İNSAN, eskiden beri, bedende kendini gösteren maddî unsuru ile, ruhta kendini
gösteren manevî unsuru üzerinde durmuştur. Ona hayat veren bu ruhla, hayat ve
ölüm arasında irtibat kurmuştur. Binaenaleyh, rûh, nefs olarak anlaşılmıştır.
Zira, rûh olmadan hiçbir nefsin varlığı mümkün değildir.
Filozoflar ve mütefekkirler eskiden beri ruhun mahiyeti ile meşgul
olmuşlardır. Onların yazılarında, rûh ile nefsi birbirinden ayırdıkları pek
görülmez. Onlar, ruhu zikredip, onunla nefsi kasdettikleri gibi, nefsi zikredip
onunla ruhu kasdederler. Ruhun tezahürlerinden, onun hayatın sırrı olduğunu,
bedenden ayrılınca cesedin bozulduğunu bilmelerine rağmen onun künhüne vakıf
olamamışlardır.
Lâkin, ruhun hayatın sırrı olması çoğu filozofu, onun ölmesinin ve yok
olmasının mümkün olmadığını söylemeye sevketmiştir; çünkü kendisiyle hayat
meydana gelen şeyin yok olmaması ve ölmemesi gerekir.
Arapçada "rûh, nefislerin hayatının dayandığı unsuru ifade eder. Nefs ise,
madde ve mânâsı ile insanın zâtına denir. Ayrıca insanın manevî unsuruna da bu
ad verilir. Bazen de nefs, rûh anlamına gelir."
Günlük konuşmalarda, nefs ile rûh kelimeleri birbirlerinin yerine
kullanılmaktadır. Meselâ şöyle denir: "Filanın ruhu şunu istiyor", "ruhu
sıkıldı", "ruhu vesvese veriyor", "ruhu mutmain oldu" "kötü rûh", "ruhu usandı"
vb. Aslında bütün bunlar, ruhla değil, nefisle alâkalı hususlardır.
Kur'ân-ı Kerîm, rûh ile nefsi ayırt eder. Kur'ân’da bu ikisi müteradif olarak
geçmez.3 Ölüm anında cesedden çıkan onun nefsi (canı)'dır, ruhu değil. Melekler,
ölüm anında, günahkârlara şöyle derler;
"(...) Haydi, canlarınızı çıkartın, Allah'a gerçek olmayanı söylemenizden ve
O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azabıyla
cezalandırılacaksınız."(En'âm, 6/93).
Keza, ölümü tadacak olan da nefisdir, rûh değil.
"Her nefis ölümü tadacaktır..." (Âl-i İmrân, 3/185).
Nefis, ölümü tadar, fakat ölmez. Nefsin ölümü tatması, onun bedenden çıkma
yolculuğudur. Nefis, hayat boyunca var olduğu gibi, doğumdan önce de vardır ve
ölümü tattıktan sonra da var olmaya devam edecektir. Nefislerin, sahiplerinin
varlığından önce mevcut oldukları hakkında Allah Teâlâ, doğumdan önce
zürriyetleri babaların bellerinden aldıklarını ve onları Rubûbiyyetine şahit
tuttuğunu bildiriyor ki, hiç kimse, küfrüne, babasının küfrünü sebep olarak
göstermesin.
"Rabb'in, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve 'Ben
sizin Rabb'iniz değil miyim?' diye onları kendilerine şahit tutmuştu. 'Evet,
buna şahidiz!' dediler. Kıyamet gününde 'biz bundan habersizdik!'
demeyesiniz"(A'raf, 7/172).
Bu misâk, nefisler, doğumla cesedlerine henüz büründürülmeden yapılmıştır.
Binaenaleyh, hiç kimse, babasının küfrü sebebiyle inkârını mazur gösteremez. Her
nefsin, Rubûbiyyeti müşahede ettiği müstakil bir yeri vardır. Bununla,
Rubûbiyyetin hakikati hepimizin fıtratında karar kılmıştır.
