25 Ağustos 2013 Pazar

Din Eğitimi Işığında Gönül Adamı Olabilmek...

Dîni tebliğ ve temsil dâvâsında olanların sıfat ve sorumlulukları bugün dünkünden çok daha büyük önem arzetmektedir. Dün ellerinde dîni temsil gücü bulunduranlar, arkalarında devletin müeyyide desteğine sâhiptiler. Bugün laik yapının geliştirdiği ortamda böyle bir güç yok din hâdimlerinin ellerinde. Tek müeyyideleri gönül sermayeleridir. AB ile tarama sürecinin başladığı ve belki de AB’ye girmenin yakınlaştığı günümüzde din hizmeti verenlerin çok hızlı bir değişim sürecinden geçmeleri gerekmektedir.
Bu değişim sürecinde hedef, tarihteki “Alperenlik” zihniyetine denk bir gönül adamlığıdır. Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e insanlık her devirde gönül adamlarına muhtaç ve müştaktır. Çünkü din hizmeti aşk işidir. Aşkın mahalli ise gönüldür. Nitekim M. İkbâl bunu: “Din aşktır.” ifâdesiyle özetler.
 
Aşksız kurallar manzûmesi bir dînî hayat, dînin özünün önüne geçer. Oysa yüreğinde aşk ateşi olan kuralın hükmünü sormaz, hemen yapar. “Kural egemen” anlayış insanların gönüllerine perde olur. İman bir gönül işi olarak Hakk’a yöneliştir. Halkı Hakk’a celbedecek insan gönül adamlığı vasfı ile gönüllere hulûl edebilir. İnsanları koşturan soluk soluk heyecandır. Gönül adamı heyecanı söndüren değil, ateşleyendir.
 
Öyleyse gönül nedir? Gönül adamı kimdir?
Gönül îman nûruyla aydınlanan kalbdir. Kalb inkâra ve küfre yöneldiğinde ise nefs adını alır. Gönül yücelik tarafına (ulviyete); nefs ise süfliyete mütemâyildir. Rahman adıyla gönül arasında bir münasebet vardır. Gönül adamı canını ve malını Allah’a adayarak1 kalb-i selîme2 eren ve gönlünü, Gönüller Sultanı’na verendir. Rahman tecellîsine mazhar, incelik ve zerafet timsali insandır.
Akıl ile aşk birbirinin zıddı olduğundan bir arada bulunmaz. Aşk aklı baştan alır. Akıl ile aşk su ile ateş gibidir. Akıl suyu, aşk ateşini söndürür. Ancak bu söylediklerimizden akıl ile aşkın asla bir arada bulunamayacağı anlaşılmamalıdır. Şu bir gerçek ki akıl hesâbî, aşk ve gönül ise hasbîdir.
Gönül adamı sevgi âbidesidir. Bütün insanları; hatta mutlak mânâda bütün yaratılanları sever. Gönül adamlığının temelinde insan sevgisi vardır. Gönlünüze almadığınızın gönlüne giremezsiniz. Gönlüne giremediğinizin beynine asla ulaşamazsınız.
 
Gönül adamı sorgu veya ceza hâkimi, polis ya da jandarma tavrında değildir. O kötülüğü iyilikle savuşturur. Çünkü o bilir ki, kötülüğü savmanın yolu en güzel hasletlerle mukabeledir3; öfkeye sabır, bilgisizliğe yumuşaklık, kötülüğe afv ile muâmele gibi.
Gönül adamı başkasını inşâ derdine düşen ama önce kendini inşâ edendir. Gönül adamının değeri yetiştirdiklerinin kalitesiyle ölçülür. Eğitmek ve irşâd etmek doğruları söylemek değil, doğruları yapmaktır. Gönül adamı karakter sâhibidir. İnsânî ilişkilerde güven sağlayan ve sevgi dokuyan sağlam karakter, dürüst ve tutarlı davranışlardır. İnsanlarda hayranlık uyandıran dehâ ise de peşinden sürükleyen karakterdir.
 
Gönül adamı otoriter değil, karizmatik ve rehber, buyuran değil, karşısındakini anlayan ve kavrayandır.
Gönül adamının gönlü, sofrası, kapısı ve alnı açıktır. İnsanların acılarını ve sancılarını, sevinçlerini ve sürurlarını paylaşır, iyi günde de kötü günde de, yanlarında olur. Yar olduğuna bâr olmaz. Kimseden bir şey istemez. Çünkü istemenin insanı küçülttüğünü bilir.
Gönül adamı herkese hoşlukla muâmele eder. Kusur ve günahlarından dolayı insanları azarlamaz, incitmez ve kırmaz. Günahkâra değil, günaha kızar. Çile ve kahır çekmeyi işinin gereği gibi görür. Nitekim Mevlânâ gülün güzel kokusunu, dikene katlanmasına borçlu olduğunu söyler.
 
Eşrefoğlu Rûmî de der ki:
Ol dost içün âğûları
Şeker gibi yutmak gerek
Gönül adamı hoşgörülü ve ayıb örtücüdür. Suçlama ve sorgulamayı kendine yapar, hoşgörü ve bağışlamayı karşısındakine saklar. Ayağına basana: “Gözün kör mü?” demek yerine: “Özür dilerim, ayağınızın altına basmışım” demeyi tercih eder.
 
Gönül adamı fedakârdır, kendisinden çok başkaları için yaşar. Gönül adamı başkalarının derdine düşendir, derd yüzünden uykusu kaçandır; hizmet yolunda mazeret üretmeyen, engeller aşandır. O işinin kahramanıdır. Derd insanın yüreğini ateşleyip enerjiye dönüştürür.
Gönül adamı çiftçi gibi ektiği tohumun derdine düşer, onu kurda kuşa yem etmez. İnsanlara ulaşmanın yolunun problemlerini çözmekten, derdlerine devâ olmaktan geçtiğini bilir.
Gönül adamı insanlarla iletişimde lügatinden “kötü” sözü ile “zann” kavramını atar. Çünkü zann, ilişkileri bozar, şeytan bu sâyede gıybet ve nemîme tohumları eker.
Gönül adamı muhâsebe kaygısı taşır. Önce varlığını, neye yaradığını sorgular. Hesap kaygısıyla hedef belirleyerek planlı çalışır. Hedef koymak, alışkanlıkların dışına çıkmak, râhatını terk edebilmek ve büyük düşünmektir. İnsanın kapasitesi koyduğu hedefler kadardır. Kaldırabileceğinden az yük taşımak da sorumluğu mûcibdir. İnsan yaptığı işten haz almak için hedefler belirlemeli ve onları aşarak mutluluğu yakalamaya çalışmalıdır. Hedefsiz, plansız ve programsız çalışma, verimli tarlaların boş bırakılması ve yaban otlarıyla dolmasına seyirci kalınmasıdır. Büyük hedefler ve büyük inançlar büyük sonuçlar doğurur. Başarılı olanlar nereye koştuklarını bilenlerdir. Çünkü ne aradığını bilen bulduğunun farkında olur.
 
Başarmak, insanın kuvvetlerini bir hedefe kilitlemesi ve onu elde etme sürecine girmesidir. Gönül adamı, gönülden konuşan ve insanlarla sessizce anlaşandır. Aslında sükût ruhlar arasındaki sessizce konuşup anlaşmayı ifâde eder. Çünkü söz ehli (erbâb-ı kaal) lüzumsuz lâflar eder. Öz ehli (erbâb-ı hâl) kelimesiz, sessiz konuşur. Susmakla insanların sözleri daha tesirli olur. Dilsiz dudaksız konuşmakla duygularımızı daha iyi ifâde edebiliriz.
 
Şâir der ki:
Sen hâmûş ol, çeşm-i giryân söylesin
Eşrefoğlu da şöyle der:
Dil dudak deprenmeden sözden anlayan gelsin
Gönül adamı “ben”i lügatinden çıkarandır. Ben ben diye öne çıkan benlik duygusu huzursuzluk ve fitneyi körükler. Benliği aşamayanlar etrafındaki insanları kaçırır.
Gönül adamı zamanın kıymetini bilir. İbnülvakttir, her şeyi vaktinde yapar, zamanın hükmünü gözetir. Çünkü plansız zaman, sâhipsiz ve sınırları belli olmayan mîrî arâzî gibidir. Her zaman birileri tarafından işgal edilebilir. Gönül adamı kendini yenileyendir. Yenilenmeyenin yenileceğini bilerek iletişim yetersizliğini geliştirendir. İnsanlara anladıkları dilden konuşandır. Konuşmalarında hitâbetin inceliklerinden yararlanarak heyecan uyandırandır.
 
