23 Ekim 2012 Salı

Tefekkür, Rabıta, Ölüm ve Dünya...

“Râbıta-i mevt” tabiri, ölümü sürekli hatırda tutmayı,bir ayağı öbür âleme atmışçasına ötelerle irtibat halinde bulunmayı, bu dünyanın bir misafirhane olduğunu düşünerek ebedî saadeti kazanma gayretiyle yaşamayı ve tûl-i emelden kurtularak büyük bir alâka ile ahiretin yamaçlarına yönelmeyi ifade etmektedir.
Ölüm, zıddı olan hayat kadar gerçektir. Hayat ise, en sevimli, en tatlı ve bütün varlıkların mazhar olmak istediği, aynı zamanda Rabb’imizin de sıfatı olan zirve nimettir. Zıddı olan ölüm ise, hayat nimetini yok eden, dolayısıyla onunla karşılaşmamak veya karşılaşmayı geciktirmek için her çareye başvurulan bir hakikattir. Durum böyle olmakla beraber, bu hakikati düşünüp âdeta hayatta iken onunla bütünleşerek gerçekleşen râbıta-i mevt ise, insan-ı kâmil olma yollarının en önemlilerinden biridir. Yazımızda işte bu râbıta-i mevt üzerinde bir nebze durmak istiyoruz. Giriş mahiyetinde râbıta-i mevtin de içerisinde yer aldığı müeyyidâta kısaca değinmek gerekir.
Müeyyidât
Sözlükte “kuvvetli ve dayanıklı olmak; güç, kudret” anlamlarındaki eyede kökünden türetilmiş olup “güçlendiren, pekiştiren” mânâsına gelen ve Türkçede yaptırım kelimesiyle karşılanan müeyyide, kavram olarak “kişinin belli bir biçimde davranması veya davranmaması hâlinde karşılaşacağı sonuç ve bunu bilmenin sağladığı zorlayıcı yahut itici güç” demektir.1
Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde müeyyide kelimesinden daha çok dünyevî veya uhrevî yaptırım mânâsını karşılamak üzere “ecir, sevap, ceza, ikab” gibi kelimeler kullanılır. İnsan sorumlu bir varlıktır ve hiçbir davranışı karşılıksız kalmaz. Bu konuda İslâm âlimleri mükâfat ve ceza kavramları üzerinde önemle durmuşlar; din, ahlâk ve hukukun başta gelen ilkelerinden olan adaletin ancak görevini yapana mükâfat, yapmayana ceza vermekle gerçekleşeceğini belirtmişlerdir. Bu noktada genel olarak iki tür müeyyideden söz edilebilir. Birincisi toplumdaki her ferdin kendi imkânları ölçüsünde ve usulüne göre iyiliği emretme ve kötülüğü engellemekle yükümlü sayılmasıdır. Geniş mânâsıyla tebliğ, irşad yahut i’lay-i kelimetullah adı verilen bu konuyu ilgili eserlere havale etmek istiyoruz.2
Müeyyidenin ikinci kısmını ise rekâik üst başlığıyla ele almak mümkündür. Âyet ve hadîslerden, insanın nefsine karşı verdiği mücadelede İlâhî emir ve yasaklara riayette muvaffak olabilmesi için en etkili yaptırım gücünü, takvaya erişmek ve ihsan şuuruyla hareket etmekle elde edebileceği anlaşılmaktadır. Takva şümûllü ve umumî anlamıyla, şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şeriat-ı fıtriye kanunlarına riayete; Cehennem’i netice veren davranışlardan kaçınmaktan, Cennet’i semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir çerçeve çizer.3 İhsan ise hak ölçülerine göre iyi düşünme, iyi şeyler planlama, iyi işlere mukayyet kalma ve kullukla alâkalı bütün davranışların, Allah’ın nazarına arz edilmesi şuuruyla, fevkalâde bir titizlik içinde temsil edilmesinden ibaret kalbî bir ameldir. Fakat herkesin bu anlamda takvaya muvaffak olması ve ihsan şuuruyla yaşaması kolay olmadığından birçok âyet ve hadîste haşir, mizan, hesap, Cennet, Cehennem gibi ahiret hâlleri müşahhas anlatımlarla, terğip ve terhip dengesi içerisinde geniş biçimde işlenerek uhrevî müeyyideler hatırlatılmış ve kişinin bu dünyadaki davranışlarından mutlaka hesaba çekileceği fikrini canlı tutması istenmiştir. İşte konumuz olan ve rekâik içerisinde ilk sıralarda bulunan râbıta-i mevt de burada yer almaktadır.
