7 Kasım 2009 Cumartesi

Tasavvuf

........
Soru: Nakşîlikteki vukuf-i adedî, zikri belli sayıda yapmak manasına mı gelir?
Nakşîliğin önemli esaslarından biri olan Vukuf-i adedî, zikirde mürşidin tespit ettiği sayıya dikkat etmek, ölçüyü korumak, usule uymak, gerçek hedefe yönelmek ve böylece kalbi uyandırıp, Allah Teâlâ ile huzura ulaşmak manasına gelir. Zikir esnasında Hakk’ın farkında olmayı, zikri belli bir disiplin içinde yerine getirmeyi ifade eder. Yani salik zikir ve evrat konusunda tutarlı olmalı, kendine verilen virdi keyfince bazı günler az bazı günler çok yapmak yerine kendine verilen sayıya riayet etmelidir. Tasavvufi derslerde asıl olan manevi vazifeyi, tarif edilen zamanda ve sayıda yerine getirmektir. Bu tür sayı ile sınırlı zikirlerin sünnette de örnekleri vardır. Peygamber Efendimiz bize genel manada zikir çekmemizi tavsiye etmekle birlikte, belli zamanlarda sayı ile sınırlı zikirleri de sünnet kılmıştır. Mesela, namazlardan sonra otuz üçer kere yapılan “Subhanallah, Elhamdülillah, Allahu ekber” tesbihatları buna örnektir.
Nakşîlik, insan hayatını disiplin altına almayı ve dinî veya dünyevî her işi, kişinin farkında olarak yapmasını sağlamayı hedefler. Bu sebeple Vukuf-u Adedî, mücerret sayı saymak değil; sayı çerçevesinde kalbî zikri derinleştirmektir . Hoca Alâeddin Attar Hazretleri:
“Gayemiz, kemiyette çok zikir değil, keyfiyette çok zikirdir. Yani şuurlu, huzurlu ve düzenli bir zikir. Kemiyet ne kadar fazla olursa olsun, eseri has olmayınca boşuna yorgunluk demektir.” der. Disipline edilmemiş manevi hayatın yarardan çok zarar getireceği açıktır. Bu sebeple sufiler ‘vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir’, amaca ulaşamayışımız usule uygun hareket etmeyişimizdendir, derler.
Burada başka bir mesele, Vukûf-i adedî anlayışının, günlük vird dışında salikin hiçbir zikir çekmeyeceği şeklinde bir manasının olmamasıdır. Salik günlük manevi evradını yaptıktan sonraki vakitlerinde elinden geldiğince zikirle meşgul olabilir, bu vakitlerde belli bir sayı yoktur, istediği kadar zikirle iştigal edilebilir. Zaten tarikatların asıl amacı insanın zikr-i daim seviyesine ulaşması, her anını Hakk Teala ile beraber ihsan şuurunda yaşamasıdır. Önemli olan günlük virdi yerli yerince yerine getirmektir.
Soru: Bazı tarikatların salikleri “Bizim ihvana ahirette azap dokunmayacak veya kıyamette şeyhimiz bizi cehennemden kurtaracak” gibi inançlara sahiptirler, bunlar ne ölçüde doğrudur?
Bazı salikler kendi tarikatlarını yüceltmek veya nefislerinin işlediği hataları meşrulaştırmak için “falanca şeyhi gören veya ona tabi olana ateş dokunmaz” gibi iddialarda bulunurlar. Bu tür görüşleri islamî açıdan savunmak mümkün değildir ve bu iddialar ancak şeytanın aldatmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.v) öz kızı Fatıma (r.a) için “Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Ben sana Allah katında bir fayda veremem, sen Allah’tan canını satın almaya bak” demiştir. Yine cennette kendine komşu olma hususunda ısrarcı olan bir sahabesine “Sen de çok secde ederek bu konuda bana yardım et.” buyurmuştur. Yani Hz. Peygamber (s.a.v) bile kimseye amel işlemeden meccanen bir kurtuluş vaat etmemiştir.