Gönül adamı incinmez, incitmez, kırılmaz, yorulmaz ve darılmaz hizmete devam eder. Bir hizmetten öbürüne koşar. Rabbının: “Bir işten boşaldın mı öbürüne koş”4 buyurduğunu bilir. Hergün kalb ve gönül sorgusundan geri durmaz ve kendi kendine: “Bugün Allah için ne yaptın? Yaptıklarının ne kadarı Allah için?” diye sorar. Yaptıklarını azımsar ve daha fazlasına muvaffak buyurması için Allah’a duâ eder.
 
Gönül adamı gönlü Allah ile olandır. Allah’ın kulu ile olduğu nass ile sâbit. Önemli olan kulun O’nunla beraberliğidir. Hz. Mevlânâ bunun önemini şöyle ifâde eder: “Tevbesiz ömür, can çekişmekten ibârettir. İnsanı yaşayan ölü hâline sokan ölüm ise Allah’dan habersiz olmaktır. Allah ile olunca ömür de hoştur, ölüm de…Fakat Allahsız olan kişiye âb-ı hayat bile ateştir.5
Gönül adamı hayatın zorluklarına direnmesini bilendir. Çünkü insanın hayatın fırtınalarında ne kadar yıkıldığından çok ne kadar ayağa kalkabildiği önemlidir.
 
Dipnotlar: 1) et-Tevbe, 9/111. 2) eş-Şuara, 26/89. 3) Fussılet, 41/33-34. 4) el- İnşirah, 94 / 7-8. 5) Dîvân-ı kebîr.

Din Eğitiminde Nefsin Yedi Hilesi...

Bir dîne mensup olmak insanda fıtrî bir duygudur. Nitekim Allah Teâlâ: “O hâlde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dîne, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult” buyurarak bu fıtrata işâret etmektedir. Dînî hayat ve dindarlığı hem tetikleyen özellikler, hem de köstekleyen özellikler insanın kendisinde saklıdır. Dindarlığı başka alâkalardan, nefsâni hazlardan arındırabilmek, kalbî itmînâna ve zihnî olgunluğa ermiş olmaya bağlıdır. Çünkü dindarlık bir his, duygu ve gönül işidir. İnsanın duyguları ise çoğu zaman karmaşıktır ve birtakım etkilerin yoğunluğunda şekillenmektedir.

Dindarlık her şeyden önce ihlâs ve samimiyet ister. İhlâs, amel ve ibâdete başlarken niyeti gönül imbiğinden geçirip ona hiçbir yabancı dünyevî madde katmamak, saf ve berrak hâliyle damıtmak ve nefse bir pay çıkarmamak demektir. İhlâs, midedeki besinlerden süzülüp kan damarlarının yanından geçerek tertemiz çıkan süte benzer. Nasıl ki sütün içinde bulunabilecek kan veya pislik mide bulandırırsa, riyâ karışmış dindarlık da öyledir; ihlâsı bozar.

Dindarlığı tetikleyen ve besleyen iki temel vasıf vardır: Sıdk ve ihlâs. Sıdk dindarlığın sünnete, peygamber modeline uygun yapılmasıdır. İhlâs ise kulluk ve ibâdetin Allah için olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: “Kim Rabbine kavuşmak dilerse sâlih amel işlesin. Rabbına ibâdet ederken de hiç kimseyi ortak koşmasın.” “Yüzünü ihlâsla Allah’a çevirenden daha güzel dindar kim olabilir.”
Kul için bir matlûb, bir de taleb vardır. İhlâs matlûbun, sıdk ise talebin bire indirilmesidir. Sıdk asıldır, ihlâs ondan sonra hâsıl olur. İhlâs sıdka tâbidir. İhlâs amele başladıktan sonra meydana gelir. Dindarlıkta kula en çok lâzım olan da ihlâstır. İnsan ihlâs sâyesinde nefsin âfetleriyle amelleri bozan hallerden haberdâr olur. Çünkü insan amelden ve ameli ihlâsla yapmaktan sorumludur. Nitekim Kur’an’da: “Hâlbuki onlar, Allah’a dinde ihlâs sahibi olarak ibâdetle emrolundular” buyrulur.

İhlâs temeline dayalı hâlis dindarlığın en büyük engelleri nefsin hile ve desiseleridir. Bu yüzden ihlâsı da ihlâsı bozan şeyleri de iyi öğrenmek gerekir. İnsanoğlu mayasındaki kulluk duygusunu bazen yanlış yönlendirerek negatif pozisyonlara düşürmekte ve bu negatif kulluk tezâhürleri zaman içerisinde insanoğlunu hâlisâne dindarlıktan uzaklaştırmaktadır. İnsanı dindarlık sürecinden uzaklaştıran bu negatif kulluk tezâhürleri nefsin tuzaklarıdır.

Samimi dindarlık, ihlâs üzere olmaya çabalamaktır. İbâdet ve tâat konusunda kendisinde varlık görmemektir. Gönlü kirleten, kalbi hasta eden ve dindarlığa zarar veren yedi nefsâni illet ve engel şunlardır: 1- Kibir/büyüklük taslama, 2- Ucüb/kendini beğenme, 3- Riyâ/gösteriş, 4- Gadab/öfke, 5- Hased/kıskançlık, 6- Mal sevgisi, 7-Makam tutkusu.

1- Kibir, Allah’ın kendine has kıldığı kibriyâ ve azamet sıfatının nefsânî zaaf ve şeytânî bir vasıf olarak tezâhürü olup insanın temel problemidir. Âlemdeki zuhûru şeytânın kibirle kendini Âdem’den üstün görerek secde etmemesiyle başlamış, ondan da insana geçmiştir. Kibrin tedâvisi, insanın konumunu ve yerini bilerek tevâzû sâhibi olmasından geçer.

2- Ucüb, kendini beğenerek büyüklenip başkalarına tepeden bakmayı, başkalarını hor görmeyi doğuran nefsânî ve şeytânî bir vasıftır. Başa çıkılması çok kolay olmayan bu özellik dînî hayatı zedeler. Ucbün tedâvisi, kibirde olduğu gibi tevâzû sâhibi olmaktır.

3- Riyâ, takdîr edilme, beğenilme arzusuyla başkalarına karşı yapılan gösteriştir. İnsanların övmelerine karşı zaaf göstermek; yermelerinden korkmak ve incinmektir. Bunu tetikleyen şey, kendini beğenmektir. Riyâ, ihlâsın zıddıdır. İnsanların en çok ayaklarının kaydığı alan da burasıdır. Riyâ pek çok hadîs-i şerîfte şirk-i hafi olarak değerlendirilmiştir.
Nefsin amelleri ve dîni hayatı boşa çıkarmak için kullandığı en önemli vasıtalardan biri övülmekten duyduğu hazdır. Çünkü nefs biraz övgü görse semâvât ve arzı bile sırtında taşır. Ama övgü olmayınca; kendisine prim verilmeyince hemen tembelleşir. Nitekim rivayete göre bir kişi yıllar boyu mescidin birinci safında namaz kılmış. Bir gün her nasılsa bir engel sebebiyle ikinci safta kılmak zorunda kalmış. Bir süre câmi ve cemâatten kaybolan bu kişiye sebebini sormuşlar. Demiş ki: “Şu kadar yıldır kıldığım namazları hep ihlâsla kıldığımı sanıyordum. Bir kere ikinci safta görülmekten öyle rahatsız oldum ki ömrüm boyunca riyâ yaptığımın farkına vardım. Bu yüzden evimde eski namazlarımı iâde ve kaza ile meşgul olduğum için ortadan kaybolmuştum.”
Riyânın tedâvisi ihlâsa ermeye çalışmakla olur. Ayrıca bu hâlin tedâvisi, Allah’ın kalıba değil, kalbe baktığını; âhiretteki derecenin kalpteki duygulara bağlı olarak eksilip artabileceğini bilmek sûretiyle olur. İçte bulunan bir hâli dışta ızhâr etmenin bir faydası bulunmadığı gibi, halkın övgü ve yergisinin Hakk nezdinde hiçbir değeri yoktur.
 

4- Gadab, öfkelenip kızma hastalığıdır. Gadab, dindarlığı etkileyen nefsin tuzaklarından şeytânî bir sıfattır. Dindarlık sürecindeki tedâvisi kazâya rızâ göstermeye alışmak sûretiyle olur.

5- Hased, başkalarının sâhip olduğu nîmetleri kıskanmaktır. İnsanın gözü dışa dönük olduğu için dâimâ karşısındakini görür. Bu da insanın halkın ayıplarıyla uğraşıp kendi eksiklerini görmezden gelmesine veya kendindeki güzellikleri değil, karşısındaki nimetleri görmesine sebep olur. Hasedin sebebi taksîm-i ilâhîye râzı olmamaktır. İnsan, samîmî bir îmân ile ilâhî taksîme râzı olma özelliği kazandığı an, nefsin kıskacından kurtulur ve dindarlığını sağlama almış olur.