Diğer tarafta, rûh, vesvese vermez, iştahı kabarmaz, hevası olmaz, sıkılmaz,
usanmaz, azab görmez; düşüklüğe ve değişikliğe mâruz kalmaz. Bütün bunlar ruhun
değil nefsin hususiyetleridir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu durum açıkça
gösterilmiştir.
"Nefsi, onu kardeşini öldürmeye teşvik etti, o da onu öldürdü, ziyana
uğrayanlardan oldu"(Maide, 5/30).
"Yemin olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını
biliriz, çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız"(Kâf, 50/16).
"Nefse ve onu biçimlendirene, ona isyanını ve takvasını ilham edene kasem
olsun."(Şems, 91/7-8).
"Gömleğinin üstünde yalan kan getirdiler. (Yakub): 'Herhalde, dedi,
nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürükledi. Artık tek çarem güzelce
sabretmektir."(Yûsuf, 12/18).
".. Bütün genişliği ile beraber dünya başlarına dar gelmiş ve nefisleri
sıkıldıkça sıkılmış ve Allah'tan, yine kendisine sığınmaktan başka çare
olmadığını anlamışlardı." (Tevbe, 9/118).
"Nefsini sefih/aşağılık yapandan başka, kim İbrahim dinînden yüz
çevirir?"(Bakara, 2/130).
"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir" (Haşr,
59/8).
"Nefisler cimriliğe hazır duruma getirilmiştir"'(Nisa, 4/128). Nefislerin
mayasında cimrilik vardır. "Nefis daima kötülüğü emredicidir"(Yûsuf, 12/53).
Görüldüğü gibi Kur'ân'da nefis, cimrilik, vesvese, fücur, emmâre gibi nahoş
sıfatlarla ittihâm olunmakladır. Yine, Kur'ân'da nefse, terakki edip, yücelme
payeleri de verilmektedir. Nefsin tezkiye ve temizlenme imkânı da vardır.
Nitekim levvâme, mülheme, mutmainne, râdiye ve mardiyye diye de tavsif olunmakta
bizzat ilâhî hitaba mülâki olmaktadır:
"Ey huzura eren nefis, razı edici ve razı edilmiş olarak Rabb'ine dön! İyi
kullarım arasına gir! Cennetime gir" (Fecr, 89/27-30).
Rûh ise, Kur'ân-ı Kerîm'de daima, yüksek derecede takdis, tenzih ve teşrif
ile zikrolunmaktadır. Ona, azab, hevâ, şehvet, ihtiras veya kirlenme ve
temizlenme yahut düşme ve yükselme, usanma ve sıkılma isnad edilmez. Keza, ruhun
cesedden çıkacağı veya ölümü tadacağı da zikrolunmaz. Hatta rûh, insana da
nisbet olunmaz, daima Allah'a nisbet edilir.
Hz. Meryem'den bahsolunmaktadır: "Biz de ruhumuzu ona gönderdik. Ona düzgün
bir insan suretinde göründü" (Meryem, 19/17).
Hz. Âdem’den bahsolunmaktadır: "Bir zaman Rabb'in meleklere demişti ki: 'Ben
kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir insan yaratacağım! Onu düzenlediğim ve
ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın" (Hicr, 15/28-29).
Görüldüğü gibi burada, "rûh" Allah'a nisbet olunmakta, Âdem'e değil.
Cenâb-ı Hak, ruhu daima kendi zâtına nisbet eder. "(...) Allah onların
kalblerine îmân yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir"(Mücadele,
58/22).