Ne var ki bu tür sözler tamamen de manasız değildir, eğer salik kâmil bir mürşide tabi olur ve onun İslâm’ın ölçülerini hatırlatan tavsiyelerini yerine getirirse bu durumda ona ateş dokunmaz. Daha doğrusu salik kendini cehenneme attıracak bir amel yapamaz hale gelir. Çoğunlukla müşahede edilir ki kâmil bir mürşide bağlanan ve günahlarında ısrarcı olmayan müminler de kendilerini koruma hassasiyeti içinde olmuşlardır. Ayrıca bu sahada bazı sufilerin iddiaları ise Allah Teala hakkında bir hüsn-i zan kabilinden kabul edilmelidir. Yoksa salikin hiçbir amel işlemeden bir manevi yola intisap ederek bununla övünmesi, hatta bundan cesaret alarak günahları işleme konusunda cesur olması tamamen nefsin aldatmacasından ibarettir. Maalesef bu tür boş iddialar sadece tarikatlar arasında değil, bazı cemaatler, siyasî partiler veya itikadî mezhepler arasında da görülebilmektedir. Allah Teala böyle boş iddialarda bulunan beni İsrail kavmini şöyle yalanlar: “İsrailoğulları: Sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki (onlara): Siz Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” Hayır! Kim bir kötülük eder de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 2:80-81) bu ayet-i kerime her ne kadar beni İsrail hakkında nazil olmuş ise de, mana itibariyle şüphesiz hepimizi içine alır.
Soru: Risale-i nur sohbetlerine düzenli olarak devam eden biriyim. Böyle iken bir tarikata intisap etmem doğru mudur?
İnsanın farklı manevi kaynaklardan beslenmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Zira farklı cemaatler ayrı birer din olmayıp sadece İslam’ın iyi yaşanmasına zemin hazırlayan birlikteliklerdir. Ayrıca Rasale-i Nur talebeliği ve tasavvuf farklı sahalarda hizmet vermekte olup, her birinin kendine mahsus güzellikleri vardır. Bir salikin nasıl ki Risale-i Nur külliyatını okuması faydalı ise, aynı şekilde bu tür eserleri okuyan insanların da manevi ders alması o kadar faydalıdır.
Bazı çevrelerde sıkça kullanılan “Zamanımız tarikat zamanı değil” sözünü, sadece ferdi kemalatla uğraşmanın yeterli olmadığı şeklinde anlamak gerekir. İslam bütün insanlığa gelmiş bir din olup sadece kendimizi kurtarmaya çalışmak manasına bir tasavvuf anlayışı makbul değildir. Sufilerin ferdi kemalatı öncelemeleri, sosyal görevlerini ihmal etmek için değil onları daha iyi yerine getirmek içindir. Zira belli bir olgunluğa erişmeyen insanlar İslam’a hizmet ederken faydadan çok zarar da getirebilmektedirler.
Soru: Rabıta bir ibadet midir?
Rabıta bir ibadet değildir, insanın gönlünü havatır ve duygulardan temizlemek ve onu huzuru kalp ile ibadete hazırlamak için Nakşilerin geliştirdiği bir metottur, vesiledir. Aslında rabıtaya duyulan ihtiyaç aklın yapısı ile yakından ilgilidir. Nasıl ki kalb hiçbir zaman kan pompalamaktan geri kalmaz, aynı şekilde akıl da hiçbir vakit düşünmeden edemez. İnsan lüzumlu lüzumsuz her tür konuyu düşünür durur ve bundan dolayı da dikkatini uzun süre bir yerde toparlayamaz. Nakşilik bu dağınıklığa engel olmak ve onu kontrol altında tutabilmek için sâlikin kâmil bir şahsa rabıta yapmasını tavsiye etmiştir. Böylece süfli arzu ve eşyaya olan tabii rabıta, ulvî konulara transfer edilmek istenmiştir. Rabıtanın mahiyeti ise daha sonraki sayılarda ele alınacaktır.

Hiç yorum yok:

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...