26 Nisan 2009 Pazar

Kur’ân'ın Eğitimi Işığında Allah Resûlüne İttiba

Kur’ân Âyetleri Işığında Allah Resûlüne İttiba

De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana tabî olun ki, Allah’ta sizi sevsin...”
İttiba’ sözcüğünün anlamını vererek yazımıza başlamak istiyoruz. İzlemek, ardına düşmek, uymak anlamlarına gelen “tebia’ ” kökünden türeyen “ittiba’ ” kelimesi, tabi olmak, ardı sıra gitmek, peşinden yürümek, izlemek manalarını ihtiva eder.1

Allah Teâlâ’nın rızasına tabi olma, peygamberlere, onlara indirilen vahye ve kitaplara uyma, hidayete, hakka ve Kur’ân’a bağlanma, mü’minlerin yolundan gitme gibi İslam dininin temel noktasını teşkil eden ilkeler, “İttiba” kavramı ile ifade edilmiştir. Keza hevâ ve heveslere, şeytana, zalimlere ve müfsitlere tabi olma, zanna ve mü’minlerin yolunun dışında bir yola uyma gibi konular da yine “ittiba” kavramı ile anlatılmıştır.2

Çeşitli âyetlerdeki “Muhammed (s.a.v)’e ve ona indirilen vahye tabi olma” ile ilgili emir ve açıklamalar, konumuzun özünü teşkil etmektedir. Allah Teâlâ, bütün mü’minlerden Peygamber (s.a.v)’e uymalarını, onun yolunda yürümelerini, ona bağlanmalarını ve onu sevmelerini emretmektedir. Allah Teâlâ, O’nun zatını ve uygulamalarını üsve-i hasene (güzel bir numune) kılmıştır. O’nun rehberliği olmadan, Kur’ân’ın anlaşılması mümkün değildir. Zira, Allah Teâlâ O’na sadece Kur’ân’ı duyurma görevini vermemiş, aynı zamanda onu açıklama görevini de vermiştir. Nitekim bir âyet-i kerimede bu görev şöyle açıklanmaktadır: “…İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.”3

Allah Resûlünün açıklamalarına, onun pratik olarak uyguladıklarına “ittiba” etmeden, İslamî hayatın teşekkülü düşünülemez. İslam âlimleri nezdinde dinin birinci temel kaynağının Kur’ân olduğunda şüphe bulunmadığı gibi, sünnetin yani Resûlullah (s.a.v)’in kavlî, fiilî, takrîrî uygulamalarının da ikinci kaynak olduğunda asla tereddüt yoktur. Bu noktada tereddüt edenlerin, itibara alınacak bir delilleri yoktur. Böyle bir yola tevessül edenlerin, kafa karışıklığına yol açacak beyanları, Kur’ân’ın, Allah Resûlüne tabi olma konusundaki emirleri ile çelişmektedir.

Ashabtan Sa’d (r.a), Hz. Âişe’ye “Ey mü’minlerin annesi! Bana Resûlüllah (s.a.v)’in ahlakını anlat” dedi. Hz. Aişe “Sen, Kur’ân okuyorsun değil mi?” deyince Hz. Sa’d “Evet okuyorum” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Âişe ‘İşte Peygamber (s.a.v)’in ahlakı Kur’ân’dı.’dedi.”4 Görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz, Kur’ân’ın canlı örneği idi. Resûl-i Ekrem, Kur’ân’ı ümmetine tebliğ etmekle kalmamış, bizzat onun hükümlerini kendisi uygulayarak onlara rehberlik etmiştir. Bu sebeple hiçbir surette onu aradan çıkararak ve onun sünnetini terk ederek, Kur’ân’ın anlaşılması tasavvur edilemez.

Allah Teâlâ, Resûlüllah (s.a.v)’e tabi olmayı, onu sevmeyi, kendine tabi olma ve sevme derecesine yükseltmiştir. “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…”5

Yukarıdaki âyetin iniş sebebi şöyle anlatılır: Resûlulah (s.a.v), zamanında bir topluluğun “Ey Muhammed! Allah’a yemin ederiz ki, şüphesiz biz Rabbimiz’i (çok)seviyoruz” demeleri üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirmiştir. Bu âyette Allah Teâlâ, Peygamberi Muhammed (s.a.v)’e tabi olmayı, kendi sevgisine bir alâmet kılmıştır.6 Bir başka iniş sebebini Taberî şöyle açıklar ve bu görüşü tercih ettiğini söyler. Necran Hıristiyanları Peygamber (s.a.v)’in ziyaretine gelirler. İsa (a.s) hakkında onu yüceltici sözler söylerler ve bunu da Allah sevgisinden dolayı yaptıklarını bildiriler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirir ve Peygamber (s.a.v)’e Necran Hıristiyanlarına şöyle demesini emreder: “İsa (a.s) hakkındaki sözlerinizi, Ancak Allah Teâlâ’yı yüceltmek ve O’nu sevmek için söylediğinizi iddia ediyorsanız, Muhammed (s. a.v)’e tabi olun.”7
Her iki iniş sebebi de Hz. Muhammed (s.a.v)’e tabi olmanın, onun sünnetine uymanın gerekliliğine işaret etmektedir. Allah Teâlâ’nın sevgisine ve bağışlamasına mahzar olmanın yolu, ancak Peygamber (s.a.v)’in getirdiklerine iman etmekle ve onun sünnetine tabi olmakla mümkündür. Dünya ve âhirette gerçek anlamdaki başarının ve kurtuluşun ancak Peygamber (s.a.v)’e tabi olmakla temin edileceğini Kur’ân şöyle bildirir:

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygamber’e tabi olanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûra (Kur’ân’a) tabi olanlar var ya, kurtuluşa erenler onlardır.”8

Resûl-i Ekrem’in risâletine inanmayan, ona destek olmayan, ona yardım etmeyen, ona tabi olmayan, ona indirilen Kur’ân’ı kabul etmeyen hiçbir kimse kurtuluşa eremez. Bütün Peygamberlere, onlara gönderilen kitap ve sahifelere inanmak, imanın temel esaslarındandır. Peygamber (s.a.v)’in risâletinden sonra kıyamete kadar yaşayacak olan herkesten; bütün Hıristiyanlardan, Yahudilerden ona tabi olmaları ve iman etmeleri istenmiştir. Onun peygamberliğini kabul etmeyen, ona indirilen Kur’ân’ın Allah tarafından gönderildiğine inanmayan hiçbir kimse mü’min sayılmaz. Yukarıdaki âyet bu gerçeği gayet veciz bir şekilde açıklamaktadır. Bir sonraki âyette de bu durum teyit edilerek şöyle buyurulur:

“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve ümmi peygamber olan Resûlüne iman edin. O, Allah’a ve O’nun kelimelerine iman getirendir. Ona tabi olun ki hidayete eresiniz.” 9

Bu âyet, Hz. Muhammed (s.a.v)’in cihanşümul bir Peygamber olduğunu açıklamaktadır. Peygamber Efendimiz, diğer peygamberler gibi, yalnız kendi kavimlerine, belirli bir bölgeye gönderilen bir peygamber değildir. O, bütün insanlara ve cinlere gönderilmiş bir peygamberdir. O’nun tebliğ ettiği ilâhî hükümler, sadece bir milletin, bir kavmin, bir topluluğun kurtuluşuna değil, bütün insanların saadetine vesiledir. Bu sebeple, ona tabi olanlar ve onun peygamberliğine candan inanalar, rahmet ve kurtuluşa erecek ve hidayet dairesinin içerisine girebileceklerdir.

Mü’minin bütün sevgisi, Allah için, Allah yolunda ve Allah’ın rızasını kazanmak uğrunda olur. Allah’ın dini de tevhid ve İslam olduğundan, sevgi hep bu çerçevede dolaşır, durur. İtaat ve ibadet için gösterdiği iradede, ancak bu din hakim olur. O halde Allah’ı sevenler, “Ben özümü Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da öyle”10 diyen ve bu dini tebliğ eden Resûlulah’a karşı gelmemeli, onun gibi ihlas ve samimiyetle “Ben özümü Allah’a teslim ettim” demeli, dini hayatta Hz. Peygamber (s.a.v)’e, onun tebliğine uymalı ve onu örnek almalıdır. Bunun zıddı, “Ben Allah’ı severim, ama emrini dinlemem, O’nun sevdiğini sevmem, O’nu sevenleri, O’nun yolunu gösterenleri, O’nun seçip gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem” demektir. Allah Resûlüne uymak istememek “Ben özümü Allah’a teslim ettim” dememek ve bu düstur ile hareket etmemektir. Bu da Allah’ı sevmemek ve rahmetinden mahrum kalmaktır.

Peygamber (s.a.v)’e uymanın gerekliliği, onun sırf Allah’ın Resûlü, görevlendirdiği peygamberi, dinin tebliğcisi, hidâyetinin ve emirlerinin bildiricisi ve habercisi olduğundan dolayıdır. Allah Teâlâ’nın elçisine itaat etmekten kaçınanlar, Allah’a ibadet ve taattan kaçınan kâfirlerdir. Allah da kâfirleri sevmez ve küfrün hiçbir çeşidine razı olmaz.11

Allah Resûlüne tabi olmak ve onu sevmek, Allah’a itaat etmek ve Allah’ı sevmektir. Zira Peygamber (s.a.v), Allah’ın elçisidir. O’nun adına tebliğini yapar, O’nun emir ve yasaklarını açıklar, uygular ve bu anlamda ümmetine örnek olur. Allah Resûlüne itaat, doğrudan doğruya Allah’a itaattir. Hz. Peygambere tabi olmak ve ona itaat etmek, elçiyi gönderene itaat etmek anlamındadır. Bu bakımdan, Resûlullah (s.a.v)’e ittiba farzdır.

Dipnotlar: 1) İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1999, II, 13-15, (tebia’ maddesi); Osman Develliogğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1978, I, 564. 2) Muhammed Fuad Abdulbaki, Mu’cemü’l-Müfehres li elfâzi’l_Kur’ani’l-Kerîm, İstanbul, ts. s. 150-152. 3) Nahl, 16/44. 4) Müslim, Müsâfirûn, 139; Tirmizî, Birr, 69; İbn Mâce, Ahkâm, 14; Ahmed b. Hanbel, VI, 54, 91. 5) Âl-i İmrân, 2/31. 6) Bkz. Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Mısır (Kahire), 1981987, c. III, cz. III, 155; Muhammed eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, Beyrut, 1994, I, 420. 7) Bkz. Taberî, a.g.e., III, 155-156. 8) A’raf, 7/157. 9) A’raf, 7/158. 10) Âl-i İmrân, 3/20. 11) Geniş bilgi için bkz. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Sadeleştirenler, İsmail Karaçam ve Arkadaşları, Almanya, ts. II, 342-344.

Hiç yorum yok:

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...