12 Eylül 2009 Cumartesi

Öyle Bir Gözyaşı Ver ki, Yâ Rabbî

........
Öyle Bir Gözyaşı Ver ki, Yâ Rabbî

Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Aklansın.. Ölümün kara düşleri,
Korkuları, umutlara döndürsün.
Rahmetinle, her damlası
Cehennemler söndürsün...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Cennetler berâtı inci damlalar,
Secdelerde seller gibi çağlasın.
Etrafımda haşre kadar melekler,
Sevinçlerle ağlasın...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Eritsin.. Buzlarını gafletin,
Gönül ufukları, nûra bürünsün.
Açılsın da cehlin kara perdesi,
Gerçek görünsün...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Müjdeler dökülsün, Arş-ı Âlâ’dan,
Hidâyet selleri, sineme dolsun.
Her damlası Mahşer Günü
Şâhidim olsun...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Esmâ’ndaki ‘Doksandokuz’ aşkına,
Semâlardan gufranını indirsin.
Hesap günü, titreşirken Mîzan’da,
Hicâbımı dindirsin...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Firdevs Göklerinden, nûr sağnakları,
Dehşet günü, Sırât üzre saçılsın.
Sekiz yerden, sekiz cennet kapısı
Bir lâhzada açılsın...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî;
Sabahı beklerken, berzâh gecesi,
Selâm sellerine dönsün köpürsün.
Kabir toprağımdan, Mahşere kadar,
Azap kirlerini silsin süpürsün...
Öyle bir gözyaşı ver ki Yâ Rabbî
Arıtsın.. Şu nankör nefsi hevâdan,
Bütün zerrelerim, Kur’ân’la dolsun.
Ve Mahşer’de, şu tövbekâr bedenim,
Şehitlerle haşrolsun...

Ağyâr Derdiyle Yâr’dan Uzak Kalmak

........
Ağyâr Derdiyle Yâr’dan Uzak Kalmak

“Hak ile beraberlik için ağyârdan/masivâdan kurtulacağın ânı gözetlemek, beyhûde bir bekleyiştir. Bu hal, hakikatte seni yâr ile beraberlikten alıkoyan gizli bir tuzaktır. Sen sen ol da, O seni nerede ve hangi halde bulunduruyorsa, orada O’nunla olmanın hazzına var ve hâline bürün!” İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-
Şu kesret âleminde, meşgaleler anaforunda, bir o yana, bir bu yana savrula savrula, ayakta durmaya çalışan bir insan, esasen ne acınacak bir haldedir! Her şeye bir ilmek atarak, örümcek misali kendi etrafında bir ağ ören ve sonra da bu esaretini görmeyip, kendini güvende hisseden bir kimse, ince düşünülürse ne şaşkın bir varlıktır! Hak’tan gayri var zannedilen dayanak ve dostlukların gerçekte bir sığınak ve barınak olamayacağını Yüce Rabbimiz şöyle beyan buyurur:
“Allah dışında başka dostlar, başka dayanaklar edinenlerin durumu; ağdan örülmüş bir yuva edinen örümceğin durumuna benzer. Hiç kuşkusuz en dayanıksız ev, örümcek yuvasıdır. Onlar keşke bunun bilincine erselerdi.” (Ankebût Sûresi, 41)
Gaflet, hakikatten habersiz yaşamaktır. Gafletin devamlılığı akıl, idrak ve basiretin kapanması ve insanın şu âlemde körebe oyunu misali bir hayat sürmeye mahkûm olmasıdır. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle:
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum,
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum
Gafleti doğuran ve çoğaltan unsur, genel anlamda “Allah dışındaki her şey” diye ifade edilen “mâsivâ” ise de, özel anlamda meşgalelerimizdir.
Evlâd ü ıyâl kaygısı, mal-mülk sevdâsı, maişet derdi, oyun-eğlence tutkusu, dost ve arkadaş ilgisi gibi daha nice meşguliyetler vardır ki, insanı çoğu zaman Hak’tan gafil kılar. İbn Atâullah işte tam bu hususa dikkat çekerek, bu meşgalelerden bir gün kurtulup da Hakk’a döneceğini düşünen insanın, gerçekte kendini aldattığına işaretle: “Bu bekleyiş beyhûde bir bekleyiştir. Sen sen ol da, içinde bulunduğun her hal ve durumda Yâr-i hakiki olan Mevlâ ile olmanın yolunu bul” tavsiyesinde bulunur. Zira hayat devam ettikçe meşgale bitmeyecektir. Yarın diyen de kaybedecektir.
Rabbimiz kulunun kendinden kopmaması gerektiğini her fırsatta vurgular. Nimetler, musibetler, zinetler, ihtiyaçlar hiçbir zaman Hakk’a perde değil, tam aksine O’nunla beraberliğe hem birer vesile, hem de sebep olmalıdır. Şu âyetler tam da bu konulara dikkat çekmektedir:
“O çokluk kuruntusu sizleri oyaladı” (Tekâsür Sûresi, 1)
“Ey iman edenler, ne mallarınız, ne de evlatlarınız sizleri Allah’ı anmaktan alıkoymasın! Her kim öyle yaparsa, İşte onlar, hüsrana düşenlerdir.” (Münâfikûn Sûresi, 9)
“Öyle erler vardır ki; ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz. Onlar gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar.” (Nûr Sûresi, 37)

