2 Şubat 2010 Salı

Tasavvuf

........TASAVVUF
Cenâb-ı Hakk'ın, varlığından haberdar ettiği her kul, kendisine hibe edilen îmanı muhafaza etme yolunda büyük çaba ve gayretler ortaya koymuştur. Îmanı muhafaza edememenin, nihayetinde insanı ne elem verici azaplara gark edeceği, her ehl-i îman tarafından bilinmektedir. Rehber-i mutlak, muhbir-i sadık gibi en güzel vasıflarla tezyin edilen nebiler ve rasûller, insanları, doğru yola ulaştırma ve îmanı muhafaza etme hususunda Hakk'ın seçtiği önderler olmuşlardır. Ve yaşadıkları hayatın güzellikleriyle biz mü'minlere nasıl kulluk yapacağımız hususunda yol göstermişlerdir.

Hazreti Allah (c.c.) son peygamber olarak gönderdiği Rasûl-i Kibriya Efendimizi diğer nebi ve rasûllerden farklı olarak bütün insanlığa tek önder ve tek peygamber olarak göndermiştir. Artık, akıl sahibi her ins ve cin, son peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'e îman ile mükelleftir. Cenâb-ı Hakk'ın Mâide sûresinde buyurduğu üzere: "Bugün size dininizi kemale erdirdim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."(1) Ve Âl-i İmran sûresindeki: "Allah yanında tek din İslâm'dır."(2) "... Muhammed (a.s.) Allah'ın Rasûl'ü ve peygamberlerin sonuncusudur."(3) âyet-i celîleleriyle razı ve hoşnut olduğu dinin İslâm; nebi olarak da son peygamber Hz. Muhammed Mustafa olduğunu ilâhî kelâmı olan Kur'ân-ı Mübîn'de ebedî olarak ilân etmiştir.

Rasûl-i Kibriya (s.a.v.) Efendimizden îman telkinini alan o dönemdeki bahtiyar insanlar asr-ı saadet'i yaşamışlardır. Allah-ü Azîmüşşan'a yapılabilecek kulluğun en güzel örneklerini Peygamber Efendimizle birlikte yaşamışlardır. Onların, İslâm dinini yaşamadaki gayretlerinin ve ulaştıkları derecenin önemini belirtmek için Hz. Peygamber (s.a.v.): "Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz."(4) buyurmuştur.

Rasul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) döneminde O'na inanıp yine O'nun güzel ahlâkıyla bezenen salih insanlar yeryüzünde yaşamalarına rağmen Hakk katındaki kıymetlerinin izharı için gökteki yıldızlara teşmil edilip, bu yüksek kıymeti kazanmışlarsa, kıyamete değin yaşayacak olan bütün insanlık, risaleti kıyamete dek geçerli olan Hz. Muhammed Mustafa'nın yoluna ihlâsla tutundukları taktirde de aynı güzellikleri idrak edeceklerdir.

İşte, kendisinden sonra istikametin nasıl muhafaza edileceğini ahlâkı Kur'ân olan Allah'ın Nebi'si (s.a.v.) ümmetine şu nur sözleriyle ışık tutmuştur:

"Size iki şey bırakıyorum. Ben'den sonra o iki şeye sımsıkı sarıldığınız müddetçe delalete düşmezsiniz: Allah'ın kitabı (Kur'an) ve Rasûl'ünün sünneti."(5) Diğer bir rivayette ise şöyle buyurur:
"Size iki şey bırakıyorum. Ben'den sonra o iki şeye sımsıkı sarıldığınız müddetçe delalete düşmezsiniz: Allah'ın kitabı (Kur'an) ve Ehl-i Beyt'im."(6)

Ancak, her beşer gibi ebedî âleme irtihal eyleyen Efendimiz (a.s.) son zamanlarında, ümmetinin bir kısmının kendisinden sonra, yukarıda işaret edilen kurtuluş reçetesine uymayacağını ve böylece istikameti muhafaza edemeyecek insanların çıkacağı gerçeğini peygamberî metotla bildirmiş ve bu fitne tufanından kurtulanları, "Ancak Benim ve reşit halifelerimin yoluna tabi olanlar"(7) diye tabir etmiştir. Bu ve buna benzer bir çok hadis-i şerifte ümmetin itaat hususundaki düşeceği fitneleri haber vermektedir.

Hz. Ebû Bekir (r.a.) efendimizin hilafeti döneminde zekatı inkar eden bir grubun çıkması, Hz. Ömer (r.a.)'in şehit edilmesiyle fitne kapısının kırılması, Rasûlullah (s.a.v.)'in damatları olan Hz. Osman, Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve daha bir çok Peygamber neslinin şehit edilmesi, haber verilen fitnelerin en bariz örneklerindendir.

Efendimiz (s.a.v.)'den sonra fitnelerin çoğalması, münafıkların artması, fetihler aracılığıyla genişleyen İslâm coğrafyasında farklı din ve kültürlerden insanların Müslüman olmasıyla o eski din ve kültürlere ait bozuk inanç, ibadet ve ahlâk düsturlarını beraberlerinde getirmeleri gibi çeşitli sebeplerden dolayı dinde îmanî, amelî ve ahlâkî sapmalar görülmüştür.