6- Mal sevgisi, hırs ve tama’ ile dünyâya düşkünlüktür. Sebebi ölümü unutmak, nefsin insana telkin ettiği ebediyet duygusuna aldanmaktır. Tedâvisi ölümü çokça hatırlamak, ebediyet yurdunun dünyâda değil, âhirette bulunduğunu düşünmektir.
 

7- Makam tutkusu, kendini beğenme hastalığından, şöhret ve baş olma arzusundan kaynaklanır. Tedâvisi Allah’ın kendisine hakkı hakk bilme lütfunda bulunduğunu, ancak Allah’ın bu lütfuna karşı şükürde kusur ettiğini düşünerek tevâzû/alçak gönüllülük yolunu tutmakla olur. Baş olma ve îtibâr duygusu insanı içini ihmâl edip dışını süslemeye yönlendirir.
Bütün bu illetler samimi dindarlığa zarar verir. Bunlardan temizlenmenin en kestirme yolu dindarlığımızı sorgulamak; yâni muhâsebeye çekmektir. Bu muhâsebe bir kalb sorgulamasıdır. “Bugün Allah için ne yaptım? Yaptıklarımın ne kadarı Allah için, ne kadarı nefsim için? İşin içine ne kadar «görsünler ve desinler» kaygısıyla riyâ denen şirk-i hafî girdi? Kalbim nasıl? Acaba dünyâ için mi atıyor, Allah için mi? Kalbim, yüreğimi elime alıp insanlar içine çıkabilecek saflıkta mı? Yoksa çıfıt çarşısı gibi mi?” Bu muhâsebeler dindarlık sürecinde insan davranışlarına farkındalık bilinci kazandıran kalb sorgusudur.

Netice itibariyle hâlisâne dindarlık kolay bir iş değildir. Çünkü dindarlık, halkın nazarında “dindar” görülmekten hoşlanmak, akabinde takdir ve saygı görmekten haz almaktan ibaret değildir. Aksine birtakım dünyevî arzu ve isteklerden soyutlanmak, Allah’a kulluk ile nefse gem vurabilmektir. Din de, dindarlık da sadece Allah’ındır, O’ndan gelir ve O’nun için yapılır.

7 Şubat 2013 Perşembe

İhlas ve Samimiyet Eğitimi..

İhlâs, her türlü şirk, bâtıl inanç ve kötü duygudan uzak durmak, kullukta riyâdan, beşerî ilişkilerde menfaat hesaplarından sakınmaktır. Özet ifâdesiyle ihlâs, Allah’a yönelişte sâdece Hakk’ı ve rızâsını gözetmek, araya halkı sokmamaktır.

Amel ve davranışlarda duygu ve düşüncelere değer kazandıran ihlâstır. Amel ve ibâdetlerde ihlâs, bedene göre ruh mesâbesindedir. Bu dünyâda insan, ruh ve beden bir arada olduğunda bir anlam ifâde eder. Ruhsuz bedenin, bedensiz rûhun anlamı yoktur. Amel ve ibâdetler de aynen onun gibi ihlâsla değer kazanır. Çünkü ihlâssız bir amelin anlamı olmadığı gibi, amelsiz bir ihlâsın da değeri yoktur.

İhlâs kolayına ulaşılabilecek bir seviye değildir. Hatta insanın kendisini ihlâslı sanması, ihlâs eksikliğinin alâmeti sayılır. Tasavvufî telakkîde sıdk ve ihlâs arasındaki sıkı ilişkiye dikkat çekilmiş, ihlâs niyetteki sıdk ve sadâkat olarak görülmüştür. Bu yüzden sâdık ve muhlis aynı kapıya çıkan iki kavram olarak değerlendirilmiştir.

Muhlas ve sıddîk muhlis ile sâdıkın üst derecesidir. Muhlis kendi gayret, irâde ve çabasıyla nefsânî vasıf ve kusûrlardan kurtularak ihlâsa ermeye çalışandır. Muhlas ise kendisine Allah tarafından ihlâs bağışlanandır. Böyle birisi nefsini rabbânî ve rûhânî vasıflarla tezkiyeye muvaffak olmuş ve sonuçta bu arınmayla Allah’ın inâyetine ermiş demektir. Nitekim Kur’an’daki: “İblis dedi ki: Rabbım! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan muhlas/ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ”1 âyeti bunu ifâde etmektedir.

Sıddîklık sadâkatte sâdıktan sonra ulaşılabilecek en yukarı seviye olduğundan ilâhî tasnîfte nebîlerden hemen sonra, şehîd ve sâlihlerden önce gelen bir makamdır. Nitekim Kur’an’da: “Kim Allah’a ve peygambere itâat ederse, işte onlar Allah’ın nîmetine eriştirdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır!”2 buyrulmaktadır.

İhlâsa ermenin yolu devamlılıktır. Nitekim ihlâsla ibâdetlere sarılan ve Hakk’ın rızâsını kazanmak için çaba sarfedenlerin sonuçta ihlâsla amele muvaffak olacağına şu âyet-i kerîme işâret buyurmaktadır: “Allah’ın rızâsını kazanmak ve gönüllerdeki cömerdliği güçlendirmek için mallarını hayra infâk edenlerin durumu bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer. Hem de üzerine bol yağmur yağdığında iki kat ürün veren bahçeye…”3 Âyetteki ifâdeler Allah’ın rızâsına muvâfık infâkın, amel sâhiplerini temize çıkaracağını ve derecelerini artacağını anlatmaktadır. Kullarının yaptığı her şeyi gören Allah onların amellerinin kendisi için mi, yoksa başkaları için mi olduğunu da görür ve bilir.

İnsanoğlunun ihlâsa erme mücâdelesinde dört büyük düşmandan bahsedilir. Bunlar dünyâ, şeytan, nefs ve hevâdır. Bu dörtlü engel insanda ihlâsın zıddı olan riyâyı tetikler. Bu yüzden ihlâsa erebilmek için bu dört büyük düşmanın üstesinden gelmek ve her birini en etkili silahla vurmak gerekir.

İhlâs, Hakk’a adanmışlığın en yüksek seviyedeki tezâhürü sayılabilecek bir vasıftır. İhlâsın zıddı ve amellerde onu yaralayan özellik riyâdır. Riyâ özellikle Hakk’ın kullarına hizmette insandaki kendini gösterme motifinin ve başkaları tarafından beğenilme duygusunun azdırdığı rûhî bir zaaftır. Bu zaaftan kurtulmanın yolu Hakk’a ibâdet sırasında yaratıkları hiç görmemek, Allah için yapılan amelde sünnete riâyete titizlik göstermek ve Hakk adına yapılan hizmetten lezzet duymaktır. Çünkü Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de buyurur ki: “Onlar sâdece Allah’a ibâdetten ve dîni yalnızca O’na has kılmaktan başkasıyla emrolunmadılar.”4
Riyâ iki yolla tedâvi edilebilir:
1- Riyâ damarını kesmek; yâni riyâ sebeplerini ortadan kaldırmak,
2- İbâdet sırasında doğan riyâ şüphelerini kalbden uzaklaştırmak.

İhlâs kulu, yakîn ve ihsân makamına yükselten bir özelliğe sâhiptir. Bu yüzden ihlâs, farzları îfâ, sünnetleri edâ ve edeb, iç içe geçmiş koruma duvarları gibidir. Kişiyi îmân bakımından muhâfaza eder ve yakîne erdirir. Dışarıdan içeriye doğru bakıldığında en dıştaki, edeb duvarıdır. Kul edebe riâyet ettikçe şeytan kendisine erişemez. Kul edebi terk ettiğinde şeytan ona önce sünnetleri, sonra farzları ihmal etmeyi telkîne başlar. Kulun, şeytanın bu telkînine karşı direnci azalır. Bu yüzden kul, nefs ve şeytanın direncine karşı güçlü olmak için her hâl ü kârda edebe riâyet etmeli, sünnetleri korumalı ve farzları îfâ ile ihlâs makamına yükselme çabası içinde olmalıdır.