Mü’minin etrafında döndüğü odak nokta, mal-mülk değildir, evlâd-ü ıyâl değildir, zevk u safâ değildir; fakat mü’min bu meşgalelerden kopuk da değildir. Esas olan şudur: Mü’min insan, Allah’a bağlılığı ana merkez kabul etmiş ve her şeyi de O’na göre konumlandırmış kişidir. Allah’tan kopunca savrulacağının farkındadır. Zihin dünyasının karmaşıklığı, duyguların anaforu, ilgi ve ilişkilerin rastgeleliği, gönül dünyamızda Allah’a bağlılığın merkez ilgi odağımız haline getirilemeyişindendir.
Kâmil bir kulluk için meşgalelerden kaçmak gerekmiyor, onları askıya almak da gerekmiyor. Hayatın içinde, ama Mevlâ’dan kopmadan ve hatta tüm varlık ve hâdiseleri O’nunla beraberliğe bir vesile kılarak, Hakk’a kurbiyetin manevî lezzetini tadabilmenin yolunu bulmalıdır. Zira Yâr’ı ağyârsız aramak, dikensiz gül aramak gibidir, denilmiştir.
Hayat takvimimizin son yaprağını bilmiyoruz. Gündüzün vazifesini geceye, gecenin sorumluluğunu gündüze ertelemek, bir aldanış ve gaflet işaretidir. Sehl bin Abdullah el-Tüsterî’ye sordular:
“-Hak yoluna giren sâlik, ne zaman rahat ve huzur yüzü görür?” Buyurdular ki:
“-İçinde bulunduğu zamandan başka, herhangi bir vakit ve an tasavvur etmediği zaman.”
Darlıkta ve bollukta, sıhhatta ve hastalıkta, hulasa her halde Mevlâ’ya yönelebilmek ve kazançlı çıkmak mümkündür. Hangi hal, hamd ve şükür istiyor, hangi durum sabrı, tevekkül ve rızayı gerektiriyor basiretle keşfedebilmelidir. Günaha düşülünce istiğfara yönelmeli, musibete düçar olunca, dua ve sabra sarılmalı, her bir nimet için de şükür duygularımızı Rabb’e sunabilmelidir. Nitekim Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur. ” (Müslim, Zühd 64)
Hülâsa, ağyârla meşguliyetimiz bizi Yâr’dan koparmamalıdır.