Yukarıda sayılan sebepler neticesinde İslâm'ın doğru anlaşılıp yaşanması için o devirden itibaren İslâm âlimleri bu duruma çözüm arayışlarına girişmişlerdir. Kimileri kendisini hadis ilmine verirken, kimileri akaitte, kimileri de tefsirde derinleşmiştir. Bunlar yanısıra, İslâm'ın genel olarak bütün yönlerini ihtiva edecek eserler bırakmakla birlikte dinin doğru yaşanması için İmam-ı A'zam Ebû Hanife Hazretleri gibi fıkıh alanında ihtisaslaşan, talebeler yetiştiren büyük önderler yetişir.

Malumdur ki bilmekle; bildiklerimizi hayata geçirmek ve bilgilerimiz doğrultusunda kalben yakınlık kazanmak farklı şeylerdir. Yani insan bir şeyin yanlış olduğunu bilebilir; ancak bu bilgisi onu o yanlışı yapmaktan tamamıyla alıkoyamaz. O yanlıştan uzak kalabilmesi için kişi ciddi bir kalp ayıklığı ve kuvvetine sahip olması gerekir. Kısacası kullukta ihlâsı, ihsanı yakalamak bütün yönleriyle çok bilmeye bağlı değildir. Bunun için hem içte hem de dışta ahlâken ciddi bir muhasebe ve tezkiye gerekmektedir. İşte nasıl ki Efendimiz (a.s.)'dan sonra itikatta ve ameldeki bozuklukların ihyası için itikat ve amelde imamlarımız yetişmiş ve mezhepler oluşmuşsa, ahlâkî hususlardaki sapmaları ihyası için de, doğru bir itikat ve sağlam bir amelî yaşayışın üstüne bina edilen, insanları, Efendimiz (s.a.v)'in ahlâkı yani Kur'an ahlâkı üzere yaşama, Allah'ı görürcesine kulluk yapma hususunda, ilhamını Kur'an ve sünnetten alarak kendisine has metotlarla irşat eden ahlâk önderleri, yani tasavvuf imamları yetişmiştir.

Bir nebze değinmeye çalıştığımız üzere işte bu irfan sahibi büyük şahsiyetler yani Allah dostları, kendileri gibi nice büyük insanları yetiştirmiş ve günümüze değin bu nefis ve ruh (insan) eğitimini devam ettirmişlerdir.

Doğru bilgilerin ortaya konması ve bu bilgiyi ileriki nesillere taşıyan eserler ve şahsiyetlerin yetişmesiyle bir bakıma da itikadî ve amelî boyuttaki aydınlanmaya kifayet etmektedir; ancak ruhî disiplinin kazanılması, terbiye metotlarını eserlere yazmakla veya sadece doğru bilgileri okumakla oluşmaz. Yani kişi doğru bilgileri bulduktan sonra onu yapabilecek kuvvete sahip olabilmesi gerekir. Üzerinde şeytanın ve nefsin kuvveti galebe gelmiş olmamalıdır. İşte bunun için hoca talebe, mürit mürşit ilişkisi şarttır. Salih insanlarla birlikte hayat sürmek ve onların manevî kuvvetlerinden istifade etmek gerekir. Kısacası görerek ve her bir adımda bire bir yaşayarak yetişmek gerekir.

İnsanların amellerinin Rasûlullah (s.a.v.) Efendimize uyması gerektiği gibi iç âlemlerinin de Efendimiz (s.a.v.)'e mutabık hale gelmesi ve bu hususta çaba sarf edilmesi gerekir. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz: "Allah, içinde zerrey-i miskal riya bulunan ameli kabul etmez."(8) buyurmuştur. Diğer bir hadisi şerifte ise: "Şirk benim ümmetimde karanlık gecelerde mermer taş üzerinde yürüyen karıncanın izinden daha gizlidir..."(9) buyrulmaktadır. Buradan hareketle biz riyanın kalpten temizlenmesi gereken bir haslet olduğunu, içinde zerre miktarı riya kokusu olan bir amelin Hak tarafından kabul görmeyeceğini anlamaktayız. Diğer hadis-i şerifte ise şirkin ne denli gizli bir şekilde insanın gönlünde bulunabileceği rahatlıkla anlaşılmaktadır; ancak bizler bu hadislerin muhatabı mıyız? Yani bizde bu denli gizli hastalıklar var mı, yok mu? Temizlenmesi mecbur olan bu hastalığın varlığından nasıl haberdar olabiliriz? Şayet var olduğunu anlarsak acaba onu nasıl temizleyebilir ve bir daha gelmemesi için onun yollarını nasıl kaparız? İşte bu soruların cevabını satırlarda bulmak bir yana, şahs-i maneviyemizde matlup olunan nezafetin elde edilmesi ve nefislerdeki duruluğun amellerimize ve ahlâkımıza yansıması ve nihayette de îmanlarımızın kemal bulmasının ferdi gayretlerle başarılamadığı isbata ihtiyaç duymayan bir hakîkâttir. Hatta kendi kendine gayret sarfedip de nefis tezkiyesinin labirentinde bunalıma giren bir çok samimi insan bulunmaktadır.