Mevlânâ bu gerçeği Mesnevî’sinde şöyle anlatır: Hak dilerse bir anda sıddîkı kâfir yapar; dinsizi de zâhid derecesine çıkarıverir. İhlâs sâhibi varlığından, benliğinden kurtulmadıkça nefs tuzağına düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Özü temiz muhlis kul, hak yolda yürürken nefs, şeytan ve dünyâ gibi sayısız yol kesici haydutlarla karşılaşır. Kalb aynası dünyâ sevgisinden arınmamış kişinin özü temizdir ama, tevhîd kuşunu henüz yakalayamamıştır. Böyle bir yolculukta ancak Allah’ın destek ve emanına mazhar olanlar kurtulur. Allah’ın lütfuyla günahlarından kurtulan, kötü huylarından arınan muhlis kişi eman yerine ulaşır da muhlas/ihlâsa erdirilmiş kullardan olur.5

İhlâs kulun gönül dünyâsında inşâ etmeye çalıştığı çok ince bir duygu ve mânevî bir sırdır. Nitekim Cüneyd Bağdâdî der ki: “İhlâs kul ile Allah arasında bir sırdır. Onu melek bilmez ki sevap yazsın. Şeytan bilmez ki ifsad etsin. Hevâ bilmez ki ona karışıp bozsun.” İhlâs ile riyâ arasında da ince bir çizgi vardır. Çoğu zaman insanlar ihlâs üzere olduğunu sanıp riyâya düşerler. Fudayl b. İyâd’ın şu sözü bu konuda çok câlib-i dikkat bir ölçü ortaya koymaktadır: “İnsanlar görecek diye ameli terk etmek riyâdır. İnsanlar görsün diye amel etmek ise gizli şirktir.” Doğru olan Cüneyd’in anlattığı mânâdaki ihlâsa sarılıp ikisinden de kurtulmaktır.

Mesnevî’de Mevlânâ’nın anlattığı şu hikâye, riyâ ile ihlâs arasındaki duygu çatışmasını, sonuçta insanı ibâdete yönlendiren bir mahcûbiyetin ihlâsa da zemin hazırlayacağını ifâde etmektedir: Adamın biri hızla câmiye girerken halkın câmiden dışarı çıktığını görür ve: “Namaz bitti mi ki cemaat dağılıyor ve insanlar mescidden çıkıyor” diye sorar. Cemâatten biri şöyle cevap verir: “İmam cemâatle namazını bitirdi. Sen niye içeriye giriyorsun? Baksana cemâat de dağılıyor, görmüyor musun şaşkın adam?” Namaza yetişemeyen kişi içi kor gibi yanarak öyle bir “âhh” çeker ki âdeta ağzından yalın ve duman çıkar. Gönülden çıkan “âhh”da içinin yanık ve kan kokusu vardır. Namaz kılanlardan birisi onun yanına sokulur ve der ki: “Bu âhı sen bana ver. Ben de kıldığım namazı sana vereyim.” Namaza yetişemeyen: “Âhı sana verdim. Senin imamın arkasında kıldığın namazı da onun yerine kabûl ettim” der. Diğeri ise o âhı yüzlerce duâ ve niyâz ile alıp kabûllenir. Namazı verip âhı alan kişiye rüyâsında denilir ki: “Sen âb-ı hayât ve şifâ satın aldın. Bu alış-verişin, bu Hakk âşıklığına katılman hürmetine, câmide namaz kılan diğer cemâatin namazları da kabûl edildi.”6

İbâdetlerde riyâdan kurtulup ihlâsa ermenin ölçüsü olarak şu hep söylenir: “Geceleyin herkesin uykuda olduğu saatlerde teheccüd namazına kalkıp duâ ederken namaz ve ibâdetle meşgûl olmasını bir mazhariyet olarak görenle, teheccüde kalkamayıp bunun hüznünü hisseden bir değildir. Mukâyese edildiğinde ikincisi, birinciden daha üstündür.”

Amellerdeki ihlâs duygusunda Hakk’ın rızâsı ve âhiret kaygısı ön plandadır. Dünyâ hayâtının ve dünyâya âid nîmetlerin amellere gölge düşürmesi, amellerin sonuçlarını da değiştirmektedir. Nitekim şu âyet-i kerîme bu konuda çok önemli bir ölçü ortaya koymaktadır: “Dünyâ hayâtını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz; onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zâten yapmakta oldukları da bâtıl; yâni kabûl şartlarına uygun değildir.”7

Yapılacak iş aynı olmakla beraber amele karışan niyetin, sonucu değiştireceği açıktır. Nitekim Hz. Ali’ye izâfe edilen kıssa meşhûrdur. İmâm Ali savaşta kâfirle cenk etmiş ve onu altına alıp tam boğazını keseceği sırada kâfir onun yüzüne tükürmüş. İmâm Ali yüzüne tüküren kâfiri bırakınca o, şaşkınlıkla: “Ne diye bırakıyorsun beni? Ben seni hiddetlendirmek için yüzüne tükürmüştüm ve beni daha hiddetle öldürürsün sanıyordum.” İmâm Ali demiş ki: “Ben seni Allah için öldürmek istiyordum. Ancak sen yüzüme tükürünce öfkelendim ve fiilime hiddet gâlib oldu. Hiddet ise intikam kokan nefsânî bir duygudur. Ben seni böyle nefsânî bir duyguyla öldürürsem yaptığım iş ihlâs hudûdundan çıkar, ben de kâtil olurum.”

İhlâs, amel ve davranışlara ilâhî yardımı çağıran ve mânevî bir gücün oluşumunu sağlayan yüce bir duygudur. İhlâs sâhibi samîmî kullar, ihlâssız kimselere nisbetle daha güçlü ve başarıya daha yakındır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki: “Nice sayıları az topluluklar vardır ki sayıları çok olan topluluklara Allah’ın izniyle (ihlâsları sâyesinde) gâlip olmuşlardır. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”8

İhlâsa ermenin yolu nefsin arzularını, hevânın tutkularını kırmak, dünyâ ve halktan ümidini kesmek ve bütün himmetiyle âhirete teveccüh etmektir. Bu yapılmadan hâlis gibi görünen ameller bile bâzen riyâya bulaşmış ve içine dünyevî çıkarlar karışmış olabilir. Adamın biri şöyle anlatır: “Otuz sene farz namazlarımı câmide cemâatle ve ilk safta kıldım. Bundan zevk alırdım ve yaptığımın da hâlis olduğunu düşünürdüm. Bir sefer geç kaldığım için ikinci safta namaz kıldım ve geç kalışım sebebiyle halktan utandım. O zaman anladım ki ben otuz yıl boyunca câmiye birinci safta namaz kılmak için ve halk beni orda görsün diye riyâ ile gitmişim. Bu durum beni çok etkiledi, tevbe ve istiğfâr ile otuz yıllık namazlarımı kazâ ettim.”

Dünyâ menfaati, nefsânî tutku, şeytan iğvâsı ve hevâ tuzağı görünmeyen mikroplar gibi insanın amel dünyâsına tasallut eder ve ibâdetlerindeki ihlâsı bozar. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de şu ayet-i kerîmeyle bu konuya işâret etmektedir: “Kıyâmet gününde Allah tarafından onların hesâba katmadıkları şeyler (ameli bozan günahlar) ortaya çıkarılır ve bunlar kendilerine gösterilir.”9
İhlâs birincisi ibâdette, ikincisi ibâdet dışındaki diğer amellerde olmak üzere iki türlüdür. İbdadetteki ihlâs, ibâdet sırasında yalnızca Allah rızâsını düşünmek ve sonucunda sevâba nâil olmayı ummaktır. İbâdet dışındaki fiil ve davranışlardaki ihlâs ise onları da Allah rızâsı için yapmaktır. Âdet ve davranışların ihlâs ile yapılması onları ibâdet kıvâmına yükseltir. İbâdetlerin ihlâs ve samîmiyetten uzak, boş duygu ve düşüncelerle yapılması onları âdet seviyesine, riyâ ile yapılması ise kabahat ve günah derekesine düşürür.

Dünyâ malının helâline talip olmanın mahzuru yoktur. Mahzurlu olan kulun yaptığı amelleri dünyâya ve dünyâ nîmetlerine âlet etmesidir. Çünkü amellerin asıl faydalı olacağı yer âhirettir. İhlâs ehli kimseler yaptıkları amellerden dünyâya âid bir beklenti içine girmezler. Hatta amellerinin karşılığını dünyâda görmenin âhiretteki ecri azaltacağını düşünürler. Nitekim Allah Teâlâ dünyâ nîmetleri ile âhiret kazancını tüketenleri şöyle uyarmaktadır: “Siz tükettiniz dünyâ hayâtınızdaki nîmetlerinizi ve onlarla safâ sürdünüz. Bugün size sâdece horlanma ve azâb vardır.”10

İhlâs, ibâdet ve davranışların mütemmim şartıdır. İbâdetlerde nasıl maddî şartlar varsa en az onlar kadar önemli mânevî bir şart vardır ki, o ihlâstır. İhlâsın elde edilmesi ve ona ulaşılabilmesi ciddî bir ihlâs terbiyesinden geçmeye bağlıdır. O da ihlâssızlığa teslîm olmamak, ihlâsa ermek için ısrar ve samîmiyetle niyetlerimizi tashîhtir. Kulun çabasıyla elde edilecek ihlâsın sonucunda Allah’ın lütfedeceği muhlaslardan/ihlâsa erdirilmişlerden olmak ise ayrı bir nasiptir. Ama o da ihlâstaki samîmiyetin devamına bağlıdır.