TEVBE

........
Tövbe (=Tevbe): Sözlükte “dönmek” demektir. Istılahta ise kabahatinden, kabahat olduğu için pişmanlık duyarak vazgeçmek ve vicdanında meydana gelen çirkinliğinden dolayı terk etmek anlamına gelir.1 Tövbe, günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması ve kişinin kendisini yenilemesidir. Bu anlamda tövbe, Allah’ın gazabından lütfuna, hesabından rahmet ve inayetine sığınma demektir.
Tövbe, Hz. Adem’le başlamış, nefis ve şeytana karşı kulluğun bir göstergesi olarak kıyamete kadar da devam edecektir.
Nasûh kelimesi ise sözlükte “en halis, en safi ve en içten” anlamına gelir. Ayrıca bu kelime yırtığı, söküğü dikip kapayan, bozulanı ıslah eden ve hiçbir gedik bırakmayacak şekilde onaran manasını da içine almaktadır. Şu halde tövbe-i nasûh, hüsn-i niyet ve hulus-i kalb ile ciddi ve yürekten tövbede bulunmak demektir.
Ayrıca tövbe-i nasûh başkalarına nasihat ediyor gibi güzel örnek olmak anlamlarını da taşımaktadır. Nitekim kul, günah ile kirlenirken, tövbe ile temizlenebilmektedir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de;
Ey İman edenler! Tövbe-i nasûh, ile Allah’a tövbe edin (dönün)”2 buyurmaktadır.
Her insan mutlaka hata yapabilir. Fakat hata yapanların en hayırlısı ise hemen tövbeye koşanlardır.3
Tövbe, şeytanın insan üzerindeki hakimiyetinin sona ermesini ve insanın hakiki hürriyetine kavuşmasını ifade eder. Günah, nefsin ve şeytanın insanı aldatması, tövbe ise, iradenin azgın nefse ve şeytana tokat vurmasıdır. Tövbe, insanda günahların meydana getirdiği yaraların iyileştirilmesi gayretinin göstergesi olup, sadece kanı durdurmaya yönelik geçici bir pansuman olmamalıdır. Bilakis tövbe, insanın içiyle beraber dışının da temizlenmesi ve onarılması demektir. O halde tövbe, hastalıktan ta­ma­men kur­tul­maya ve ya­ra­nın hiç izi kal­ma­yacak şekilde kö­kü­nü kurutmaya yö­ne­lik sürekli bir tedavi şeklidir.
Peygamberimizin (s.a.v) günde yetmiş veya yüz defa tövbe ve istiğfar etmesi4 ümmetine töv­be­deki hikmeti ve istiğfarın sürekliliğini göstermektedir.
Nefsi emmâre, insanın şerre karşı meyillerini ha­re­ke­te geçirerek, günahı cazip ve masum göstermeye çalışır. Fakat akıllı ve iradesi kuvvetli bir insan bu aldatma ve tuzaklara düşmez. Şerre karşı meyillerin kesilmesi ise ancak tövbe ve devamlı istiğfarla mümkündür.
Bazı günahlar vardır ki, kolumuza dökülen bir bardak kaynar suya benzer. Bazı günahlar kolumuzun kırılması, bazıları ayağımızın kopması, bazıları da kalbimize giden damarların tıkanmasına benzer. Böyle durumlarda yaranın küçüklüğüne bakılmadan hemen müdahale edildiği gibi, günahların arkasından da hemen samimi bir şekilde tövbe yapılmalıdır. Zira tövbe edilmeyen günahlar, tedavi edilmeyen hastalıklara benzemektedir. Nitekim tedavi edilmeyen hastalıklar kalıcı izler bırakır ve bir süre sonra insanın ruhunu sararak, kanser gibi amansız ve çaresiz hale gelebilir. Şu halde küçük de olsa günahlar hafife alınmamalıdır. Bir rivayette “Tövbe edilen hiçbir günahın büyük kalmadığı, ısrarla işlenen hiçbir günahın da küçük olmadığı”5 haber verilmektedir. Günahı imtihan olarak veren Cenab-ı Hak, tövbe imkanını da ihsan ederek, kullarına rahmetinin genişliğini göstermektedir. Peygamberimiz (s.a.v) de “Günahından tövbe eden, günahsız (günah işlememiş) gibidir”6 buyurarak, Cenab-ı Hakkın engin rahmetine işaret etmektedir.
Dipnotlar: 1) Ragıb el-İsfehani, el-Müfredât, s. 83. 2) Tahrim 66/8. 3) Bkz. Tirmizi, Kıyame, 49. 4) İbn Mace, Edeb, 57. 5) Aclunî, Keşfü’-Hafa, II, 508. 6) İbn Mace, Zühd, 31.

