâ tutunmadıysan, bir gönül doktorunun eteğine sımsıkı tutunmandır. Kim ki, bir mürşîde esir olur, biiznillâh, hakikî özgürlüğe kavuşur. Zira o gönül mütehassısları, Hak’tan gayrı söylemezler ve onlara tâbî olmak demek, mânen vârisi oldukları Hazret-i Peygamber’e, Hazret-i Peygamber’e tâbî olmak da Hakk’a tâbî olmak demektir.

Şimdi, bu söylediklerimi, bir cümlede toplayalım: “O’nun nazlısına tâbi ol!..”

“O” kim? Allah -azze ve celle-…

“O’nun nazlısı” kim? İşte az önce anlattığım gönül doktoru. Neden nazlı? Allâh’a pek yakın, samimi kuldur ki, ne vakit elini açıp yalvaracak olsa, Allah onun duâsını kabul buyurur. O mübârekler, Hak ile öyle güzel bir yakınlık içindedirler ki, el açtıklarında geri çevrilmez. Yakardıklarında kabul görür. Allah onları sever, onlar Allâh’ı severler. İşte bu cihetten, nazlı kuldur onlar…

“Tâbî olmak” ne demek? Yap dediklerini yapmak, kaç dediklerinden kaçmak. İşine gelse de, gelmese de, sana “doğru” görünse de, görünmese de, tâbî olursun. Zira onların, kendi hevâlarından konuşmadığına îmân edersin. Tâbiiyet mühimdir, zira onlar peygamber vârisleridir. Vazifeleri, irşaddır.

O hâlde sakın, “ben daha bir mürşide talebe olacak kıvamda değilim, daha namazlarım eksik, daha tesettürüm yarım, aman canım, daha yaşım kaç, başım kaç!..” deme. Zaten sen, her eksiğini tamamlamış kâmil bir insan olsan, mürşide ihtiyacın kalmazdı. Eksiklerinden ötürü muhtaçsın. Hastalıklarından ötürü kapısında ve eteğinde olmalısın. Sana, daha erken, diyerek vesvese verecek olan şeytana kanma. Zararın neresinden ki dönersin, oradan itibaren kârdasın.

Zaaflarını ve kusurlarını peşin peşin kabul et. Bunlardan ötürü ümitsizliğe düşme de, emân dile. Yakarışında samimiysen, eteğine tutunacağın mürşid-i kâmile teslim ol. Hiç şüphe yok ki, her işinde olduğu gibi, teslimiyetinde de zaafa düşeceksin. Olsun. Doktora, hastasıyla meşguliyet, hastaya da doktorun kapısında “medet medeeet!” diye inlemek yakışır. Bir de şu yakışır ki, doktorun verdiği reçeteye harfiyen uyar, söz tutar. Kafasına göre davranmayıp, ne denildiyse onu yapar. Âh işte, öyle hastaya doktor, canı gibi bakar. Öyle hastanın canına doktor, biiznillâh, gün be gün can katar.

Mürşidine yakın ol. Yakınlık, her dakika peşinde dolanmakla, yanında oturmakla değildir. “Asıl yakınlık, söz tutmak ve hizmet etmek iledir.” Hâlini içtenlikle arz et. Hataların için her dem tevbe et ki, en güzel tevbe, dönmemek üzere bir günaha veda etmekle olur. Pişmanlık duya duya, yine aynı hatayı işlemeye devam ediyorsan bile vazgeçme, tevbeye devam et. Böyle olursan, “sevilen, nazı çekilen” olma nîmetine kavuşursun. Nîmet himmettir. Himmet oldukça da nimet bereketlenir. Naz, niyaz ve tevbe, düsturun olsun. Bu dediklerimi sadece yaşarsan anlayabilirsin. O hâlde durma, yaşa!

Tüm bunları, af ve merhamete kavuşmak ümidiyle yaşamak, ne de büyük bir nasiptir. Karşına çeşitli imtihanlar çıktığında; yılmadan, nefsine esir olmadan, en güzel tavrı takınmayı başka türlü öğrenmen çok zor. Olgunlaşman, kâmil bir mümin olma yolunda adımlar atman, elini eteğini tuttuğun “kâmil rehber” ile kolaylaşır. Af ve merhamete kavuşman iki şekildedir: Birincisi, af ve merhametle muâmele etmeyi öğrenmen; ikincisi, nice günah ve kusur ile Hakk’ın huzuruna çıktığın vakit, af ve merhametle karşılanman açısından…

Şimdi, son kez tekrarlayalım: Af ve merhamete kavuşmak istersen, naz, niyaz ve tevbe ile, O’nun nazlısına tâbî ol.

Bu bir duâdır. Bu duâyı dilersen, hemen şimdi ezberle. Gönlüne geldikçe söyle. Allah kabul buyursun. Ki, sen sende hapsolmadan, özgürlüğü bulursun.

Bu yazının muhâtabı olup olmadığını nasıl anlayacaksın, onu da söyleyeyim:

Öncelikle, eğer kırk yaşında ya da daha küçük yaşta isen, bu yazı sanadır. Zira gençlik genel olarak, on iki-on üç yaşlarında başlar, kırk yaşına kadar sürer. Biraz hamlık, dalgaların çokluğu, arayışlar, yanışlar, yakışlar vardır gençlikte. Seyretme, anlamaya çalışma vardır. Kırk-altmış yaş aralığı “orta yaşlılık” dönemidir ve aktif hizmet yaşıdır. Altmış yaştan sonrası ise yaşlılığın başladığı zamandır ve gençlere, tecrübeleriyle rehber ve danışman olmanın tam sırasıdır.

Şimdi bu gruplandırmaya ek olarak şunu da ifade etmemiz gerekir: Taze, heyecanlı, duru insan gençtir. İdealleri, projeleri ve bunları gerçekleştirebileceğine inancı bulunan insan gençtir. Coşkusu, aşkı, umûdu olan insan, gençtir. Gençlik deyince, bizim aklımıza, dinçlik gelir. Gençlik denilince, bizim aklımıza, yirmi bir yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih Sultan Mehmed Han gelir. Seksen küsur yaşında surlara dayanan Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri gelir. Demek ki, yaşın kaç olursa olsun, şu bahsi geçen genç ruh sende ise, elbet bu yazı sanadır da…

Dünya imtihanının şifrelerini çözebilen, mezara kadar genç kalır. Zira öylesi, neden doğduğunu, nereye gitmekte olduğunu çok iyi bilir de, uyuşmaya, gevşemeye, durmaya hâli kalmaz. Biz diyeceğimizi dedik. Hadi şimdi yolun açık olsun. Allah Teâlâ, kem gözlerin nazarından, bil cümle gençlerle beraber, seni de korusun. Âmin…

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...