8 Ağustos 2009 Cumartesi

Suretten Hakikate

........Suretten Hakikate
“Ameller, dış görünüş itibariyle kuru bir şekilden/suretten ibarettir; onları canlandıran ruh ise ihlâs sırrıdır.” İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-

Ölümü ve hayatı en güzel bir hayat tarzı ortaya koyabilmemiz için yaratan Yüce Mevlâ, kabuktan ibaret amel ve davranışlarımıza itibar etmemekte ve hatta bu nevi amellerimizin bizi O’na yaklaştırmaktan ziyade, gazabına götüreceğine işâret etmektedir. Bir ömür boyu yapageldiğimiz ibadet, taat ve amellerimizin, ahiret sermayesi adına ilâhî terazide bir değer ifade etmemesi, ne büyük bir iflastır. Bu gerçekten yola çıkan basiret ve firâset ehli Hak dostları, insanın en önemli çabasının “ihlâsa ermek ve bu sayede niyetleri tashih etmek” olması gerektiği üzerinde ısrarla durmuşlardır.

İhlâs; Allah ile olan münasebetlerimizde ya da O’nun adına ortaya koyduğumuz tüm amel ve davranışlarımızda, nefsânî ve dünyevî hiçbir garaz gözetmeden, yalnız O’nun rızasına kilitlenmek ve iki yüzlülükten arınmış bir şekilde sıdk, sadâkât ve samimiyet dolu bir duruş sergileyebilmektir.

Sâlih amel, şu iki şartı taşıyan ameldir. 1. Niyet sahih olacak; yani yalnız Allah’ın rızası gözetilecek (İhlâs). 2. Yapılan amel, Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu zâhirî şartlara uygun olacak. Bu iki şarttan biri eksik olursa, amellerimiz sâlih olmayacak ve nihâyet Hakk’ın dergâhında kabul görmeyecektir.

Niyet, bir kalp ürünüdür. Diğer bir ifadeyle kalp, niyetin doğduğu ana menbadır. Menba, arı duru olmadıkça, oradan billur niyetlerin doğması hayaldir. Bunun için denilmiştir ki: “Kalb selîm olmadan niyet sahih olmaz; niyet sahih olmadan da amel sâlih olmaz”. Kalbin selîm olması, inkâr, şirk, şüphe, kin, haset, kibir ve riyâ gibi manevî hastalıklardan temizlenmesi ve Hakk’a tam teslim olması ile gerçekleşebilecek bir kıvamdır. Böyle bir kıvama erişmek ise ciddi bir manevî mücâhedeye soyunmak demektir. Kültür ve medeniyetimizde buna seyr u sülûk denilmiştir. Tasavvufi terbiyenin varlık sebebi de, kulu ihlâsa ulaştırmak ve bu vesileyle Hakk’ın râzı olacağı bir kalbî sâfiyete eriştirmektir. İmâm-ı Rabbânî’nin tasavvufu tarif ederken kullandığı şu ifade, bu gerçeği açık bir şekilde beyan eder:

“Tasavvuf, sûret-i şeriattan hakikat-i şeriata bir yolculuktur”. Yani Kur’an ve sünnetin, mü’min insandan beklediği, kalbî ve bedenî tüm duygu, inanç ve amellerinde, işin şekil ve sûret boyutunda kalmayıp, onun hakikatine ve özüne doğru bir derinlik kazanmaktır. İnanç esaslarında îkâna (yakînî bir inanca), İslâmın ahkâmını icrâda, ihlâs ve ihsana, duygu ve tefekkür dünyasında, Hak ve hakikate bütün benliğiyle odaklanmaya ve nihâyet her türlü hamlıktan kurtulup kemâle erişmektir.

İmâm-ı Rabbânî –kuddise sirruh- Hazretlerinin “Kalp itmi’nâna ermediği sürece, ameller suretâ ameldir, kılınan namaz sûretâ namazdır, tutulan oruç sûretâ bir oruçtur” ifâdesi, niyetteki zafiyete ve ihlâs yokluğuna dikkat çekmek içindir. Yoksa bu amellerin hiçbir kıymeti yoktur anlamında değildir. Rahmeti her şeyi kuşatmış olan Rabbimiz, henüz istenilen kaliteye erişememiş amellerimize de belli ölçüde değer atfetmekte ve en azından üzerimizdeki borç düşmüş olmaktadır. Ancak bu amellerimizle Hakk’a kurbiyyet ve O’nun rızasına erme bahtiyarlığını elde etmek mümkün değildir. İhlâsa ermek ya da erdirilmek için, gönül iklimimizde Rabbimizden ihlâsa erdirilme talebimizin daimî bir duâ halinde terennümü zaruridir.