Uykuyu Ne Yapmalı?

Uykuyu Ne Yapmalı?

Soru: Kitap ve sünnete uyarak kurtuluş mümkün değil mi ki tarikatlara ihtiyaç oluyor?
İslam tasavvufunun gerçek amacı kitap ve sünneti gerçek manada, can u gönülden yaşamak ve bu yolda nefsimizin tuzaklarını etkisiz hala getirebilmektir. Bu sebeple sufi için seyr-i süluk esnasında üzerinde hassasiyetle durulması gereken en önemli mevzu kitap ve sünnetin ahkamı; yani dinin emir ve yasaklarıdır. Başka bir deyişle, tarikat şeriatın hizmetindedir, onun vazifesi şeriatın eksiksiz yerine getirilmesine yardımcı olmaktır.
Şüphesiz ki bir insan Kitap ve Sünneti kendi başına yaşayabiliyorsa onun için tarikata ihtiyaç yoktur, bu insanlara illa da senin kurtuluşun tasavvuftadır demek doğru değildir. Başka bir deyişle tarikat bir araçtır, amaç değildir, hedefe başka bir yolla ulaşabilen insana illa o metodu bırak buraya gel demek doğru değildir.

Bununla birlikte Kitap ve Sünnetin yaşanmasında ciddi bir eğitim gerektiği de açıktır. Pek çok insan en basit konuda bile nefsinin iğvasından kurtulamamakta, vazifelerini ihmal etmektedir. Zekâtın en ince ayrıntılarını bildiği halde zekât veremeyen Müslümanlar, gıybetten ve haram işlemekten kendini alamayan ilim sahiplerinin sayısı hadislerde de geçtiği üzere hiç te az değildir. Bu sebeple kitap ve sünneti yaşamada zühd ve takva yolu demek olan tasavvufun rolü inkâr edilemez. Geçmişte ve günümüzde yetişen ve kitap ve sünneti en ince detaylarına kadar dikkatle yerine getiren Allah dostları hep bu ocaklardan yetişmiştir. Bu sebeple kitap ve sünneti tasavvuftan birbirinden ayrıymış gibi görmek yanlış bir tutumdur. Bu ikisinin olmadığı bir yerde tasavvuftan da bahsedilemez. Tasavvufa duyulan ihtiyaç sadece bunların daha kolayca yaşanmasından ibarettir.

Soru: Mürid dersinin değişmesi kemalatına da işaret midir?
Mürid manevi seyrinden daima mürşidini haberdar etmeli, virdini çekerken yaşadığı tecrübeleri mürşidi ile paylaşmalıdır. Bu konuda hatırlanması gereken başka bir mesele de bazı sufilerin ders değişme ve geçme hususuna fazlaca önem verirken, tarikatın esas amacı olan Allah’ın sevdiği güzel ahlaklı bir kul olma mevzusunu ihmal etmeleridir. Öyle ki bu kimseler ders geçmeyi tek amaç haline getirerek, manevi terbiyenin amaçladığı pek çok güzel hasleti göz ardı ederler.

Tasavvufi terbiyede aslolan ders değiştirmekten çok halimizi güzelleştirmek, yani kötü hal ve ahlakı, güzel hal ve ahlak ile değiştirmektir. Eğer çekilen virdler bir insanın manevi gelişimine takviye, ahlakının güzelleşmesine vesile olamıyorsa, salik hakiki manada ilerleyememiştir. Dersi değiştikçe salikin şefkati, cömertliği, hizmeti, diğerkâmlığı ve ibadete şevki de artmalıdır. Meseleyi sadece vird ve ders değiştirmek olarak görmek tasavvufun ruhuna uygun düşmez. Salik derslerini vaktinde ve dikkatlice ifa ederken, bunların içinde derc edilmiş olan ahlaki kemalatı da elde etmeye çalışmalıdır.