Dipnotlar: 1 el-Hicr, 15/39-40. 2 en-Nisâ, 4/69.3 el-Bakara, 2/265. 4 el-Beyyine, 98/5. 5 Mesnevî, II, b. 1307-1311. 6 Mesnevî, II, b. 2757-2765. 7 Hûd, 11/15-16. 8 el-Bakara, 2/249.

9 ez-Zümer, 39/47. 10 Ahkâf, 46/20.



Din Eğitiminde AŞK,Sevgi, Muhabbet...

Aşk ve muhabbet, tasavvufun belkemiği sayılır. Kur'ân ve sünnetin muhtevâsından haberdar olmayan bazı müellifler, aşk ve muhabbeti ruhban hayatının âdâb ve erkânından mülhem sayarlar. Oysa Kur'ân'ı tetkik edenler, onun Allah'a karşı "eşedd-i hubb"den bahsettiğini; Allah Rasûlü'nün de imanın kemâli için kul nezdinde Allah ve Rasûlü'nün en sevgili olması gerektiğini ifâde buyurduğunu görürler. Nitekim Kur'ân'da: "İman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok daha fazladır." (el-Bakara, 2/165) buyrulmaktadır. Hadîs-i şeriflerde de: "Kendisinde şu üç haslet bulunan kişi imanın tadına varır. Allah ve Rasûlü kendisine her şeyden sevgili olmak, sevdiğini Allah için sevmek, buğzettiğine Allah için buğzetmek ve imandan sonra küfre düşmekten, ateşe atılmaktan korkar gibi korkmak: (Neseî, İman, 3-4; İbn Mâce Fiten, 23; İbn Hanbel, IV, 11) "Hiçbiriniz beni evlâdından babasından ve malından daha çok sevmedikçe kâmil mü'min olamaz" (Buhârî, îman, 8; Müslim, îman, 69; Neseî, îman, 19)

Aşk kelimesinin aslı "ışk"tır. Işk sarmaşık demektir. Sarmaşık nasıl sarıldığı yeri istila ederse, aşk da girdiği kalbi ve vücudu öylece istilâ ettiğinden, şiddetli sevgiye "aşk" denmiştir. Aşk lâfzı Kur'ân'da zikredilmemiş; fakat İbn Arabî'nin beyanına göre kinaye yoluyla irad buyrulmuştur. Kur'ân'daki "eşedd-i hubb"(1) âyeti buna delil sayılmıştır.

Mutasavvıflarca meşhur olan "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim, mahlûkatı yarattım."(2) şeklindeki "kenz-i mahfî" hadisinin delâletine göre, muhabbet başlangıçta Hakk'tan zuhur etmiş ve bütün âlemin icadına sebep olmuştur. Nitekim "Allah onları, onlar da Allah'ı severler."(3) âyetinde de muhabbetin önce Hakk'tan zuhur ettiği teyid edilmektedir. Ayrıca seyr u sülük makamlarının en yükseği olan "murâkabe-i muhabbet" te sâlik bu âyetin mânâsını düşünerek muhabbet-i ilâhiyyeye ermeye çalışır. Mutasavvıflara göre, âlemler içinde aşka yabancı bir zerre bile yoktur. Âlemdeki "incizâb" (çekim) kanunu da bir muhabbet ve sevgi eseridir. Fakat her yaratığın aşkı kendi istidad ve kabiliyetine göredir.

Nefse galebe çalmak için en kestirme yol, aşk yoludur. Bununla birlikte ancak yaşayanın ve tadanın bilebileceği, ama aslâ tarif edemeyeceği bir manevî zevk ve hazz halidir. Nitekim kendisine "Aşk nedir?" diye sorulan Hz. Mevlâna'nın: "Ben ol da bil." cevabı bunu anlatmaktadır. Hakikî aşk insan rûhunun "rûh-ı mutlaka" iştiyâkıdır. Aşk öyle bir ateştir ki, bir parladı mı mâşuktan başka her şeyi yakar.

Mutasavvıflar aşkı, "mecâzî" ve "hakikî" olmak üzere iki türde incelerler.

Mecâzi aşk: Geçici suretlerden birini sevmektir. Şehvetsiz, ilâhî ve hakikî aşka götüren bir köprü olmak şartıyla, böyle bir aşk da hoş karşılanmıştır. Nitekim "Tertemiz bir aşkla birine tutulan ve bu aşkını açıklamaya bile cesaret edemeden bu sevgiyle ölen, şehid olarak ölmüş sayılır."(4) hadisi buna delil sayılmıştır. Herkeste hakikî aşka kabiliyet olmayabilir. Bu yüzden mecâzî aşk, hakikî aşk için bir temrin niteliği taşır. Ancak güzelliği ve ondan kaynaklanan aşkı, ilâhî kaynağa bağlamasını bilmeyenlerin aşkı, tabiî aşktır. Meşrû sınırlar içinde kalması şartıyla bu da caizdir. Mecâzî aşkın tabiî olandan farkı, erdirici bir özelliğe sahip olmasıdır.
Hakikî aşk: Mutlak varlığı; yani Allah'ı sevmektir. Hakk'tan başka her şeyden geçmektir. Hakikî aşka eren kendinden geçmiş, fenâ fillaha ermiştir.
Sûfîler aşkın temelini "muhabbet" olarak görürler. Muhabbet insan gönlünün zevk aldığı şeye meyletmesi demektir. İnsanın meyil ve sevgisine etki eden dört sebep vardır:
a. İnsanın ilk sevdiği şey kendi zâtıdır. Buna bağlı olarak insan, âzâların selâmetini, mal, evlâd, akraba ve dostlarını da sever.
b. İnsanı sevgiye hazırlayan bir sebep de "İhsan"dır. Çünkü insan, ihsanın kölesidir. İnsan kendisine faydası dokunmasa bile, ihsan ile şöhret bulanları da sever.
c. Eşyayı, onlarda bulunan hüsn ve cemâl sebebiyle sevmek ve onlarda tecelli eden hüsn-i mutlaka yönelmek
d. Varlıklar arasındaki münasebet ve benzerlik de sevgi sebebidir. İnsan, ilâhî asıldan gelmiş, rûh-ı mutlaka bağlı bir ilâhînefha oluşundan, asıl menşeine ilgi ve sevgi duyar "Allah'ın insanı Rahman suretinde yarattığını"(5) bildiren hadis ile "Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanma" telâkkisi bunu teyid eder. Allah'ın Âdem'i kendi sûretinde yaratması demek, zuhûru sûretin de yaratması demektir. Yâni Allah Teâlâ insanı yaratmakla kendi sıfat-ı ilâhiyesini onda izhar etmiş, kendi sıfatlarını onda tecellî ettirmiştir. Her ne kadar diğer varlıklarda da tecellî eden Allah'ın sıfatları ise de insan kâinâtın gözde varlığı olduğu için ondan bütün sıfatların zuhuru söz konusudur. Bu yüzden insana "mazhar-ı tâm" denilmiştir
Allah sevgisinin kalbe yerleşmesini sağlamanın iki yolu vardır

a) Nefsin başka şeylere meyil ve arzularını azaltarak gönülden mâsivâ sevgisini çıkarmak. Bu da genellikle riyâzat ve mücahedeyle gerçekleşir. Kur'ân'daki; "Allah Teâlâ insanoğlunun göğsünde iki kalp yaratmamıştır "6 âyeti, gönülde iki tür sevginin bulunmayacağı ifade eder Çünkü sevginin kemali, kalbin bütün mevcudiyetiyle Allah Teâlâ'yı sevmesidir. Her seven sevdiğine bağlıdır ve insanın sevdiği ve bağlandığı şey, onun mabud tanıdığı şey haline gelebilir. Nitekim "Nefsanî hevâsını tanrı edineni görmez misin?"(6) âyetiyle Taberanî'nin rivâyet ettiği "Yeryüzünde Allah'ı en çok kızdıran put, kendisine tapılan hevâ ve hevestir "(7) hadisidir. Allah sevgisini zayıflatan sebeplerin başında dünya sevgisi gelir.