Kur'ân'ın Hz. Peygamber (asm)'a nazil oluşundan bahsolunmaktadır:
"O dereceleri yükselten; Arş'ın Sahibi, buluşma gününe karşı uyarmak için,
emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir" (Mü'min, 40/15). "İşte sana
da böyle emrimizden bir rûh vahyettik"(Şûrâ, 42/52). Buradaki rûhdan maksat,
ilâhî kelime, vahy yani Kur'ân'dır.4
Rûh, daima Allah'a nisbet edilir ve daima Allah'tan yine Allah'a
harekettedir; insanî ahvâl ve beşerî sıfatlar ona arız olmaz. Binaenaleyh,
şehvet, hevâ, şevk ve azab mahalli de olmaz. Onun için rûh, sadece âlî
sıfatlarla tavsif olunur.
Kur'ân, Cibril için, O, Rûhu'1-Kuds ve Rûhu'l-Emîn'dir, der5. İsâ (asm) için:
"Allah'ın Resulü, O'nun Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir rûhdur" der.6
Allah'tan bir rûh'dur.
Nefs ise, daima sahibine nisbet edilir: "Sana gelen her iyilik Allah' tandır,
sana gelen her kötülük nefsindendir." (Nisa, 4/79).
"Hidayete eren kendi nefsi için hidayete erer."(İsrâ, 17/15).
".. nefisleri sıkıldıkça sıkılmış"(Tevbe, 9/118).
"Ben nefsimi temize çıkartmam"(Yûsuf, 12/53).
"Nefsim bana böyle yapmayı hoş gösterdi" (Tâhâ, 20/ 96).
"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir" (Haşr,
59/8).
Ancak nefs, Allah Teâlâ'ya nisbet olunduğu takdirde bu, Zât-ı İlâhiyedir.
"Allah sizi kendi zâtından (nefs) sakındırır"(Âl-i İmrân. 3/28).
Bu, hiçbir benzeri olmayan Allah Teâlâ'dır; insan O'nun için hiçbir benzer
tasavvur edemez. Onun için İlâhî Nefsi, kendi nefislerimizle mukayese etmemiz
mümkün değildir. İlâhî Nefis tamamen gaybî bir husustur. Hz İsâ, kıyamet gününde
Rabbı'na şöyle diyecek: "...Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin
nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız Sensin, Sen!"(Mâide,
5/116).
İlâhî nefs, beşerî nefse sadece lafız olarak benzer, yoksa o tamamen
farklıdır.
"O'na benzer hiçbir şey yoktur" (Şûra, 42/11).
"Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır" (İhlâs, 112/4).
O halde, burada bir dizi sual akla gelmektedir:
Bizim ruhtan nasibimiz nedir?
Bizim ruhumuz ve cesedimiz vardır, dediğimizde neyi kasdediyoruz?
Her birimizin nefsi ve ruhu arasındaki alâka nedir?
Bizim ruhtan nasibimiz, Âdem'in yaratılması kıssasında Kur'ân'ın zikrettiği
nefhadan ibarettir: "Rabb'in meleklere demişti ki: 'Ben çamurdan bir insan
yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye
kapanın"'(Sâd, 38/71-72).
Tesviye, tasvir ve Âdem suretinde nefha, her insan rahimde cenin haldeyken
dönüp tekrarlanır. Her insan için önce tesviye ve tasvir olur, sonra da Rabbânî
nefha. Bu, cenin hayatının üçüncü ayında gerçekleşir.7 Bu nefha ile yaratılış,
halden hale intikal eder. "Sonra nutfeyi alakaya çevirdik, alakayı bir çiğnemlik
ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik;
sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah ne
güzeldir"(Mu'minun, 23/14). "Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık" ibaresi,
ilâhî nefhaya işaret etmektedir.8
Bu ilâhî nefhaya, Secde sûresi 8 ve 9 âyetlerinde de işaret olunmaktadır:
"Sonra onun neslini bir özden, az bir sudan yaptı. Sonra ona biçim verdi, ona
kendi ruhundan üfledi. Sizin için gözler, kulaklar ve gönüller yarattı. Ne kadar
az şükrediyorsunuz!" Bundan, göz, kulak ve gö-nülün bu nefhanın ürünü olduğunu
anlıyoruz. Bu mevhibelerle insan, bir oluşumdan öbürüne, bir seviyeden diğerine
intikal etmektedir. İşte, "Yaratanların en güzeli Allah ne güzeldir" (Mu'minûn,
23/14) ifadesinin anlamı budur. O halde, bizim rûhdan nasibimiz, bu nefhadan
olan nasibimizin bir neticesidir. Her insan, bu nefhadan istidadı nisbetinde
istifade etmektedir.