Bu durumu şöyle misallendirebiliriz: Hastalığının uzmanı olan bir tabibe başvurmaksızın, Tıp eserlerini okuyarak kendi kendini tedavi etmeye çalışan hasta gibi bu kişinin kendi hastalığını teşhis etmesi ve tedavi için doğru reçeteyi yazması ne derece mümkündür veya bu yola kaç kişi başvurur?

İşte bu noktada kalp doktorları olan mürşid-i kâmiller devreye girmektedirler. Onlar bu yollardan geçmiş olup, Allah'ın kullarının ellerinden tutarlar. Bu yollardaki tehlikeleri ikaz edip manevî kuvvet ve müridin derdine uygun devayı sohbet ve telkin edeceği zikirle onların bu hasletlerden kurtulmalarına vesile olurlar. İlaçları doktorlar yazar, hastalar içer; ancak şifayı Allah verir. İşte bu noktanın da gözden kaçırılmaması gerekir. Mürşid-i Kâmillerin amacı insanların içini ve dışını rızaya mashar hâle getirmektir. Zira Allah Teâlâ kendilerine büyük ihsanda bulunmuştur. Bu nimetin şükrü ise Allah'ın kullarına bu hususta faydalı olmaktır. Bir çok sıkıntıya rağmen irşat yollarının bu günlere ulaşmasının nedeni Allah Dostlarının işte bu şükrü gereğince yerine getirebilmek için ortaya koydukları büyük gayretlerdir.

Mürşid-i Kâmiller bâtın ulemasıdırlar. Onların bütün gayreti, kulları itaate çağırmak, onları Allah'a sevdirmek, yaradılış gayesine uygun bir yaşam sürmelerini sağlamaktır. Onlar Allah'ın muratlarıdır. Rasûlullah (s.a.v.)'den sonra nübüvvet kesildiği için irşat ve tebliğ vazifesini Rasûlullah (s.a.v.)'in zâhir ve bâtında hakîkî varisleri olan Mürşitler idâme ettirmektedirler. Bu bağlamda Mürşitler Peygamberlerin varisleridirler. Mürşid-i Kâmil her türlü hal ve hareketi kitap ve sünnete uyan şahıs demektir. Hal ve hareketi şeriate uymayanlar ise şeyh değil Müteşeyyihtirler. Şunu da belirtmek gerekir ki; nasıl ki tarih boyunca yalancı peygamberler ortaya çıkmışsa, ehil olmayan şeyhler de olacaktır. Olması kaçınılmazdır; fakat hakkı olmadığı halde şeyhlik, mürşitlik iddiasında bulunanlar nasıl ki büyük bir yanlış içerisindelerse, yapılan yanlışı bütün Turuk-u Aliyye'ye umumileştirmek de yanlıştır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ümmetini bu hususta şu hadis-i kutsî ile uyarmış ve: "Kim Benim dostumdan birine düşmanlık ederse, ona harb ilan ederim."(10) buyurmuştur.

Ez cümle tasavvuf, kökleri asr-ı saadette dalları da bu zamana uzanan bir ağaç gibidir. O ağacın dallarına tutunan kişiyi asr-ı saadet yaşantısına çeker götürür. Çünkü tasavvuf İslâm'ı bütün kemalâtıyla birlikte yaşamaktan başka bir şey değildir. Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde: "Mü'minlerin îman bakımından en mükemmeli ahlâkı en güzel olanıdır."(11) buyurmuştur. Buradan da anlaşılmaktadır ki tasavvufun bütün gayreti Allah'a iyi bir kul olmanın en önemli düsturu olan îmanı kurtarmak ve muhafaza etmek, amellerin makbuliyetini sağlamak, ahlâkları güzelleştirmek ve îmanı kuvvetlendirmektir.

Kaynakça:
1. el-Mâide, 5/3.
2. Âl-i İmran, 3/19.
3. el-Ahzâb, 33/40.
4. Beyhakî ; Feyzu'l-Kadîr 4/ 76 ; İbnu Abdi'l-Berr, Câmi'u'l-İlm'de kaydetmiştir ; Benzer bir rivayet içib kkz. Müslim Fedâilü's-sahabe 207.
5. Muvatta, Kader 3.
6. Hz. Câbir (r.a.)'den, İbn-i Ebî Şeybe.
7. Tirmizî, İlim 16.
8. Müslim, İman, 147.
9. Ebû Nuaym, Hilye 9/253.
10. Buhârî, Kitabü'l-İst'zân.
11. Tirmizî, Radâ' 11 ; Ebû Dâvûd, Sünne 15.

Hiç yorum yok:

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...