b) İbâdet ve tâatla marifeti artırmak Marifetin insan kalbini her yönüyle tamamen kaplaması muhabbet doğurur. Bunun yolu, nafile ibâdet ve taatlarla rûhu güçlendirmektir. Bu yolla elde edilen muhabbet, toprağı temizledikten sonra tohum ekmeğe benzer. Nitekim Kur'ân'daki "Allah nasıl bir temsil yaptı görmedin mi? Hoş bir kelimeyi (yani tevhid kelimesini) kökü yerde, dalları ve budakları gökte olan hoş bir ağaca benzetti"(8) âyeti iman tohumunun, ibâdet, tâat ve ahlâk ile kol-budak salıp meyve vereceğini bildirmektedir.
Sâliki muhabbet ummanına gark eden şeyler vermek, bağışlamak, güzellik, kemâl ve fazîlettir. Bu sıfatların kemâli de ancak Allah'da mevcuddur. Bu yüzden gerçek muhabbet ve sevgiye lâyık olan sadece O'dur. Sâlikin Allah sevgisine erebilmesi için şunlara dikkat etmesi öğütlenmiştir:
1 Allah'ın sevgisini tevlîd için zikre devam.
2 Allah'ın ni'met ve ihsânını tefekkür.
3. Allah dostlarıyla olan irtibâtı kavi tutmak.
4 Allah'ın emirlerine tam itâat, çünkü itâat ve ittibâ sevgi doğurur.
5 Allah'dan muhabbet talebiyle duâ etmek.
İnsanda muhabbetin neş'et etmesi amel ve ilgiye bağlıdır Meselâ bir adamın yanına her gün devamlı olarak gidip gelen kimsenin gönlünde onun sevgisi oluşmaya başlar. Bu sevgi azar azar kendini gösterir. Gidip gelme arttıkça sevgi de sağlamlaşır. Allah sevgisinin doğması da amel-i sâlihe bağlıdır. Amelin sâlih olması için niyyetin hâlis, himmetin de teksif olması gerekir. Hâlis olmayan ve içinde huşû bulunmayan ameller sâlih olmadığı için sevgi de doğurmaz.
Kur'ân'da insana yüklenen bir emanetten bahsedilmekte ve bunu dağların, taşların ve gök yüzünün yüklenmekten imtinâ ettiği belirtilmektedir. İnsanı emâneti yüklenmeye sevkeden imandaki aşk istidâdıdır. Çünkü insan, Allah'a olan müşâbeheti ve O'nun mazhar oluşu sebebiyle O'na aşıktır. Âşık da mâşukunun buyruğuna koşarak ve hesap yapmadan gider, düşünmeden kendini Rabbına sunar.
Âlemde ve insanda bulunan her cemâl ve kemâl, Rabbın cemâl ve kemâlinden bir gölgedir. Bu yüzden güzelliklerin büyülediği her insan Allah'ın muhıbbi sayılır. Bunu şöyle bir örnekle açıklamak mümkün. Duvarda güneşin aydınlık ve ziyâsını gören bir adamın bundan hoşlanması sadece aydınlığı sevmesi değil, o ziyâyı veren güneşi sevmesidir. Duvardaki mazhar duvarın değil, güneşin mazhar, olduğuna göre kulun bu aydınlığa tutkusu güneşe tutku sayılır. Bu âlemdeki güzelliklere meftûn olmak aslında o güzelliklerin sâhibine "hüsn-i mutlaka" âid bir tutkudur. Aradaki hâil ve perdeleri kaldırıp O'nu aramak gerekmektedir.
Şeyh Tehânevi, İrzâül-Hakk isimli eserinde "aşkı tefviz-ı umûr" olarak görür ve şunları söyler. Aşkın hakikati Hakk'a tefvîz-ı umûr etmekten başka bir şey değildir, Tefviz dediğimiz şey ister teşrii, ister tekvini her sûrette Allah'ın bize istediğini yapması ve dilediği şekilde râzı olması için nefislerimizi ona teslim etmemizdir. Gerçek tefviz budur.(8)



DİPNOTLAR: 1) el -Bakara, 2/165, 2) Keşful-hafâ, II ,132 (2016), 3) el-Mâide 5/54, 4) Keşfül-hafâ II, 262 (2538), 5) el Furkan, 25/43, 6) Ebû Hâcer Bisyûnî, Mevsûa et-râfi'l-hadis, l, 40, 7) İbrahim, 14/24, 8) bk Abdulbari Nedvi, Tasavvuf ve Hayat, Mustafa Ateş. İstanbul 196, s. 150

Mevlânâ'ya Göre AŞK'ta Yanmak ve Olmak Davası...

Yanmak ve olmak gönüller sultanı Mevlânâ’nın ilâhi aşka pervaz için öngördüğü iki önemli haslettir. Yanmada aşkın kavurucu harareti ve olgunlaştırıcı iksiri vardır. Mevlânâ bu yüzden eğitimini tamamlayıp medresede müderris ve camide vâiz olduğu dönemden sonraki hâlini: “Hamdım, piştim ve yandım” ifâdeleriyle anlatır.

Mevlânâ’ya göre bilgi yükü olan kitaplar sadece taşınmak için değildir. Mutlaka gönül dünyasında insanın her zerresini kuşatan bir aşk iksirine ihtiyaç vardır. Mevlânâ aşkı özellikle Divân-ı Kebîr ve Mesnevî’sinde son derece edebî ifâdelerle anlatır. Gerek Divân’da ve gerekse Mesnevî’de en çok geçen iki kavramdan biri aşk ise diğeri de gönüldür. Biz bu yazımızda Mevlânâ’nın bu iki eserinden aşk merkezli bir kesit sunmaya çalışacağız. 2007 yılının Mevlânâ yılı olarak ilan edilmesi sebebiyle bu seneki yazılarımızı Mevlânâ’ya hasretmeyi planlıyoruz.

İnsan toprak, su, hava ve ateşten oluşan anâsır-ı erbaa kökenlidir. Toprak ve su tenin ve bedenin; hava ve ateş ise ruhun, gönlün ve aşkın mazharıdır. Maddi gıdalarla beslenen bedenler toprağa verilecek kurbandır. İnsanı insan yapan ise onun toprakta çürümeyen ilâhi menşeli varlığı, ruhu ve gönlüdür. İnsanda hava ve ateşi körükleyen aşktır. İşte Mevlânâ’nın “olma” reçetesi olarak sunduğu pişme ve yanma bu açıdan önemlidir.

Aşk, yaşanılarak öğrenilen ve anlaşılan bir duygu olduğu için kendisinden aşkı soranlara Mevlânâ: “Ben ol da bil” karşılığını vermiştir. Yine o: “Âşık benim gibi olmalı, durmadan yanmalı, yakılmalıdır” der ve o bu halinden memnundur. Onun için yanmaktan başka çare kalmamış, yanmadığı zaman kendinin ham olacağını düşünmüştür. Aşk ötelerden gelen bir misafirdir onda. O aşk ile mutludur ve gönlünü “hazret-i aşk”ın şerefine kurban etmeye hazırdır. O aşk ateşiyle yanmış, baştan başa duman hale gelmiş, göklere yükselecek ve ötelere gidecek kemâle ermiştir. Nasıl kupkuru öd ağacı ile kuru dikenin farkı yandıklarında ortaya çıkıyorsa âşık da mum gibi yanmadan ve çevreye güzel kokular salmadan değerini anlatamaz.

Aşk gamı ateşlidir. İnsanı ağaç gibi kurutur. Nasıl kuruyunca ağacın ateşte yanmaktan kurtuluşu yoksa, aşka tutulan gönlün de yanıp kavrulmaktan kurtuluşu yoktur. Mevlânâ Allah’ın kendine verdiği aşk derdinden mutludur. Şöyle der o Dîvân’ında: “Allahım! Kader gereği bana verdiğin ıstıraplardan kaçmam, şikayet etmem, seni seviyorum. Çünkü senin aşk ateşinle yanmayan gönül soğuktur, hamdır. Can senin yüzünden yandı, yakıldı, mum senden nur aldı, senden yanmayan hamdır. Toplumu aydınlatan mum yanmaktan korkmaz. Çünkü o yanarak toplumu aydınlattığını bilir.”