Bu nefhanın faziletinden ötürü, her bir insanın hayali, vicdanı, değerleri ve
örnek dünyası olmaktadır. İnsanın sahip olduğu ceset ve rûh maddî ve ruhî âleme
benzemektedir.
Nefis için daima cereyan eden şey, iki kutuplu mıknatısın durumuna benzer; ya
uzanıp cesede düşer ve şehevî arzuların pençesine takılır. Bu, çamurun
şekillenmesi ve toprağın kesafetiyle aynı cins halini almasına istinad eden
nefsin canlı (hayvanî) yönü için meydana gelen durumdur. Ya da, rûh ve manevî
âleme, kıymetler ve Rabbani ahlâka doğru çekilmesi ve yük-selmesidir. Bu, ruhun
nefis için şekillenmesi ve letafeti ve şeffafiyetiyle onunla mütecanis
olmasıdır. Nefis, hayat boyunca ruhî kutup ile cesedî kutup arasında bir
hareket, git-gel ve çekme-itme yaşamaktadır. Bazen, onun ateş ve toprak yönü
ağır basar, bazen de onun şeffaflığı ve tahareti galip gelir.
Cesed ve rûh, imtihan sınanma mahalleridir. Nefis, gizlisini açığa çıkartmak,
hakikatini ve mertebesini ortaya koymak ve iyiliğini ve kötülüğünü izhâr etmek
için bu iki aşağıya ve yukarıya doğru çekim kuvvetleriyle denenip sınanır.
Bundan anlıyoruz kî, insanın hakikati nefsidir. Doğan, dirilen, hesaba çekilecek
olan onun nefsidir. Denenip, sınanan, çeşit çeşit durumlarla karşılaşan,
hüzünlere maruz kalan, istek ve arzu duyan odur. Lâkin, onun cesedi ve ruhu
tamamen mücerred birer alandır. Tıpkı, yeryüzü ve gökyüzünün, insana nisbetle
mevhibelerini ve melekelerini dışarı vurmak için hareket alanları olması gibi.
Nitekim, Allah Teâlâ, bu nefse, adaleler (cesed olarak) verdiği gibi, dirilmesi,
gizliliğini keşfetmesi ve hayra ve şerre girebilmesi için rûh da vermiştir.
Cesed rûh ile kâimdir, rûh cesedle kâim değildir. Belki rûh kendi zâtı ile
kâim ve hâkim olduğundan, cesedin istediği gibi dağılıp toplanması, ruhun
istiklâliyetine halel veremez. Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası
değildir. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip latif
bir ğilafı ve beden-i misâlisi vardır. Öyle ise ölüm hengâmında tamamen çıplak
olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlisini giyer.9
Bu durumda, "rûh çağırma" tabiri yanlıştır. Ruhlar çağırılamaz. Hiçbir ruhun
çağrıya cevap vermesi mümkün değildir. Zirâ, rûh sadece Allah Teâlâ'ya mensup
bir nurdur. O. tenvir olmamız için bize bu nuru üflemiştir. Bu nûr Allah'tan
gelip, O'na döner; onun çağırılması mümkün değildir. Haşrolan ve çağırılacak
olan nefislerdir, ruhlar değil. O halde -eğer doğruysa- nefis çağıranlara cevap
verenler, kuvvetle muhtemeldir ki, bu nefislere hayattayken arkadaşlık yapan
cinlerdir. Her insanın bu cinlerden ona arkadaşlık eden yakınları vardır. İnsan,
bu uzun arkadaşlık döneminin tesiriyle onun gizliliklerini öğrenir, onun sesini
taklit edebilir. Bu cin, karanlık çağrı odasındakilerin aralarına giriyor ve
orada hazır olanları, ha-rikulade şeyler sunmakla dehşete düşürüyor.10
Ruhların ise çağırılması mümkün değildir.