Râbıta-i mevt
Başta tasavvuf ehli olmak üzere insan-i kâmil olma yolunda mesafe almak isteyen hak dostları temelde iki metot uygulamaktadırlar: zikir ve râbıta-i mevt…
Râbıta kelime olarak iki şeyi birbirine bağlayan ip, bağ, münasebet, ilgi ve mensubiyet gibi mânâlara gelir. Verilen kelime tarifine göre râbıta-i mevt, ölümle münasebete geçmek ve bağ kurmak demektir. Soyut bir keyfiyete sahip ölümle bağ kurmak, ancak onu düşünmek, âdeta onunla bütünleşmekle mümkün olabilir. Onun için râbıta-i mevte, tefekkür-ü mevt ya da tezekkür-ü mevt de denilmiştir. Nitekim Efendimiz (sas) de, ölümü kastederek “Lezzetleri yakıp yıkan yani acılaştıranı çokça zikrediniz.”4 buyurarak her müminin ölümle sık sık bu münasebeti kurmasını emretmiştir.
Bir ıstılah olarak râbıta-i mevt tabiri, ölümü sürekli hatırda tutmayı, bir ayağı öbür âleme atmışçasına ötelerle irtibat hâlinde bulunmayı, bu dünyanın bir misafirhane olduğunu düşünerek ebedî saadeti kazanma gayretiyle yaşamayı ve tûl-i emelden kurtularak büyük bir alâka ile ahiretin yamaçlarına yönelmeyi ifade etmektedir. Bu anlamda şu hadîs-i şerîfi zikredebiliriz: Abdullah b. Mesud (ra) anlatıyor: “Efendimiz (sas), ‘Allah’tan hakkıyla hayâ edin’ buyurunca, ‘Ey Allah’ın Resulü, Allah’a hamd olsun biz Allah’tan hayâ ediyoruz, (ettiğimizi düşünüyoruz)’ dedik. O ‘hayır, zannettiğiniz gibi değil’ buyurdu ve şunları ekledi: ‘Allah’tan hakkıyla hayâ etmek, senin baş ve başta bulunanları (dil, göz, kulak, beyin vs.), karnı ve ilgili olanları (yenilen-içilen şeylerle birlikte her türlü arzu, şehvet vs.) koruman; ölümü ve kabirde bedenin çürüyüp dağılması dâhil, ölüm sonrasını düşünmendir. Ahiret saadetini isteyen dünyanın geçici güzellik ve lezzetlerini de terk eder. İşte kim böyle yaparsa Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.”5
Kur’ân-ı Kerîm de hemen her münasebetle ölümü ve ölüm ötesini hatırlatmakta; “Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmrân, 3/185); “Senden önce hiçbir insana dünyada ebedî hayat nasip etmedik. Sanki sen ölsen, onlar ebedî mi kalacaklar! Hayır, her nefis bilerek veya bilmeyerek ölümü tadıp-durmaktadır. Biz, sizi bazen şerle, bazen de hayırla imtihan ederiz. Sonunda Bizim huzurumuza getirilirsiniz.” (Enbiyâ, 21/34); “Yeryüzünde bulunan her varlık fânidir.” (Rahmân, 55/26). “Hiç şüphe yok ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra da büyük duruşmanın olacağı kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizle davalaşacaksınız.” (Zümer, 39/30) gibi âyet-i kerîmelerle dünyanın geçiciliğini, büyük bir mahkemenin insanları beklediğini ve ahiret hayatının ebedî oluşunu vurgulamaktadır.
Râbıta-i mevtin gayesi ve yapılış keyfiyeti
Râbıta-i mevtin gayesi özetle; kalbi yumuşatmak, kalbdeki sevgiyi geçici dünya nimetlerine değil bâki olan Allah’a ve O’nun razı olduğu şeylere çevirerek nefsin ibret almasını temin etmek, tûl-i emeli kırmak, gafleti dağıtmak, tevehhüm-i ebediyete engel olmak, ihlâsı kazanmak ve tevbenin sürekliliğini sağlamaktır.
Zikredilen gayelerle müracaat edilen râbıta-i mevt özellikle tasavvuf ehli tarafından şu şekilde yapılmaktadır: “Mürşide yaptığı râbıtayı bitirdikten sonra mürid şöyle düşünür: Sanki bana ağır bir hastalık çöktü, duyan geldi, eve insan yığıldı. Kimi bana okuyor, kimi ilâç yapıyor, kimi de ağlıyor. Ben ise can çekişiyorum, birden canım çıktı. Cenaze yıkayanlar gelip beni soydular, yıkadılar, kefene sardılar, tabuta koydular musallaya getirip cenaze namazımı kıldılar ve beni kabre koydular. Ben ise kabirde yalnızım ve kendi kendine soruyorum: ‘Ben neredeyim?’ Yine kendim cevap veriyorum: ‘Mezardayım.’ Mezarda olan ise dünyaya dönemez…”
Görüldüğü gibi tasavvuf ehli râbıta-i mevt sırasında kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül etmiş; yıkanıyor ve kabre konuyor olduklarını farz etmiş; düşüne düşüne, nefs-i emmârenin o tahayyül ve tasavvurdan etkileneceğine ve uzun emellerinden bir derece vazgeçeceğine inanmış ve râbıta-i mevti bu şekliyle uygulamışlardır. Bu uygulamada, âkıbeti düşünmek suretiyle hayalen gelecek zamanı hâle taşımak ve istikbalde vuku bulacak hâdiselerin o ânda cereyan ettiğini farz etmek esastır. Bununla ölüm düşüncesine yoğunlaşmak ve bu sayede nefsi öleceğine ikna etmek; bunu sık sık tekrar ederek onu ölüm fikrine iyice alıştırıp tûl-i emelin önünü almak hedeflenmektedir.
Bediüzzaman’a göre râbıta-i mevt
Üstad Bediüzzaman da eserlerinde râbıta-i mevte geniş yer vermekte, hayatının dönüm noktalarında müessir olduğunu ifade etmekte ve kısaca “ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmak”6 şeklinde tarif etmektedir.
Bilindiği gibi Üstad’ın nazarında ihlâs en önemli meselelerden birisidir. Kaleme aldığı İhlâs Risalesi’nin her on beş günde bir okunmasını tavsiye etmektedir.7 O, ihlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebinin râbıta-i mevt olduğunu ise şu sözleriyle açıklamaktadır: “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, râbıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevk eden, tûl-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yani ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.”8
Üstad’ın hayatında en önemli dönüm noktalarından birisi onun ifadesiyle Eski Said’in Yeni Said’e inkılâp etmesidir. Bu inkılâbın râbıta-i mevt vesilesiyle olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Ehl-i tarîkatın ve bilhassa Nakşîlerin dört esasından biri ve en müessiri olan râbıta-i mevt Eski Said’i Yeni Said’e çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said’e yoldaş olmuş. Başta İhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde o râbıta keşfiyatı göstere göstere tâ ehl-i iman hakkında mevtin nuranî ve hayattar ve güzel hakikatini görüp göstermiş.”9
Üstad başta Haşir Risalesi ve İhtiyarlar Risalesi olmak üzere eserlerinde râbıta-i mevti ve ölümün ehl-i iman hakkındaki nuranî, hayattar ve güzel hakikatini nazara vermiştir. Ayrıca, “Kırk senelik ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim”10 diyerek başladığı Katre Risalesi’nde şerh ettiği kelâmlardan biri de “el-mevtü hakkun, ölüm haktır” ifadesi olmuştur.
Râbıta-i mevti kendine yoldaş ettiğini söyleyen Bediüzzaman’a göre bu râbıta, farazî ve hayalî bir surette, âkıbeti düşünerek geleceği şimdiki zamana taşıma şeklinde yapılmamalı; belki ölüm hakikati iyi kavranarak içinde bulunulan andan fikren gelecek zamana yürümek suretinde olmalıdır. Onun râbıta-i mevt anlayışında, “hakikat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbale fikren gitmek” esastır. Bu konuda o şöyle der: “Ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’ân-ı Hakîm’in كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ٭ اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ gibi âyetlerinden aldığı dersle, râbıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o râbıta ile izâle etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmare o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu râbıtanın fevaidi pek çoktur. Hadîste اَكْثِرُوا ذِكْرَ هَاذِمِ اللَّذَّاتِ -ev kemâ kâl- yani “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu râbıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu râbıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmağa mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Âkıbeti düşünmek suretinde, müstakbeli zaman-ı hâzıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.”11
Üstad’a göre, dikkatli bir göz ve hüşyâr bir kalb her ân etrafında gördüğü değişik varlıkların ölümünden yola çıkarak bütün varlıkların ölümünü âdeta yaşıyor gibi hissedebilir. Aslında “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Ankebût, 29/57) şeklinde tercüme edilen âyette ‘tatma’ kelimesi ism-i fâildir ve süreklilik belirtmektedir. Dolayısıyla doğru tercüme “Her nefis her ân ölümü tatmaktadır” şeklinde olmalıdır. Biz her ân ölüp dirilmekteyiz. Zîrâ bizler, Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerinin akislerinden ibaretiz. Bu tecelliler o kadar hızlı bir şekilde ve peşi peşine gelmektedir ki, biz, kendi varlığımızı aralıksız ve devamlı kabul ederiz. Bu aynen sinema şeridindeki karelerin çok hızlı dönüşüyle, oradaki nesnelerin hareketli görünmesi gibidir. Aslında biz, her ân -ki ân kelimesiyle zamanın en küçük parçası neyse onu kastediyoruz- var olup yine yok olmaktayız. Durum böyle olunca da hayalen geleceğe gitmeye ihtiyaç kalmamaktadır.
Üstad, “çok samimi bir kalbin en içli sesi ve hasbî bir gönlün muhasebe terennümü” olarak ifade ettiği 12. Nota’da da bu anlayışına dâir ipuçları vermektedir. Aslında, ölüm, dilini susturduğunda, diline bedel kitabıyla niyaz etmeyi dileyerek ve kabulünü rahmet-i ilâhiyeden recâ ederek bir yakarış şeklinde yazdığı o bölümde, râbıta-i mevt adına bir üslûp da göstermektedir. O ölümü, fikren geleceğe giderek tadar ve bunu “Kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarıma veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı hâliyle, ruhumun lisan-ı kâliyle bağırarak derim: El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!”12 sözleriyle ifade etmektedir. Çünkü o, “küllü âtin karîb- her gelecek yakındır” sırrıyla ölümün geleceğini kendi varlığı kadar gerçek ve yakın olarak görmekte, içinde bulunduğu zamandan sıyrılıp fikren istikbalde yaşayarak kendi ölümünü müşâhede etmektedir. O, ölümü hayal ve farz etmeye ihtiyaç duymayacak kadar kat’i ve yakın bilmekte ve bunu “kat’î bir yakîn ile anladım ki, bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya hâliktir (helâk olmaya mahkûmdur) gider ve fânidir, ölür. Ve bilmüşâhede, içindeki mevcudât dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur”13 şeklinde seslendirerek râbıta-i mevti bir yakîn (sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan itikat) meselesi olarak yorumlamaktadır.14
Etkili olması için
Hemen her zaman, bir şeyden istenen neticenin alınması onu destekleyen diğer bazı hususların yerine getirilmesine bağlıdır. Yani birden fazla sebebin bir araya gelmesiyle ancak bir netice hâsıl olur. İşte râbıta-i mevtten hedeflenen neticeye varabilmek için de, müeyyidâtın diğer unsurları başta olmak üzere, farklı hususlarla desteklenmesi gerekir. Bunların başında sağlam iman gelmektedir. Bundan dolayı Üstad, İhlâs Risalesi’nde, râbıta-i mevtten hemen sonra iman-ı tahkikiyi ve marifet-i Sâni’i nazara vermektedir. Yani, ancak diğer iman esaslarıyla takviye edilmiş bir râbıta-i mevt ve ahiret düşüncesi sayesinde dünyevî arzuların önünü kesmek mümkün olabilir.15
el-Muhâsibî, râbıta-i mevtin etkili olması için iki hususa dikkat çekmektedir:
1. Ölümün aniden geldiği unutulmamalı. Evet, ölüm genç-yaşlı, hasta-sağlıklı, fakir-zengin, mü’min-kâfir, kış-yaz, gece-gündüz… ayırımı yapmaksızın ve haber vermeden âniden gelir. Öyle ise akıllı olan ondan gafil olamaz.
2. Daha önce ölenlerden ibret alınmalıdır. Kişi kendinden önce vefat eden yakınlarını, dostlarını ve çevresinde yaşayan insanların ölümlerini hatırlamalı ve nasıl bir sonla karşılaştıklarını düşünmelidir. Onların toprak altına nasıl serildiklerini, dünyadaki mevki ve saltanatlarını, hanımlarının nasıl dul, çocuklarının öksüz, meclis ve mescitlerinin nasıl bomboş kaldığını ve izlerinin silindiğini düşünüp karşılaştırmakla ibret almalı ve kendisinin de onlardan birisi olduğunu unutmamalıdır. Onlar öldü, o da ölecektir. İşte o zaman Allah’ın izniyle dünyaya olan bağlılığı azalır, ecelini gözetler, tevbe ile Rabb’ine kavuşmaya hazırlanır.16
Yazımızın girişinde kısaca temas ettiğimiz müey-yidâtın ilk kısmı olan emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i anı’l-münkerle birlikte, her çeşidi ve en geniş mânâsıyla zikrin hayatta ağırlıklı bir şekilde yer alması râbıta-i mevtin etkili olmasının olmazsa olmazlarındadır. Hadîs külliyatının rekâik bahislerinde dile getirilen diğer hususların da öğrenilmesi ve tatbik etmek için gayret gösterilmesi gerektiği de unutulmamalıdır. Bu arada Efendimiz’in (sas) emir buyurduğu kabirlerin ziyaretine, günümüzde hastanelerin ziyareti de eklenerek, râbıta-i mevtten umulan neticeyi elde etmeye daha fazla yardımcı olunabilir.
Netice
Râbıta-i mevt, nefsi dizginleyip insan-ı kâmil olma yolunda mesafe almak için mutlaka müracaat edilmesi gereken hususlardan birisidir. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerde sık sık vurgu yapılan ölüm gerçeğinin insan mâneviyatı üzerinde bıraktığı muazzam tesiri, ruhu olgunlaştırma yönünde kullanmak İslâm’a has bir ayrıcalıktır. Zîrâ İslâm dışındaki bazı düşüncelerde ölüm Allah’ın insanoğluna verdiği en büyük ceza (Yahudilik), bazılarına göre aslî günaha mukabil verilen İlâhî ceza (Hristiyanlık), bazılarına göre dünyada başka bir bedende hayat bulmanın başlangıcı (Budizm) şeklinde yorumlanmakta ve ölümü geciktirmek, ondan korkmak, acısını hafifletmek, unutmak, kendinden uzak görmek vb. gayret ve düşünceler öne çıkmaktadır. Oysa İslâmî terbiyede ölüm gerçeğiyle bağ kurmak, onu daha çok zikredip düşünmek tavsiye edilmekte, böylece insanı dönüştüren, olgunlaştıran, güzel ahlâk sahibi yapan bir gerçek olarak görülmekte ve değerlendirilmekte; neticede zikir ve müeyyidâtın diğer kısımlarıyla beraber, âdeta bir insan-i kâmil olma metodu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dipnotlar
1 Müeyyide konusunda geniş bilgi için bkz: DİA, Müeyyide maddesi.
2 Misal olarak bkz: F. Gülen, İrşad Ekseni ve İ’lay-ı Kelimetullah veya Cihad adlı eserleri.
3 F.Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/76.
4 Tirmizî, Kıyame, 26, Zühd, 4.
5 Tirmizî, Kıyame, 64.
6 Lem’alar, 163.
7 Age, 159.
8 Age. 163.
9 Şualar, 696.
10 Mesnevîy-i Nuriye, 51.
11 Lem’alar, 163.
12 Age, 129.
13 Age, 129.
14 Geniş bilgi için bkz: F. Gülen, İkindi Yağmurları, 419.
15 Bkz: F. Gülen, age. 420.
16 Bkz: El-Mühâsibî, Er-Ri’aye (Kalb Hayatı), 135-145.

Hiç yorum yok:

HOŞGELDİNİZ....

BİLMEZ Kİ SORSUN, SORMAZ Kİ BİLSİN...
SORSA BİLİRDİ, BİLSE SORARDI...