Mevlânâ aşkı yaşamayanlardan, yaşamadığı için de anlamayanlardan dertlidir. Kendisi aşksız yapamaz. Ne yazık ki aşkı anlatamaz da. Der ki: “Sensiz düşünemiyorum, sensiz yapamıyorum; başkası ile de yaşama imkânım yok. Aşka dair ne söylesem içi yanmayanlar, âşık olmayanlar anlamazlar ki…” Ona göre ham kişiyi pişirecek, olgunlaştıracak, iki yüzlülükten kurtaracak sadece aşktır. Aşk ayrılık ve firak ateşiyle kavrulan bir gönlü vuslat arayışına koşturur. Böyle bir âşık ayrılık ateşiyle pişer, yanar ve dost evinin etrafında dolaşmaya, Sevgili’nin cemalini görmek için yanık iniltilerle ona dil dökmeye başlar. Ağzından onu incitecek bir söz ve ona yakışmayacak bir davranış sâdır olmasın diye edep gözeterek kapısında durur. Benlikten geçerek “ben” olmaktan kurtularak O’na yönelir.

Kanatlarını ateşin hararetinde kurban vermiş pervane gibi aşk ateşinin ne olduğunu tecrübe etmeyenler aşkı tanıyamazlar. İnsan manevi bir mertebeye erişmek istiyorsa ateşe dalmalı, ateş içinde olmalı yani aşk ile yanmalıdır. Mevlânâ’ya göre pişen bozulmaktan kurtulur. İnsanın Hakk yolunda aşkla pişip olgunlaşması ahlâkî fesadın ortadan kalkmasının en kestirme yollarından biridir. İnsan rûhu, Yûnus Peygamberin balığın karnındaki hâli gibi türlü sıkıntılar içinde pişip kavrulunca Allah’ı tesbîh etmekten başka kurtuluş olmadığını anlar. Aslında aşk ateşi hal lisanıyla der ki: Ey akılsız ahmaklar! Ben sizin sandığınız bir ateş değilim. Aksine tatlı suları meşhûr ve makbûl olan bir pınarım, bir kaynağım. Nasıl İbrâhim’i ateş yakmadıysa ve onun dost (Halîl) olduğunu bildiyse aşk ateşi de âşıka zarar vermez. Nitekim mîraçta Hazreti Peygamberin Cibril ile yolculuğu sırasında Sidre-i müntehâ’dan ileriye geçme arzusunu anlatan Süleyman Çelebi şöyle demektedir:

Çün ezelden bana aşk oldu delîl,
Yanar isem ben yanarım ey halîl!

Aşka tutkun pervane: “Keşke yüz binlerce kanadım olsaydı da ateşe kurban verseydim” diye düşünür. Aşk sırrını anlamayanlar gözlerinin, gönüllerinin körlüğüne rağmen keşke aşk ateşinde yanıp kavrulsalardı. Bu yanıştaki mutluluğu göremeyen, ilâhî ateşte yanmanın zevkine varamayan kimsenin gönlü aşk ocağı olamaz. Aşk bir ateştir, gönül ocağı. Aşk ateşi bizi hakikatten alıkoyan arzuları, maddî unsurları yakar, gönlünde aşk ateşi olmayan ölü gibidir. Fasîh Dede der ki:

Bir sînede kim nâr-ı muhabbet eseri yok
Zulmettedir ol nûr-i Hudâ’dan haberi yok.

Pişmek, yanmak ve aşk ateşiyle kavrulmak da bir kabiliyet ve istîdad işidir. Mevlânâ bunu şöyle ifade eder: “Tencere ateş dumanıyla kapkara olduğu halde, içindeki et kartlığı yüzünden çiğ kalmış. Ey âşık, sen aşk ateşi ile iyice kaynamışsın amma, mayandaki hamlık sebebi ile hala pişmemişsin. Kendine çeki düzen ver! Tembelliği üstünden at! Ekmeğini gözyaşınla yoğur, gönül ateşiyle pişir.”

Mevlânâ’ya göre ruhlar ilâhî menşeli olduğu için Allah’a âşıktır. Bu yüzden aşk, Hakk âşıklarının ibadethanesidir. Yol arkadaşı Allah olan âşık için, yolda tehlike ve korku bulunmaz. Kendisine Allah’ı dost edinen kişi canının çıkmasından yani ölümden niçin korksun ki? Hakk aşığı bu dünyada bir seferdedir. Kendisinden uzaklaşıp cemal sahibi nurlu güzele sefer etmektedir. Aşk onun mâbedidir.

Mevlânâ insan rûhunun elest bezminde: “Elestü bi-rabbikum/Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna: “Belâ/Evet” cevabı vererek belâ çekmeye talib olduğunu söylemektedir. Bu yüzden olgunlaşmanın yolu belâlara, ibtilâlara katlanmaktır. Mevlânâ der ki: “Ey can! Sevgili’nin belâsından kaçma! Belâlara uğramaz ve ıstırap çekmezsen pişmezsin, ham kalırsın.”

Mevlânâ aşk ateşiyle kavrulmaktan belâ ile yanıp pişmekten mutludur. Tekrar tekrar aşk sevdasıyla kavrulmak ve savrulmak ona ayrı bir haz vermektedir. Çünkü onun gözünde sevgiliden gelen her şey makbul ve değerlidir. Allah’dan gelen aşk ateşinin kendisini O’na döndüreceğine inanır. Mevlânâ bu hissiyatını şöyle anlatır: “Bana öyle bir aşk geldi ki, benim aşkımla bütün aşklar aşk oldu, sevda oldu. Ben yandım kül oldum. Hatta külüm de yok oldu. Fakat Sevgilim! Senin aşk ateşinde tekrar yanmak arzusuyla külüm yeniden canlandı, sûretler bağladı. İşte bu böylece binlerce defa tekrarlandı durdu.”

Mevlânâ’nın gözünde aşkın son durağı şeb-i arûs dediği vuslat iklimi olan ölümdür. Çünkü Allah Teâlâ buyurur: İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn / Biz Allah’a âidiz ve O’na döneceğiz.1

Dipnotlar: 1) el-Bakara, 2/156.

6 Şubat 2013 Çarşamba

Din Eğitiminde Hayat Okulu

Hayat okulu doğar doğmaz başlar. Ölünceye kadar devam eder. Bu okulu başarıyla bitirmek çok zor ve çok çetindir. Bu okul baştanbaşa mücadeleden ibarettir. Anbean değişen hayat durağında kurallara uymak, yolculuk etmek incelik, feraset, gayret, azim ve cesaret ister. Çözülmesi çok zor olan, bilmecelerle dolu olan hayatı anlamak, anlamlandırmak, kıymet ve değerini bilmek ve anlamlı yaşamak güzel düşünce, güzel fikir ve çok uzun soluklu mücadeleyi gerektirir.
 
Hayat vasıtasına binen bir insanın nerede duracağı, nerede kalacağı, nerede devam edeceği, nerede ağlayıp güleceği ve nerede huzur bulacağını kestirmek imkânsızdır. Ömür yolu, hayat yolu dikenler, taşlar, çukurlar, çileler, engeller ve haydutlarla doludur.
Çünkü durmadan dönen, ibretlerle, hikmetlerle dolu olan bir dünyada yaşıyoruz. İki kapılı han misali kiminin girdiği, kiminin de çıkıp gittiği, hiç kimsenin baki kalmadığı sırlarla dolu bir dünya...
Rahatı, sefası, lezzeti az; fakat cezası, çilesi, ıstırabı çok olan koca dünya.
Doğarken bizleri hıçkırıklarla ağlatan, ölürken de inim inim inleten, süslü püslü, görkemli ve güzel görünse de sonu virane olan yalan dünya.
 
Bizler malı severiz elden gider, canı severiz tenden gider, ömrü severiz biter gider, dünyayı severiz savrulup gider, makamı severiz birden gider. İşte böyle bir hayat okulunu başarıyla tamamlamak her kişinin değil er kişinin işidir. Bu yolda dağlar, taşlar, vadiler, seller ve fırtınalar kadar metanetli ve cesaretli olmalıyız. İç ve dış dünyamızda ansızın meydana gelebilecek depremlere karşı çok tedbirli davranmalıyız. Aksi takdirde enkaz altında kalmamız kaçınılmaz olur.
‘’Biz kimiz? Nereden geldik? Neden geldik? Neredeyiz? Kiminleyiz? Nereye gidiyoruz? Niçin gidiyoruz? Nasıl gidiyoruz? Neden gidiyoruz? Gönüllü mü; yoksa zorunlu mu gidiyoruz? Gelenler neden gidiyor, gidenler neden dönmüyor?’’ Sorularına kendi kendimize cevap aramalıyız. Azmin, gayretin ateşini hiç söndürmeden her gün bir adım daha ileri giderek usanıp pes etmeden, mazeret üretmeden, hayat fırtınalarına aldırış etmeden hedefe kilitlenmeliyiz. İnişler çıkışlar, yükselişler ve alçalışlar, nefes alış ve verişler, ağlayışlar ve gülüşler, zerre kadar yapılan her türlü işlerin kayda geçtiğini asla unutmamalıyız.
 
Bu okula isteyerek kaydolup isteyerek ayrılamazsınız. Bu okula ansızın girilir ve ansızın çıkılır. Bu okulun dersleri hassas ve incedir. Derslere çok iyi hazırlanıp başarılı olmak için çırpınmalıyız. Burada kaybedişin faturası ebedi hüsranlık, kazanmanın faturası ise ebedi kurtuluştur. Çile eleğinden elenerek, zaman tünelinden düşüne düşüne geçerek, çirkinliklerden güzellikleri seçerek, acı hatıraları yudum yudum yudumlayarak bizden geriye tatlı ve anlamlı hatıralar bırakmalıyız.
Dost ülkesinde dost olmak, dost bağının gülü, bülbülü olmak, dostu dosta vardıracak olan yolu tutmak, canla başla dosta varmak için gece gündüz çalışıp alın teri dökmeliyiz.
 
Bu okulda çırpınışlar, gayret ve uğraşlar insanı yorar, ter döktürür, boyun büktürür. Bu okul ne kadar zor, çileli olsa da bir gün bitecek. Ne kadar güzel, görkemli, rahat olsa da yine bir gün bitecek. Önemli olan bu okulu mutlu, huzurlu ve Hakk’ın razı olduğu şekilde bitirmektir. Unutmamak gerekir ki dünya gümrüğü kolay geçilmez. Bunun için insanın yükü çok hafif olmalıdır. Yükü takva olanla, yükü isyan olanın dönüşü asla bir değildir. Birine kurtuluş kapısı, diğerine de helak oluş kapısı açılır. Birinin lezzeti elem olur, diğerinin ise elemi lezzet olur.
 
Gönül sayfasında, kardeşlik sayfasında güzel izler bırakmalıyız. Bu okulda düşüncelerimizi bozmadan, fikirlerimizi karartmadan, duygu ve hislerimizi köreltmeden, azgınlık ve taşkınlık etmeden iyi bir öğrenci olmalıyız. Bembeyaz olan gönül ve ruh sayfamızı kapkara yapmamak için çok direnmeliyiz. Bu bembeyaz olan sayfaları kapkara yazılarla asla kirletmemeliyiz. Hayat ağacı kurumadan, hayat okulu henüz bitmeden kıymeti bilinmeli, meyvesi devşirilmeli, maddi ve manevi olarak huzur ve mutluluğa ermeliyiz. Hak rızasını kazanmak için Hakk’ın sevdiği işleri yapmalı, sevmediği işlerden de uzaklaşmalıyız. Zamanın tekrarının, hayatın geri iadesinin olmadığını bilip derin derin düşünmeliyiz. Yüzü ak, alnı pak olarak huzur içinde bu dünyaya veda etmeliyiz. Ebedi esaretin değil ebedi kurtuluşun diplomasını alarak sevinçle Mevla’nın huzuruna varmalıyız.
 
Bu hayat okulunda zihniniz açık, ufkunuz geniş, kazancınız bereketli, ömrünüz uzun, işiniz kolay, tefekkürünüz derin, bakışınız ibretli, gönlünüz ferah, ameliniz ihlaslı, azığınız takva amaç ve gayeniz hak rızasını kazanmak olsun. Ebedi kurtuluş fermanıyla sevinç, neşe içerisinde bu hayatınız son bulsun.

Dünümüz, Bugünümüz ve Yarınımız...

Dünümüz, Bugünümüz ve Yarınımız...
        
Zaman bizim için işlemektedir. Zamanı yaratan için zaman işlemiyor. Dün, bugün ve yarın bizim kavramlarımızdır. Bizi ve kullandığımız zamanı yaratan Rabbimiz ise Ezelî ve Ebedî olandır. O’nun için geçmiş ve gelecek olmadığı gibi, geçmiştekiler ve gelecektiler de yoktur. Bize göre baş ve son neresi ise O’nun o iki nokta arasındaki hükümleri, tecelli eden kaderi bir lahza kadardır. Dostu İbrahim aleyhisselamın ateşe atılma sahnesi, bizim için filan tarihteki bir olaydı. Nuh aleyhisselamın gemisinin su üzerinde yüzdüğü aylar, bizim kullandığımız takvimlere göre şu kadar ay bu kadar gündür. Musa aleyhisselam için denizin kara olduğu o muhteşem gün ve yer, bizim için milattır veya ölçüdür. Allah Teâlâ ise bütün zamanları ve bütün mahlûkatını bir tek noktada ve bir tek lahzada görüp kollamaktadır. Olmasını murat ettiği işler için de geçerlidir bu, o işlerle ilgisi olanlar için de.
Bugün yaşayan mü’min nesil olarak, önceki nesillerin başta peygamberler olmak üzere hayatlarından bize intikal eden bilgileri, o dönemin insanına ait hatıralarmış gibi ele almamız yanlıştır. O dönemlerin insanlarına ait olsa da, kitabımız Kur’an, onların hayatlarına ait imtihanları bir ders mantığı ile önümüze koymaktadır. Kimsenin adının Nuh veya İbrahim olması gerekmiyor. Herkesin, Nuh veya İbrahim mantıklı olması gerekiyor. Bu anlayışı idrak edebilenler, yaşadığımız dünyada altından çıkılamaz zannedilen pek çok sorunun, sıkının Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik bir nimet olduğunu da anlayacaklardır.
Şu anda bir tür ateşe atılmak isteyenler ya da atılmış bulunanlar, Kur’an’a müracaat edip önümüze konmuş bulunan ateşe atılmış İbrahim’i ve İbrahim’e o kaderi yazan Allah’ın kaderinin nasıl tecelli ettiğini görmelidirler.
Servetini koyabileceği yer bulmakta zorlanan mü’minler, Kur’an’a müracaat edip Karun’u ve Karun ile alakalı kaderini işleten Allah’ın hükmünü izlemelidirler.
Katlanılamayacağını vehmettiği hastalıklar, ıstıraplar içinde olanlar, yine Allah’ın hidayet kaynağı olarak elimize koyduğu Kur’an’a yönelip Eyyüb aleyhisselam üzerinden sabrın muhtevasını ve akıbetini incelemelidirler. Sonra da, dün adı Eyyüb olan bir kulunu o sıkıntılarla imtihan eden ve ona kazandığı imtihanının neticesi olarak ‘güzel bir kul’ olma ödülü veren Allah’ın neyi murat ettiğini düşünmelidirler.
İş sahipleri, işçiler, işsizler, babalar, anneler, bütün mü’minler olarak, bizden öncekileri imtihan eden Rabbimizin imtihanını, imtihanın içindeki kulları üzerinde izleyebiliriz. Ne insan olarak onlardan farklıyız ne de iman esaslarımız onlardan farklıdır. Aynı cennet için aynı Allah’ın kulları olmaya çalışıyoruz. Onlarla aramızdaki tek fark zamandır. O zaman da bizim için işliyor, onu yaratan için işlemiyor. Biz, bizim için işleyen zamanı gerekçe görerek, zamanı yaratan Rabbimizin üzerimizde görmek istediği imtihanları kendi istek ve keyfimize göre şekillendiremeyiz. Şekillendirdiğimizi zannetsek de sadece kendimizi oyalarız.
Bizim için koca dünya, koca kâinat ama, Allah için ‘ol’ demesiyle oluvermiş bir mahlûkÉ
Bizim için şu yıldan bu yıla geçmiş bir zaman ama, Allah için hesapta olmayan bir kavram...
Bizim için sadece biz ve bizim eksenimizdekiler ama, Allah için kullarından bir kul, mahlûkatından biri sadeceÉ
İnsan, başkası üzerindeki her şeyi inceleyip kendi üzerindekini göremediği gibi, kaderini, yarınını, nerede ve nasıl bulunduğunu da göremiyor, göremez de. İnsan, görme kabiliyetini abartmamalıdır. Allah’ın gördüğünü gören, O’nun gösterdiğine bakabilen çok şey görür, tek gerçeği görür. Kendi gözüne itimat eden ise çok şeyin gözüne battığını anlayacak ve dikenler arasında kıvranacaktır. Kitabımız Kur’an, önümüzü açmaktadır. Bütün zamanların ve mekânların derinlikleri ondadır.
Dertleri aşmak isteyen, zaman ve mekân ötesinde olmanın rahatlığına ermek isteyen Kur’an’a dönmelidir. Orada ateşe atılan İbrahim’i, sıkıntılarla boğuşan Eyyüb’u, çocuk hasreti ile inleyen Zekeriyya’yı bulmalıdır. Onları önümüze koyan Allah için zaman değişmiyor, kulluk kimliğimiz değişmiyor, nihaî hedef olan cennet ve onu hak etme çabası da değişmiyor.

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...