İhlâs, her kulun ubudiyetteki derecesi nispetinde farklılık gösterir. Âbid ve ebrârın ihlâsı, gizli açık her çeşit riyâdan/gösterişten arınmak ve nefsin hevâsına uymaktan uzak kalabilmektir. Bu zümrenin ibadet ve amellerindeki niyetleri, vaad olunan ecir ve sevaba erişmek ve azab-ı ilâhîden ve kötü âkıbetten korunmaktır. Bu makamdaki kullar, halk için ibâdet ve amelde bulunmasalar bile, nefislerinde bir varlık görmekten ve ibâdetlerine itimad etmekten henüz kurtulamamışlardır.

Aşk ve muhabbet ehlinin ihlâsına gelince, bu makamda bulunanlar, ibâdet ve taatlerinde ecir ve sevap talebi ya da azap korkusu endişesi olmaksızın, yalnız Hakk’a tazim ve şân-ı ulûhiyetin azamet ve yüceliğini gayelerin gayesi haline getirmişlerdir. Ancak ihlâsın bu mertebesinde de amelleri henüz kendi nefislerine nispet etme kokusu mevcuttur. Râbia-i Adaviyye’nin münâcâtında yer alan “Rabbim, ben sana celâlinin tecellisi olan Cehennem korkusundan ya da cemâlinin tecellisi Cennet arzusundan ibâdet etmedim” ifâdeleri, bu makamdaki ihlâs nişânıdır.

İhlâsın üçüncü derecesi ise âriflerin ve mukarrebînin ihlâsıdır ki bu makamda bulunanların ihlâsı, ibâdetlerinde ve her çeşit hal ve hareketlerinde, kendilerinde hiçbir güç, kuvvet ve varlık görmeksizin, tüm hallerinde yalnız vâcibu’l vücûd olan Rabbü’l-âlemîni müşâhede etmeleri ve kendilerine ait herhangi bir gayeyi hedef haline getirmemeleridir.

Aşk ve muhabbet ehlinin ibâdeti Allah için; âriflerin ibâdeti ise Allah iledir. Amellerin Allah için yapılması, sevap kazandırırken; amellerin Allah ile olması Hakk’a kurbiyete bir vesiledir. Allah için amel işlemek, ibâdetin hakikatine eriştirirken, Allah ile amel işlemek irâdeyi sıhhatli hale getirir. Allah için amel işlemek, âbidlerin bir vasfı iken, Allah ile amel işlemek Hakk’ı murâd edenlerin bir vasfıdır.

Bazı meşâyıh “Ameli ihlâs ile, ihlâsı da her türlü varlık emaresinden yani benliğe nispet edilen her çeşit güç ve kudret vehminden kurtararak sıhhate kavuşturmak (tashih etmek) gerekir”, demişlerdir.1

İhlâsın mertebesi, marifet-i nefs (kendini tanıma) ve marifetullah (Allah’ı tanıma) derecesiyle mütenâsiptir. Muhammed Es’ad Erbili’nin “Oldunsa vakıf aczine ednâ amel2 bir dağ olur” mısrasında da ifade ettiği gibi, hiçliğini idrak edip kendini aradan çıkaran âriflerin zâhiren az gibi görülen amelleri, Hak katında çok yüce bir değere sahiptir. Nitekim Allah Rasûlü –sallallahu aleyhi ve selem-:

“Dinî hayatında ihlâslı ol, az amel sana yeter.”3 buyurmuştur..

İhlâs, sahibini koruyan, bereketlendiren, ebedî olanla buluşturan bir sırra sahiptir ki, Yüce Rabbin has kullarına çok özel bir ikramıdır. İhlâslı olmaya çalışmakla birlikte, bu çalışmanın esasının da ihlâsa erdirilmeyi istemek olduğunu unutmamalı ve bu nimete eriştirmesi için sürekli dua ve tazarruya sarılmalıdır. Rabbimize kabuktan ve şekilden ibaret ameller sunmaktan hayâ etmeli ve onları ihlâs ruhuyla hayat bulmuş ahsen4 bir surette arzetmenin edebine sarılmaldır.

Dipnotlar: 1) Bkz. Muhammed b. İbrahim b. Abbâd en-Nefzî, Ğaysü’l-mevâhibi’l-aliyye fî şerh-i’l-hikemi’l-atâiyye, I, 39-40; Kastamonulu Hafız Ahmed Mâhir, El-Muhkem fî şerhi’l-hikem, 25-26. 2) Ednâ amel: En aşağı derecede görülen amel demektir. 3) el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/342; ed-Deylemî, el-Müsned 1/435. 4) Ahsen: ibadet ve amellerimizi Allah’ı görüyormuşçasına bir şuurla en güzel bir şekilde ilahi huzura takdim etmek.

Hiç yorum yok:

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...