Soru: Manevi virdimi yerine getirirken kısa bir süre sonra çok uykum geliyor, ne yapmalıyım?
Maneviyat büyükleri seher vakti derslerine hazırlığın gündüzden başlamasını tavsiye etmektedirler. Buna göre gün boyu her türlü yanlış işten kaçınılmalı, yemekler fazla ağır yenmemelidir. Yatsı namazını edadan sonra herkes kendi durumuna göre uykusunu tam alabileceği bir vakitte istirahate çekilmelidir. Geç bir vakitte yatılınca, insanın seher vakti ibadete kalkabilmesi son derece güç olacaktır. Bunlara rağmen hala manevi dersler yerine getirilirken uyku basarsa abdest tazelemek, evde biraz dolaşmak, odayı aydınlatmak gibi uygulamalarla uyku giderilmeye çalışılabilir.

Soru: Bir Müslüman bir manevi yola girmeden kendi kendine zikir çekebilir mi? Zikir telkini ancak bu işle görevlendirilmiş kimselerden mi alınır?
Şüphesiz ki Kur’an ve Sünnette tavsiye edilen her tür zikri çekmek son derece faydalıdır ve zikredene büyük ecirler kazandırır. Bu zikirler kimsenin tekelinde değildir. Hatta bir insanın ayağı taşa takılsa da Allah dese bundan da ecir alır. Bununla birlikte ibadetten sevap almak ile ona devam neticesinde manen gelişmek arasında çok fark vardır.

Bir misalle konuyu açmak gerekirse bugün bin çeşit diyet listesi ortalıkta dolaşmaktadır, şüphesiz bunların pek çoğu sağlığa faydalı şeylerdir ama bunların kime ne oranda faydalı olacağına ancak doktor karar verebilir. Bundan dolayı zikir telkinini, belirli manevi mertebelerden geçmiş maneviyat rehberlerinin vazifelendirdiği birinden almak insanın manevi gelişimi açısından elzemdir. Aslında bu kural sadece maneviyat sahasında değil, maddi sahada da değişmez. Bugün pek çok insan sokaklarda futbol oynamaktadır ama bu konuda en iyi olanlar ciddi bir futbol kulübüne girip, usta futbolcuların gözetiminde eğitim alanlardır.

Bu konuda başka bir tehlike de zikirleri tek başına çeken kimselerin bazı yanlışlıklara düşebilmesidir. Çünkü zikirler farklı faydaları ve neticeleri olan ilaçlar gibidir. Ehil olmayan kimse kalbe ilaç olacak zikrin çeşidini seçerken yanılabilir veya uygulamada yanlışlık yapabilir, sırayı karıştırabilir, şeytan müdahale ederek zikir edebini çiğnetebilir, safiyetini bozabilir, hedefini değiştirebilir. Bu sebeple gerçekten manevi bir gelişim arzu edenler işi ehlinden almalıdır.

Soru: İnsan kendi başına nefs-i mutmainne mertebesine ulaşabilir mi?
Bu tür yüce makamlara ulaşanlar ya bir peygamber ya bir âlim gibi illa bir rehber vasıtası ile bunu başarmıştır. Gerçekten insan ruhu gelgitleri ve fırtınaları çok şiddetli olan ve hakkında çok fazla bilgi sahibi olmadığımız bir varlıktır. İnsan yabancısı olduğu bir şehirde bile rehber olmadan yolunu bulamaz iken, ruh âleminde böyle başıboş gitmek ne kadar doğru olur. Bu sebeple insan ciddi bir manevi terbiyeye girmeden bu tür yüce makamları -Allah’ın özel ihsanları hariç- elde edemez.

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...