Nefisleri de, ancak ve ancak onların Rabbi haşredebilir, bir araya
toplayabilir.
Nefsin ruha tahavvül etmesine imkân yoktur. O, sadece en güzel hallerinde
yükselir ve ancak, Rabbânî ahlâka büründüğü ve nûrânî nefhaya yani "Allah'ın
insana üflediği rûh"a yaklaştığı Ölçüde ruha benzeyip onunla aynileşir.
Aynı şekilde, bu nefsin, tedenni edip düşmesi ve şeytanlara benzeyip,
İblis'e, onun ateşinde aynileşmesi de mümkündür.
Ruhun letafetinde aynileşip onunla birleşecek derecede maddî ve manevî olarak
temizlenen nefsi Allah, kıyamet gününde Arş'ına yaklaştıracak ve yine bu nefis,
"Güçlü bir Melîk"'in katında, özü sözü bir olanlara has oturma
yerlerinde"(Kamer, 54/55) olacakları bildirilenlerden olacaktır. Zira, o, bu
temizliği ve terakkisiyle, yeri Allah'ın yanı olan Rabbânî bir nefis konumuna
gelmiştir.
Ancak, günahları ve katılıkları sebebiyle şeytanî çukura yuvarlanan kararmış
nefisler hakkında şöyle buyurulmuştur: "Hayır, doğrusu onlar, o gün Rab'lerinden
perdelenmişlerdir" (Mutaffifîn. 83/15). Bunların yeri, süfli nefislerle birlikte
cehennem olacaktır. Lâkin, ruhun cennet veya cehennemde yeri yoktur; o Allah'ın
nurundan bir nûr olup O'na nisbet olunur. Rûh, sınanmaz, denenmez, hesaba
çekilmez, ceza ve mükâfat görmez. O, âyet-i kerîmede bildirilen "en yüce
mesel’dir.11 Bu, nûrânî-mânevî âlemdir, onun kudsiyeti ve nûrâniyeti Allah'tan
olduğundandır.
Kur'ân-ı Kerîm, ruhun âlem-i emirden gelen bir kanun olduğunu, mahiyetini
ancak Allah'ın bilebileceğini ve bu konuda insana pek az şey bırakıldığını ifade
etmektedir. Rûh hakkında görüş açıklayan düşünürlerin hareket noktası budur. Bu
hususta ne kadar ince ve derin araştırma yapılırsa yapılsın, ruhun hakikatine
vakıf olunamayacaktır: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: 'Rûh, Rabb'imin
ermindendir. Size ilimden de pek az bir şey verilmiştir" (İsra, 17/85). Ruhun
mahiyeti bizce meçhuldür. O, kendini eserleri ve faaliyetleriyle gösterir.
Dipnotlar
1 Prof. Dr. Âişe Abdurrahman Bintu'ş-Şâtî,
el-Kur'ân ve Kadaya'l-İnsân, 5. tab', Beyrut Dârul-İlim lil' Melâyin, 1982, s.
180.
2 Mustafa Mahmûd. el-Kur'ân Kâinun Hayy. 4.
tab', el-Kâhire, Dâru'l-Ma'ârif, ts. s. 19.
3 Bintu'ş-Şâtî, el-Kur'ân ve Kadaya'l-İnsân, s.
180.
4 İbn Kesir, Tefsir. Şûra (42), 52 tefsirinde
IV. s. 109.
5 Nahl, 16/102.
6 Nisa, 4/171.
7 Mustafa Mahmûd, a.g.e., s. 25-26.
8 Aynı yer.
9 B. Said Nursi, Sözler, s. 485.
10 Mustafa Mahmûd, a.g.e., s. 28.
11 Nahl (16), 60: Rûm (30), 27.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder